27 Kasım 2012 Salı

ANALİZ ve YORUM ÜZERİNE...





Fadıl ÖLMEZ / F. Cebiroğlu

Bireysel gelişimin yok edilmeye çalışıldığı bir  Türkiye ve dönemdeyiz. Böylesi bir Türkiye ve dönemde insan, ”topyekûn” olarak gelişemiyor. Böylesi bir  Türkiye ve dönemde insan, gelişmek bir yana,  ”insancık” hale geliyor. İnsancık hale gelen insan, tekellerin kurbanı olan insan oluyor. ”Yabancılaşan” insan oluyor. Şu an Türkiye budur. Şu an Türkiye, insanı yabancılaşan bir ülkedir. Budur.

Tarifler nettir: Yabanclaşmak, insancık olmak demektir.

Tarifler açıktır; yabancılaşan insan, kendini geliştirmeyen insan demektir. Açıktır. Açığın açığı şudur: Gelişmek bir yana, burada insan, daha önceleri sahip olduğu tüm değerleri kaybeden insan oluyor. Yani tekeller dünyasının insanı, aynı anlama gelmek üzere, tekeller dünyasının kurbanı oluyor.

Böylesi bir dönemde, yazar, şair, romancı, müzisyen… çoğalır, çoğalıyor. Böylesi dönemde, ”analizci” ve ”yorumcu”lar da çoğalır, çoğalıyor.

Yazar, şair ve romancılar bir yana, Türk medyasında “taht” kuran onlarca, sözümona, ”analizci” ve ”yorumcu” çıktı, çıkıyor. Güzellik yarışmasına katılan genç kızları, kıskandırırcasına, bunlar, ”uzman analizci” olarak, Tv kanallarında ”sevimli” süratlarını hergün bizlere gösteriyorlar. Bizlere, sözümona, ”siyasi dersler” veriyorlar!

İşte böylesi bir dönemdeyiz. İşte böylesi bir Türkiye’deyiz.

Kavramların özünden boşaltıldığı ve anlamsızlaştırıldığı bir Türkiye’de, kavramları yeniden tanımlamak, zorunluluk oluyor. Görev,  bizlere düşüyor. Sayımız az da olsa, Türkiye’de  Medya Çölünde, ”umut vahaları” olmak zorundayız. Olacağız!

Bireysel gelişimin kurutulmaya başlandığı bir Türkiye’de, ”vaha olmak” zorundayız. Türkiye medya çölünde ”serap” değil, ama doğasal fenomen olarak ”vaha” olmak zorundayız. Olacağız!

Türkiye’nin basın çölüne, ve de bu çölleşmeye karşı, teoriksel  kavgamız  sürüyor, sürecektir.

Kavramları, gerçek anlamına kavuşturmak için, mücadelemiz sürüyor, sürecektir. Ama önce ”analiz” nedir? ”Yorum” nedir? Buradan başlayalım. Konumuz budur.

Analiz, Grekçe ( Yunanca) ve anlamı; bir olguyu, bir bütünü, tahlil etme, ayrıştırmadır; yani, parçalara ayırma esasına dayalı bir bilimsel metottur.  Bu anlamdan yola çıkarak, analiz sözcüğünü şöyle de tanımlamak mümkün: Her hangi bir şeyi, olguyu, inceleme, çözümleme ve öğrenmedir. Budur.

Analiz;  inceleme, öğrenme ve bunu kitlelere sunmanın “ayrıntısı” oluyor.

Bu tanımlamadan yola kalkarak, daha analizin ne olduğunu bilmeyen, ama Türkiye’de mantar gibi çoğalan bu, sözümona, analizcilere şunları sormak zorundayız:

Analiz edilen ya da edilmesi gereken olgu, nedir, nasıl oluştu? Olgunun tarihi / dünü ve bugünü?.. Olguyu olgu yapan ne?..Bu, bir.

İkincisi, analiz edilen edilen çelişkiler, neden çelişki olmuş?

Üçüncüsü, çelişkilere vesile olan kişiler nasıl tasvir ediliyor? Tek yönlü, “resmi ideolojiye” gore mi, yoksa, objektif bir şekilde mi?..Analizde geçen kişilerin “tutkuları” nasıl anlatılıyor?.. Kişiler, sahip oldukları düşüncelerinden dolayı “manipüle” ediliyorlar mı?..

Dördüncüsü, analizin vermek istediği mesaj ne? Tek yönlü mü, yoksa var olan olguyu inceleyen, tahlil eden ve böylece başkalarına ulaştıran bir objektif tahlil mi?

Gerçekçi bir analizci olmak için, önce böylesi bir bakış açısına sahip olmayı gerektiriyor. Zorunludur. Zira analiz yapmada ahlak ve dürüstlük, ancak böylesi bir ortamda kendini gösterir.

Notlar açıktır: 1- Analiz, objektif bir şekilde yapılan inceleme ve ayrıntıları  yorumlamaktır.

2- Yorum, var olan olgunun, bütün yönleriyle anlaşılmasıdır.

Peki var olan olgu,  yanlış anlaşılırsa?

Yerinde bir sorudur. Gerçekten, olgular, çoğu zaman ”yanlış” anlaşıldığı için, yanlış yorumlanıyor. Bunu gidermenin yolu, tekrar, analiz edilen olguya gitmek, onu bütün elementleriyle tekrar gözden geçirmek ve tabir caiz ise, olguyu tekrar tahlil etmekten geçiyor.

Tekrar olacak. Olsun: Yorumdan önce, var olan olguyu bütün yönleri ile analiz, yani tahlil etmeyi gerektiriyor. Zorluyor. Burada soruulması gereken şu: Var olan sorun ne? Sorun, neden sorun olmuştur? Niçin sorun olmuştur?

Analiz, böylesi bir çerçevede masaya yatırılır, incelenir; bunun yorumu ve de çözüm yollarına ilişkin formüller ileri sürülür.

Gerçekçi ve doğru analiz budur.  Bu olmalıdır.

Gerçekçi yorum budur. Bu olmalıdır.

Akılcı ve yol gösterici analiz / yorum budur. Bu olmalıdır.

Ama, insan gelişiminin durdurulmaya çalışıldığı bir Türkiye’de, objektif analizci ve yorumculara rastlamak zor. Çok zor.

Çöller Türkiye’sinde, analizci ve yorumcu değil, ancak tekeller krallarının onlara yazdığı ve okumaları için zorladığı, kuşbeyinli insancıklar var. İşte teorik  kavgamızın  en önemli yönü budur,  bunun içindir.

Kavgamız, tekellerin yarattığı böylesi sürüler insan ve düzenine karşı bir ”kahramanlık” kavgası oluyor.

Kavgamız, Türkiye’nin basın, yayın ve genelde ”Medya Çölüne” çevrilmesine karşı olan önemli bir kavga oluyor.

Sayımız azdır, ama  Türkiye medya çölünde ”umut vahaları” olmak zorundayız. Umutluyuz.

Türkiye’de, medya çölüne karşı umut vahalarıyız! Buyuz!..




Gazze: Direnme hakkının terör sayıldığı bir dünya




Fikret Başkaya

Siyonist İsrail belirli aralıklarla [3-5 yıl] Filistin’e saldırıyor. Her yaştan savunmasız insanları katlediyor, sınırlı alt-yapıyı tahrip ediyor,  geliştirdiği yeni silahları deniyor... Ardından sözde bir ateşkes ilân ediliyor. Güya herkes “derin bir nefes alıyor”. Lâkin kimse Filistin‘e ve Siyonist devlete dair gerçeği söylemeye yanaşmıyor... İşte “önce kim saldırdı”, “Obama İsrail’in kendini savunma hakkı vardır dedi”, “ateşkeste kim etkili oldu, vb.” Orada söz konusu olan kolonyalist bir işgal değil mi? Eğer kolonyalist bir işgal söz konusuysa, İsrail’in kendini savunma hakkı diye bir şey olur mu? Şu dünyanın haline bir bakın... Aslında dünyanın nasıl bir yalan, kinizm ve ikiyüzlülük üzerinde durduğunu görmek için Filistin’e bakmak yeter... Artık işgalcinin kendini savunma hakkından bile bahsedilebildiğine göre...

Siyonist devlet oraya neden “yerleştirildi?”. Neden kurulduğu günden beri Filistin topraklarının gerçek sahibi olan Arapları hunharca katlediyor, hapsediyor, işkenceden geçiriyor, aç, susuz, ilaçsız, elektriksiz bırakıyor... Sekiz gün süren son saldırıda, 163 Filistinli öldürüldü, 993’ü yaralandı, 865 ev tahrip oldu, 6 sağlık merkeziyle 30 okul, 2 üniversite, 27 cami, 14 basın bürosu, 14 fabrika, 81 mağaza zarar gördü...  Bütün bu insanlık suçları işlenirken “Uygar dünya” nerede duruyor? Neden bir dur diyen yok? Sorunun kaynağında ne var? Siyonist devlet demek, Ortadoğu’daki ABD ve Avrupa [AB] demektir, oraya yerleştirilmiş emperyalizm, kolonyalizm demektir. Velhasıl İsrail bir bölge devleti değil... Eğer kimler tarafından, neden ve ne amaçla kurulduğu-kurdurulduğu bilinmezse, söylenenlerin bir kıymet-i harbiyesi olmaz. İsrail, Arap halklarının kendi ayakları üstünde durmasını, sekülerleşmesini, kalkınmasını, bir aktör olarak dünya sahnesinde yerini almasını engelemek üzere peydahlandı. Mâlûm, kadim böl-yönet kuralının bir gereği olarak... Amaç bölgede savaşı, çatışmayı, düşmanlıkları, hasımlıkları tahrik etmek, sürekli bir şiddet ve çatışma ortamı yaratmaktı... Dolayısıyla İsrail, bölgeyi sürekli bir çatışma, kargaşa, şiddet ve savaş ortamında tutmanın hizmetindedir. Gerçek amaç çatışmalı durumu sürdürmek iken, bir de barıştan söz etmek ikiyüzlülük değil midir? Arkasında ABD’nin ve AB’nin açık ve sürekli desteği olmasaydı, Siyonist devlet 60 yıldır bütün bu insanlık suçlarını işleyebilir miydi? Besbelli ki, arkasında kollektif emperyalizmin [ABD, AB, Japonya] açık, koşulsuz ve sürekli desteği var. Durum böyleyken bir de onlardan barış beklemek neye?..

Uluslararası hukuku nasıl bilir siniz?

Bir “dünya düzeni” düşüncesi XVII. Yüzyılın başından itibaren dillendirilmeye başlıyor. Modern çağda devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen ilk belge Avrupa’da 30 yıl süren “din” savaşlarının ardından imzalanan 1648 Westfalya Barış Antlaşması’ydı. Devletler arası ilişkileri bir düzene sokma girişimleri hep büyük yıkımlara neden olan büyük savaşların sonrasında gündeme gelmiş görünüyor. Nitekim, 30 yıl savaşları sonunda Avrupa nüfüsunun %40’ı telef olmuştu ve ardından ünlü Westfalya Barış Antlaşması kabul edilmişti. “Büyük Savaş” da denilen Birinci emperyalistler arası savaşın [1914-1918] neden olduğu devasa yıkımın ardından Milletler Cemiyeti örgütü [Cemiyet-i Akvam] oluşturuldu. Daha büyük yıkıma neden olan  ikinci emperyalistler arası savaşın [1939-1945] ardından da Birleşmiş Milletler Örgütü oluşturuldu. Fakat söz konusu her iki uluslararası örgüt, savaşın galipleri tarafından ve esas itibariyle de kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizayn edildiği için, etkinliği sınırlı güdük örgütler olmanın ötesine geçemediler... BM Güvenlik Konseyi, sadece savaşın galipleri demekti... Milletler Cemiyeti, kolonyalizmi olağan bir durum sayıyordu... Birleşmiş Milletler Örgütü de aslında milletlerin değil, devletlerin, devletlerin de değil, savaşın galibi olan bir kaç büyük devletin örgütü olmanın ötesine geçemedi... Tek başına Filistin sorunu bile söz konusu örgüt ve işlevi hakkında fikir edinmek için yeterlidir. Tabii böyle bir örgütün ‘dünya barışının, insan haklarının, refah arayışının bir aracı olduğu söyleminin de bir karşılığı yoktur. Netice itibariyle uluslararası antlaşmaların genel bir çerçevede hukuktan çok güce dayandığını söylemekte bir sakınca yoktur...

Aslında Westfalya Barış Antlaşması 4 önemli ilke içeriyordu: 1. Ulus-devletin mutlak egemenliği ve kendi kaderini tayin etme hakkı; 2. Büyük-küçük, güçlü-zayıf, zengin-fakir ayrımı yapılmadan ulusların yasal eşitliği; 3. Antlaşmalara uyma zorunluluğu ve zorlayıcı bir uluslararası hukuk sisteminin oluşturulması; 4. Başka devletlerin iç işlerine karışmama ilkesi... İlerleyen dönemde güdük de olsa, yeterli olmasa da Westfalya Barışı doğrultusunda gelişmeler devam etti.  Hegemonik güç olan ABD geçerli uluslararası hukuktan rahatsızdı. Sürekli olarak uluslararası hukuku ihlâl etti. Westfalya Barışından İkinci dünya savaşı sonrasına kadarki dönemde bu alanda sağlanan kazanımları yok sayma eğilimindeydi. Önce “Haydut devletler” söylemi peydahlandı. Haydut devletler halka  zulmettikleri, uluslararası hukuku ihlâl ettikleri ve kaynakları yağmaladıkları, komşuları için sürekli tehdit oluşturdukları, teröristleri destekledikleri, ABD’den ve onun demokratik ilkelerinden nefret ettikleri için katli vacip sayıldı, saldırı ve ve rejim değiştirme [regime change] gerekçesi yapıldı. Ardından Nazi işgaline karşı Fransız direnişi sonucu evrensel bir ilke mertebesine yükseltilen direnme hakkı yok sayıldı ve onun yerine çatışmaları görüşmeler yoluyla çözme yöntemi [conflict resolution] ikâme edildi. Bu, tarafların vazgeçilmez hakkının ve iradesinin yok sayılması demeye geliyordu. Bir de hiç bir zaman uluslararası hukuka göre bir tanımı yapılmamış olan “terörizm” kavramı her türlü silahlı haklı karşı çıkışı ve direnişi  itibarsızlaştırmak üzere kullanıldı. Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, ulusarası hukuku ve teamülleri yok saymanın iki “gerekçesi” daha keşfedildi: İnsânî müdahale ve koruma sorumluluğu... Böylece uygar Batı’nın uygarlık götürme, uygarlaştırma misyonu ve Beyaz Adam’ın yükü söylemi yeni bir görüntüyle arz-ı endâm ediyordu...

Velhasıl ABD ve müttefikleri, Westfalya Barışından beri oluşturulan devletler arası hukuku ve teamülleri hiçe saymanın gerekçelerini üretme peşindeler. Tabii bu arada insan haklarından ve demokrasiden çok söz ediliyor oluşu da burjuva egemenliğinin bir ironisidir... ABD uluslararası yasal mevzuatı ihlâl ediyor, imzalanmış antlaşmaları yok sayıyor. 1945 sonrası dönemde ABD açık ve gizli savaşlarda yaklaşık 25 milyon insanı öldürdü. Bütün bu canice saldırıları yalana dayanarak gerçekleştirdi ve tabii yalan makinası medyanın tam desteğiyle... Bütün bu zaman zarfında ABD’ye bir tek dış saldırı oldu mu? Hiç kendini savunmak zorunda kaldı mı?   

Amerikan halkı suç ortağıdır...

ABD’nin yönetici kliği 1945’den beri dünyanın dört bir yerinde sayısız cinayetler işliyor, katliamlar yapıyor, savaşlar çıkarıyor, etnik, din ve mezhep kökenli ayrılıkları körükleyip azdırıyor, çatışma ortamı yaratmak için ne gerekiyorsa yapıyor, doğal çevre tahribatını derinleştiriyor, büyük sermayenin çıkarı için sürekli insanlık suçu işliyor. Bütün bunları da Amerikan yurttaşlarından aldığı oya dayanarak ve onlardan topladığı vergilerle yapıyor... Bu işte bir yanlış yok mu? Bu durum “Amerikan demokrasisinin” ne menem bir şey olduğu hakkında fikir vermiyor mu? Amerikan yurttaşları bu insanlık suçlarına neden itiraz etmiyor? Sadece 11 Eylül 2001 sonrası dönemde, Amerikan yurttaşlarının savaşların finansmanı için yaklaşık 5 bin milyar dolar vergi ödedikleri tahmin ediliyor... Her Amerikan ailesine yaklaşık 50 bin dolar düşüyor... Amerikan yurttaşlarının bu saçmalığa bir son vermeleri gerekmiyor mu? Neden verdikleri vergilerle haksız savaşların finanse edilmesine, Amerikan gençlerinin insanlık suçu sayılan maceralarda telef olmasına itiraz etmiyorlar... Neden imparatorun çıplak olduğunu yüksek sesle haykırmaya cüret ve cesaret etmiyorlar? Neden oynanan “demokrasi oyununun” aslında ahmakları aldatmaya yarayan bir sirk oyunu olduğunu sorun etmiyorlar? Neden asıl “haydut devletin” kendi devletleri olduğu gerçeğini kabullenmeye yanaşmıyorlar? Neden hep egemen medyanın gösterdiği yere, dışarıya bakıyorlar da kendilerine, içeriye bakmıyorlar? Bu kepazeliğin sona ermesi, tüm toplum kesimlerinden bir karşı sesin yükselmesine, etik ve entellektüel yenilenmeye, politikleşmeye, velhasıl Amerikalıların gerçek birer yurttaş gibi davranabilmesine bağlı...

T.C. Filistin sorununa dair düzgün tavır alamaz

Bir ABD uydusu ve NATO üyesi olan Türkiye’deki komprador rejimin, Filistin sorunu da dahil, Arap Ortadoğusu ülkeleri ve İran’la ilişkileri, emperyalist kampın çıkarları doğrultusunda belirleniyor. Başka türlü ifade edersek, Türkiye’nin bölgeye yönelik dış politikası, NATO’cu cephenin çıkarlarıyla uyumlanmak zorundadır. Bu da Türkiye’nin komşularıyla ilişkisinin modalitesinin, çerçevesinin ve kapsamının emperyalizm tarafından belirlenmesi demektir. Ne demek istediğimi merak edenler Siyonist devletin kurdurulduğu 1948 sonrasında ve ilk Körfez Savaşından bu yana geçen yaklaşık 20 yılda Türkiye’nin bölgeye yönelik yaptıklarına ve yapamadıklarına bakabilirler... Türkiye’deki rejim sadece pro-Amerikan, pro-emperyalist değil, aynı zamanda pro-Siyonist bir rejimdir. Son dönemde İsrail’le yaşanan “ağız dalaşı” sadece seyirciyi oyalamaya yönelik ideolojik bir manipülasyondan ibarettir. Siz hem bir ABD uydusu ve saldırı paktı olan NATO’nun üyesi olacaksınız, hem de  Filistin’e yönelik düzgün bir dış siyaset izleyeceksiniz... böyle bir şey mümkün değildir... Eğer NATO’cu cephenin Siyonist işgale koşulsuz, sınırsız ve tam desteği söz konusuysa, siz o cephenin hevesli bir bileşeni olarak farklı bir şey yapabilir misiniz? Bir taraftan İsrail’in Gazze’de yaptıklarını mahkûm ediyor görünmek, diğer taraftan İsrail’in güvenliği için yapılan her şeye ortak olmak bir çelişki değil mi? İsrali’in güvenliği NATO’cu emperyalist kampın güvenliği demek olduğuna göre... Türkiye gerçekten Filistin halkının haklı davasına sahip çıkmak istiyorsa, önce emperyalist bir saldırı paktı olan NATO’dan çıkması gerekir. Aksi halde Amerikancı Müslüman Kardeşlerle Filistinlilerin “koruyucusu” rolüne soyunmak yakışık almaz. Eğer Mısır’daki Müslüman Kardeşler “iktidarı”, gerçekten Filistin sorununa sahip çıkmak istiyorsa, işe önce Camp David’i geçersiz saydığını ilân ederek başlaması gerekir... Aksi halde arabulucuk rolüne soyunmak, geçerli durumu sürdürmekten başka bir anlam taşımaz. Zira durum arabuluculuğu değil, açıkça taraf olmayı gerektiriyor...

8 Ekim 2012 Pazartesi

“İlan edilmemiş savaş”, gizli oturum, Örtülü ödenek.




       
 Fikret Başkaya  

ABD hemonyasının varlığı, Avrupa’nın 60 yıldır devam eden ABD vasâli statüsünün devamına, Rusya’nın etkisizleştirilmesine, başta Çin olmak üzere yükselen ülkeler denilenlerin engellenmesine bağlı. Son dönemin savaşlarının asıl nedeni bu. “İnsânî savaşların” insanlıkla, demokrasiyle, insan haklarıyla, özgürlükle, “insâni yardımla”, vs... uzaktan-yakından bir ilgisi yok. Zaten olması da mümkün değildir. Emperyalizm oldum olası dünyanın geri kalanının doğal ve beşeri kaynaklarınının sömürü ve yağmasına dayandı. Şimdilerde başkaları da artık sofraya dahil olmak istiyor. Oysa dünya da, kaynakları da sınırlı... Emperyalizmi var eden doğal kaynaklar, stratejik madenler, enerji kaynakları, biyolojik çeşitlilik kıtlaşmakta ve/veya tükenmekte. ABD’nin, tek süper güç statüsünü devam ettirebilmesi, başkalarının sofradan uzak tutulmasına bağlı. Lâkin bu artık mümkün değil. Atı alan Üsküdarı geçmekte... ABD silah endüstrisi, öldürme-yok etme kapasitesi dışındaki tüm alanlarda üstünlüğünü kaybetmiş durumda. Kaldı ki, savaş ve yıkım sektöründe de artık mutlak üstünlüğü söz konusu değil. ABD’nin durumu bir Arap atasözünü hatırlatıyor:

“Ateş en çok dumanı sönerken çıkarır”. Elbette ABD’nin yaptıklarının sonuçları duman gibi mâsum değil. Son 15-20 yılda ABD tarafından Afganistan’dan Libya’ya, Suriye’den Somali’ye, “Büyük Ortadoğu” dedikleri bölgede peydahladığı tüm savaşlar, saldırılar, suikastlar, komplolar, yalanlar, reel ve potansiyel rakipleri etsizleştirmek, bu amaçla da civcivi yumurtadayken ezme amacı taşıyordu. ABD’nin son otuz yılda işlediği ve işlemeye devam ettiği insanlık suçlarının gerisinde, onun tek kutuplu bir dünya özlemi var.

Eğer ABD “Büyük Ortadoğu” denilen, Fas’dan Orta Asya’ya Suriye’den Afrika Boynuzu’na uzanan bölgeyi, kendi korunmuş egemenlik alanı yapmak üzere bütün bu uğursuz işlere girişiyorsa, bir bölge ülkesi olan TC bunun neresinde duruyor denecektir. Türkiye’nin durduğu yer hiç değişmedi [elbet bir gün mutlaka değişecek]. Türkiye bir saldırı paktı olan NATO’ya dahil olduğu günden beri, hep aynı yerde duruyor. Bir Amerikan uydusu, bir NATO üyesi nerede durabilirse orada duruyor. Ne zaman bölge devletleri ve halkları kolonyalist/ emperyalist Batı’yla karşı karşıya gelse, hep kolonyalistlerin/emperyalistlerin safında yer aldı ve almaya devam ediyor. Şimdilerde de Suriye’ye “demokrasi götürmek” üzere kolları sıvayanların ön safında yer alıyor. Peki neden ön saflarda ve neden gözü dönmüşcesine ve ısrarla yangına körükle gidiyor, bu uğursuz saldırının tarafı oluyor? Türkiye’nin bu saldırgan “şahin dış politikası” emperyalist stratejideki değişikliğin bir sonucu. ABD’nin önceki dönemdeki stratejisi, şok stratejisiydi. Şiddetli bir hava bombardımanıyla, düşman saydığı rejimi çökertiyordu. ABD hegemonyası için Jeostratejik-jeopolitik, ekonomik-ticari öneme sahip ülkeler böylece çökertiyordu. Somali, Sudan, Afganistan, Irak şok stratejisiyle çökertildi... Lâkin, bu devletleri çökertmeyi başarsa da bataklığa saplanmaktan da kurtulamadı. ABD’nin durumu tam da Mao’nun dediğini hatırlatıyordu: “Emperyalistler büyük bir taşı kaldırırlar ama kaldırdıkları taş ayaklarına düşer”. Böylesi bir durumda ve yeni uluslararası güç dengeleri veri iken, artık şok stratejisiyle yola devam etmeyi göze alamıyor. Artık meydan boş değil. Köpeksiz köyde değneksiz gezme dönemi kapanmakta. Hem Suriye’yi ve İran’ı çökertmek istiyor, hem de bunu açık bir saldırıyla yapmak istemiyor. Zira, bölgesel savaşın bir dünya savaşına dönüşme riski çok yüksek ve böyle bir savaşı kazanması mümkün değil. Gerçek durum tam da böyleyken, ABD’nin Suriye’ye yönelik savaşta “ağırdan almasını” başkanlık seçimlerine bağlayanlar çoğunluk. “Konunun uzmanları” öyle söylüyor. Efendim işte Amerika’da başkanlık seçimleri varmış da, böyle bir durumda içeriye odaklanmak gerekiyormuş da... Elbette söylediklerine inanıyorlardır. Yalanı üretenin ona önce kendi inanması işin doğası gereğidir denecektir... Oysa sorun strateji değişikliğiyle ilgili... Kaldı ki, ABD’de seçimler Amerikalıları aldatmak içindir ve hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Hiç bir şeyi değiştirme potansiyeline sahip değildir. Obama yeniden seçilse de, rakibi cumhuriyetçi Romney kazansa da hiç bir şey değişmez. Orada seçimler insanları aldatmak, oyalamak içindir, dış politika da büyük sermayenin çıkarını gerçekleştirmek içindir... Dolayısıyla, saldırı konusu ülkeyi kaos ortamı yaratarak içerden çökertmeye endeksli kaos stratejisi, yeni ortaya çıkan uluslararası güç dengeleri tarafından dayatılan bir şey.... ABD Libya’nın çökertilmesinde pek ön saflarda görünmek istemedi. Avrupalı vasâllerini öne sürdü. Suriye’de daha da geride durmayı yeğlemesi bununla ilgili...

Suriye’deki rejim çökertilecek ama bu iş Afganistan’da, Irak'ta olduğu gibi şiddetli bir hava bombardımanıyla, şiddetli bir saldırıyla değil, iç çatışmaları azdırarak, etnik-din-mezhep kökenli çatışmaları körükleyerek, yıpratma- çürütme, bezdirme sonucu kaos yaratarak yapılacak. Bu işi kotarmak da, Türkiye’ye düşmüş görünüyor. Tabii Suudi Arabistan, Katar gibi Amerikan uydusu Arap monarşilerinin maddi desteğiyle... Dolayısıyla, Suriye halkını zâlim diktatörden kurtarma, oraya demokrasi götürme söylemi sadece utanç verici bir yalan.

Fakat çelişik bir durum var. Başkasının kurduğu oyuna dahil olmak her zaman sorunludur. Başkasının yaptığı hesaba ortak olmak ekseri başını belaya sokma riski taşır. Türkiye’nin hızlı daldığı bataktan artık aynı hızla çıkma şansı yok. Öyleyse kimin batağa girmekte çıkarı var, kimin bataktan uzak durmakta çıkarı var denecektir. TC’nin yöneticileri, “Yeni Osmanlıcı” AKP iktidarı, savaş ortamından besleniyor. Aksi halde Suriye’ye burnunu sokmadan önce kendi Kürt sorununu çözmeye cüret ederdi...

Kendi topraklarında aralarında El-Kaide militanlarının da bulunduğu fanatik dincileri, gözü dönmüş katilleri, paralı askerleri barındırıp, silahlandırıp, eğitip Suriye’ye saldırtan, her türlü istihbarat ve ulaşım kolaylığı ve silah sağlayan Türkiye, bu savaşa zaten çoktan girmiş bulunuyor... Şimdi bir teskere gündeme geldi. Meclis bu amaçla gizli oturum yaptı ve teskere geçti... Neden bir ülkenin parlamentosu gizli oturum yapar? İnsanlar, gidin orada gizli-kapaklı işler çevirin diye mi bu adamları, kadınları “seçip” oraya yolluyor? Bu kapalı oturum ne için yapılıyor? Cevap belli: “Ülkenin yüksek çıkarlarının bir gereği” olarak... Demek ki, ülkenin yüksek çıkarlarını bilen sadece meclistekiler. Bunu tersinden okursanız şöyle ifade etmek gerekecektir: Devletin yüksek çıkarları, halkın bazı şeyleri bilmemesini gerektirir... Hani vekâlet söz konusuydu, temsil söz konusuydu? İşte bunların “temsilî demokrasisi” böyle bir şey... Demokrasi denilenin nasıl sahte bir oyun olduğu ortada değil mi? Bir parlamentonun halktan gizleyeceği bir şey olabilir mi? Oluyor ve bir de ona demokrasi deniyor ve öyle olduğuna inananlar da hayli fazla...

Devletin gerçek niteliğini açığa vuran bir şey de "örtülü ödenektir”. Örtülü ödenek demek, örtülü işler yapılacak demektir. Gayri kanuni, gayri ahlâkî, gayri meşru, işler yapılacak demektir. Mesela örtülü ödenekle cinayetler, katliamlar, komplolar, provakasyonlar… finanse edilecek demektir. “Faili meçhul” denilen cinayetlerin gerisinde örtülü ödenek vardır. İnsanların verdikleri vergilerin bu tür pis ve karanlık, üstelik insanlık suçu kategorisine giren işler için kullanılması, vergi veren “yurttaşları” rahatsız etmiyor olmalı. Daha doğrusu insanlar bu tür saçmalıkları sorun edecek yüksekliğe çıkabilmiş değil. Neden örtülü ödenek var, neden gizli oturum yapıyorsunuz dendiğinde cevap hazırdır: 1. Devletin âlî çıkarları için; 2. Zaten bunlar bütün devletlerde vardır. Başka devletler yapıyor diye sizin de yapmanız mı gerekiyor. Eğer herkes bu işi başkaları da yapıyor diye yapmaya devam ederse, bu işin içinden nasıl çıkılacak?

Her hükümet yetkilisi, her iktidar partisi sözcüsü, artık şimdilerde moda olmuş sözde “bağımsız düşünce kuruluşları” adına konuşan her uzman, hükümetin her yaptığında bir kerâmet bulan zevat ve AKP medyasının tetikçileri ağızlarını her açtıklarında: "Biz savaş istemiyoruz, biz Suriyenin toprak bütünlüğünden yanayız...” diyorlar. Siz hiç bu dünya’da “ben savaş istiyorum” diyeni duydunuz mu? ABD ve NATO’cu müttefikleri hiç biz Afganistan’ı, Irak’ı Somali’yi Sudan’ı Libya’yı... çökerteceğiz dediler mi? Bölüp-parçalayacağız dediler mi? Savaşı her zaman karşı tarafın çıkarması kuraldır... Eğer savaş istemiyorsanız neden ABD-NATO cephesi adına ve Suudiler ve Katar’la birlikte şu rezil vekâlet savaşının [proxy war] baş aktörü oldunuz?

“Ne o ne öteki” saçmalığı...

Suriye’deki savaş söz konusu olduğunda, “bir kısım sol” ve bazı AKP muhibi liberalin, ne Esad, ne dış müdahale şeklinde bir tavır içinde olduğu görülüyor. Ne o ne öteki yaklaşımı, meselenin mahiyetini kavramaktan aciz olanların bir kuruntusudur. Ya sorunu kavramayadıkları için ya da ikiyüzlülüklerini gizlemek için böyle bir tavır içinde olduklarında tek şüphe yoktur... Şahsen tüm emperyalist saldırılara ve savaşlara karşı çıktım. Mesela ABD’nin Irak’a saldırısına karşı çıkmak, Saddam’ın safında olmak mıydı? ABD’nin ve NATO’cu müttefiklerinin Afganistan’a saldırısına karşı çıkmam Taliban tarafında olmak mıydı? Aynı şekilde NATO’cu koalisyon [Türkiye de dahil] Libya’ya saldırdığında bu iğrenç saldırıya karşı çıkmak, Kaddafi’nin tarafını tutmak mıydı? Saldırı gerekçesi neydi? İşte Kaddafi güçleri Bingazi’de katliam yapacak... Öyle bir ihtimal var, o halde saldıralım dediler ve saldırdılar... Oysa öyle bir şeyi kanıtlayan hiç bir şeyin olmadığı sonradan ortaya çıktı ama artık iş işten çoktan geçmişti... Asıl saldırı nedeninin Bingazi’dekilerin kaderi olduğuna ancak ahmaklar inanabilir... Emperyalistlerin insâni kaygılarla bir ilgisi olması mümkün müdür? Böyle bir şey eşyanın tabiatine aykırı değil midir? Peki Bingazi’de katliam riski var diyenlerin saldırısından sonra ne oldu? Ne olduğu ortada: 8 ay süren NATO ve emperyalist uşağı CNT katillerinin saldırısı sonucu ölen insan sayısı 42 yıllık Kaddafi iktidarı döneminde öldürülenler kat be kat fazla... Üstelik ülkenin alt-yapısı da çökertilmiş durumda... Neden “özgürlük savaşçıları” Kaddafiyi önce linç ettiler ardında bir paralı asker tarafından başına kurşun sıkılarak hunharca öldürüldü? Neden gömüldüğü yeri gizlediler... Neden bir mahkemede yargılamaya yanaşmadılar? Yanaşmadılar eğer yargılarlarsa söyleyecekleri şeyler bazı emperyalist devlet başkanlarının ve içerideki hainlerin ayıbını ortaya serebilirdi... Velhasıl ayıbı açığa vurmasını önlediler... Kaddafi’nin linç edilmesinin ardından Amerikan dışişleri bakanı Hilary Clinton: geldik, gördük ve o öldü demişti... Ne denir? Herhalde küstahlığın sınırı yok...

Eğer ortada bir saldıran bir de saldırıya uğrayan varsa, “ne o ne öteki” diyebilir misiniz? Howard Zinn: "Hareket halindeki trende hareketsiz kalamazsınız” derken, tam da bu tür durumlarda “tarafsız” kalınamayacağını imâ ediyordu... Biz bu emperyalist savaşlara, saldırılara karşı çıkarken, asla ne oralardaki otokratik rejimlerin, ne de diktatörlerin safını tutmuş olmuyoruz. Gayet açık, gayet net bir şekilde oradaki emekçi hakların safında yer alıyoruz... Bir adam küçük bir çocuğu hunharca döverken, tarafsız kalabilir, ne o ne öteki diyebilir misiniz?

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Fikret Başkaya ile Söyleşi…

"...Aslında Suriye’de de Libya modelini tekrarlamak istiyorlardı. Suriye’ye pikniğe gider gibi gideceklerini sanıyorlardı. Bölgedeki ve dünyadaki güç dengelerindeki hızlı değişimi dikkate almamışlardı. Bir kere Suriye Libya değil. Kolay yutulur lokma değil. Hem rejime önemli bir halk desteği var hem de Suriye’nin görece güçlü bir ordusu ve etkin bir hava savunma sistemi var..."

Fikret Başkaya ile Türkiye, Suriye, Ortadoğu, ABD, Rusya, Hegemonya ve Rio Zirvesi üzerine söyleşi.


Mehmet Emin Karasu: Türkiye Suriye’nin ‘yakın dostuydu’ ilişkiler hızla bozuldu ve Türkiye Suriye ile savaşın eşiğine geldi. Bu anî değişiklik nasıl açıklanabilir?

Fikret Başkaya: Türkiye kiminle ne zaman dost, ne zaman düşman olacağına kendi karar veremez. Türkiye bir NATO üyesidir ve NATO ittifakı emperyalist bir saldırı paktıdır. Bu da Türkiye’nin komşularıyla ilişkisinin NATO’cu emperyalist kampın ihtiyaçlarına göre biçimlenmesi demektir. ABD, AB, Siyonist İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, vs. den oluşan “Kutsal İttifak” cephesi Suriye’yi çökertme kararı aldı ve Türkiye’ye de bu pis oyunda başrol verildi.

Sözünü ettiginiz cephenin Suriye’ye demokrasi götüreceği söyleniyor?

Afganistan’a, Sudan’a, Irak’a Somali’ye, Libya’ya götürdükleri gibi mi? Yazık ki insanlar her söylenene, her duyduklarına inanmak gibi iflah olmaz bir aymazlık içindeler. Oysa, “her söz her ağıza yakışmaz” denmiştir. Bu dünyada her şey olur da, emperyalist haydutların demokrasi götürmesi diye bir şey asla olmaz. İki nedenden dolayı olamaz: Birincisi, emperyalizmin ve hegemonyanın varlığı, söz konusu ülkede veya ülkelerde demokrasinin engellenmesine bağlıdır. Zira gerçekten demokratik bir ülke dış sömürüye, itilip-kakılmaya izin vermez. Kendi kaderine sahip çıkar, sahip olduğu kaynakların başkaları tarafından yağmalanmasına izin vermez. Demokrasinin varlığı demek, o ülkenin kaderinin orada yaşayanlar tarafından belirlenmesi demektir; İkincisi, demokrasi, haklar ve özgürlükler verilebilir şeyler değildir. Ancak mücadele ile kazanılabilir, korunabilir ve yaşanabilir. Demokrasi leblebi şekeri mi ki, başkalarına vereceksiniz... Bir şey daha var: Sanki Batı’daki demokrasiymiş gibi yaygın bir anlayış geçerli. Aslında oralarda oynanan bir demokrasi oyunu, seçim oyunu, temsil mistifikasyonu... Seçilenler gerçekten seçenleri temsil ediyor mu? Kullandıkları oyun bir karşılığı var mı? Eğer öyleyse olmayan bir şeyi vereceklerini söylüyorlar demektir... Türkiye’nin Suriye’ye demokrasi götürme söylemi sadece saçma değil, aynı zamanda gülünç... Kelin ilacı olsa kendi kafasına sürer denmiştir... Türkiye’deki rejimin demokrasiyle ne kadar ilgisi var? Bir rejimin ne olduğuna kim karar veriyor?

Hakan Mertcan’la bir söyleşinizde, Yanlış hesap Şam’dan döndü demiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Aslında Suriye’de de Libya modelini tekrarlamak istiyorlardı. Suriye’ye pikniğe gider gibi gideceklerini sanıyorlardı. Bölgedeki ve dünyadaki güç dengelerindeki hızlı değişimi dikkate almamışlardı. Bir kere Suriye Libya değil. Kolay yutulur lokma değil. Hem rejime önemli bir halk desteği var hem de Suriye’nin görece güçlü bir ordusu ve etkin bir hava savunma sistemi var. İkincisi Suriye’nin bölgede İran, Lübnan Hizbullahı, Irak gibi güvenebileceği müttefikleri var. Üçüncüsü Rusya Federasyonu ve Rusya’nın da dahil olduğu BRICS beşlisi var [ Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika]. Şimdilerde Rusya Federasyonu yeniden Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir militer güç olarak dünya sahnesindeki yerini almakta. Bir de bu beş ülkenin nüfusunun dünya nüfusunun %43’ünü oluşturduğunu, dünya GSYH’sinin de %25’ini temsil ettiğini unutmamak gerekir. Bu beşli geçen 29 Martta, Yeni Delhi’deki zirvede açıkca NATO’cu kampa: “bundan sonra oyunda biz varız dediler” ve Suriye’ye yönelik bir dış müdahaleye karşı olduklarını ilan ettiler... Bu yeni güçler dengesi tablosu artık 70 yıllık ABD hegemonyası için sonun başlangıcı anlamına geliyor. Yani Sovyet sisteminin çöküşünü izleyen yaklaşık son 20 yıldaki gibi ‘köpeksiz köyde değneksiz gezme’ dönemi kapanmakta. Türkiye oyuna sokulurken oyuna geldiğinin farkında değildi. Tam bir dış politika zaafı söz konusu ama daha önce de söylediğim gibi, hem NATO’cu olmak hem de oyuna gelmemek mümkün değildir. Bir ittifakın ortağıysan gereğini yapmak zorundasındır...

Ama Başbakan ve hükümet sözcüleri biz bütün bunları Türkiye'nin “ulusal çıkarları” için yapıyoruz diyorlar...

Eğer ikiyüzlülüğü sevmiyorlarsa: “biz bunları NATO’cu Kutsal İtifak'ın hesabına yapıyoruz” demeleri gerekirdi... Bir şey daha var tabii... Ulusal çıkarın ne olduğuna kim karar veriyor. Suriye’yle sonucu belirsiz bir savaşa girmemin Türkiye’nin hangi ulusal çıkarıyla ilgisi olabilir. ABD ve müttefikleri istiyor diye savaşa gireceksiniz ve utanmadan Türkiye’nin çıkarındın bahsedeceksiniz... Aslında “ulusal çıkar” gibi kavramların gerçekten neyi ifade ettiğine açıklık getirmek gerekir. Mesela 1914’de Enver Paşa ve arkadaşlarının bir oldu-bittiyle Osmanlı İmparatorluğu'nu emperyalistler arası savaşa sokması milli çıkarın bir gereği miydi? Yönetenlerin çıkarı her zaman yönetilenlerin de çıkarıymış gibi sunulmuştur... Aslında ikiyüzlülüğü sevmiyorsanız, “milli çıkar denilenin egemenlerin, yani mülk sahibi yönetici sınıfların çıkarından başkası değildir” demeniz gerekirdi... Mesela Malatya Kürecik'e kurulan radar kalkanı gerçekten ‘Türkiye’nin ulusal çıkarlarının’ bir gereği midir? Neden daha önce değil de şimdi kuruldu? Aklı başında biri, söz konusu radar üssünün Türkiye’nin çıkarı ve güvenliğiyle ilgili olduğuna inanır mı? Besbelli ki, o da bütün Amerikan üsleri gibi saldırı amaçlı... Yakın hedefte de İran var... İran kimin hesabına hedef tahtasına konuyor? Başta Siyonist İsrail olmak üzere emperyalist çıkarlar için... Başka türlü olabilir mi? Eğer siz, “ NATO’cu cephenin düşmanları benim de düşmanımdır” derseniz o zaman Türkiye’nin her tarafına yerleştirilmiş Amerikan üslerini “ulusal çıkarın” bir gereği sayarsınız ama bunun hiçbir inandırıcılığı olmaz... Neden Kore Savaşı'nda Türk askerlerinin kırdırılması Türkiye’nin ulusal çıkarının bir gereği sayılsın? Onun için egemenlik sistemine karşı mücadele etmeye kararlıysanız, işe bilincinizi özgürleştirerek başlamanız gerekir. Söylenenin ne demeye geldiği hakkında zihin açıklığına sahip olmanız gerekir. Başkasının söylemini kendi söyleminiz sayma aymazlığından uzak durmanız gerekir. Kelimelerin ve kavramların köleleştirici işlevi hakkında düşünce açıklığı gerekir. Aksi halde her zaman aldatılmak, oyuna gelmek, egemen sınıfların değirmenine su taşımaktan kurtulamazsınız...

Son dönemde içeride ve dışarıda, "Türkiye bölgesel güç, Türkiye yükselen yıldız, Türkiye hârikalar yatıyor, Türkiye mucizesi …" türü yaygın bir söylem pompalanıyor. Bunların gerçek bir karşılığı var mı? Ya da ne kadar var?

Elbette Türkiye nüfusu, yüzölçümü, ekonomisi, militer gücü itibariyle bölgenin en önemli ülkelerinden biri. Tabii büyüklük/küçüklük göreceli bir şeydir. Konumunuzu başkalarına göre tarif etmekle ilgilidir. Türkiye’nin son dönemde hârikalar yarattığını kim söylüyor? Ülkenin varını yoğunu yağmalayan yerli yabancı çıkar odakları değil mi? Bir takım göstergelere bakarak oradan bir ülkenin durumunun iyiye gittiği, işlerin yolunda gittiği sonucuna varmak her zaman doğru değildir. Türkiye’nin büyüme performansı, ihracat artışı ve tabii kişi başına düşen gelirdeki artış büyük bir başarı olarak sunuluyor. Bunlar neden işlerin mutlaka iyiye gittiği anlamına gelsin? Nasıl büyüyor? Ne pahasına büyüyor? Büyüme kimin için ne anlama geliyor? Bir ülke sahip olduğu bir doğal kaynağı ihraç ederek yüksek bir büyüme oranına ulaşabilir. Bir gün gelip o doğal kaynak tükendiğinde büyümenin ne demeye geldiği anlaşılır ama artık iş işten geçmiştir. Türkiye’deki büyüme esas itibariyle emperyalist sermayenin Türkiye’yi bir değerlenme alanı olarak seçmesinin sonucu. Türkiye’nin en önemli ihracat kalemlerinden biri, belki de birincisi otomotiv ama Türkiye ne motor üretiyor, ne de elektronik aksam üretiyor. Bu da ekonominin sağlıklı bir iç eklemlenmeden yoksun olması demektir. Eğer teknolojik planda bir üst basamağa terfi etmiyorsanız, küresel ekonomiye uyumlanma tercihi yaparsanız, yani içerdeki işleyiş dış belirleyiciliğe tâbi olursa, geçerli kalkınma André Gunder Frank’ın lümpen kalkınma dediğinin ötesine geçemez... Türkiye neoliberal küreselleşmeyle “uyumlanarak” ancak Lümpen kalkınma üretebilir... Nehirleri, gölleri, denizleri, havayı, suyu, toprağı kirleten, doğal kaynakları tüketen bir büyüme geçerliyse ki, öyle, oradaki büyüme herkes için aynı anlama gelir mi? Bir şey daha var: Büyümenin sonuçları, yani GSYH artışı nasıl bölüşülüyor? Kapitalizm koşullarında birilerinin [azınlık] durumu iyileşirken başkalarının [çoğunluğun] durumunun kötüleşmesi kuraldır. Dolayısıyla yüksek oranlı bir büyümeye pekâlâ yoksulluğun ve sefaletin derinleşmesi eşlik edebilir. Buna doğa tahribatını da eklerseniz, “gerçek büyümenin” ne anlama geldiği anlaşılır. Dolayısıyla aklı başında birinin mevcut durumu bir başarı sayması mümkün değildir...

Türkiye’nin savaş uçağının Suriye tarafından düşürülmesi bir Türkiye-Suriye savaşına neden olur mu? Böyle bir savaş çıkarsa bunun bölgesel ve dünya ölçeğindeki sonuçları ne olabilir?


Türkiye emperyalist saldırı planında baş rol alma tercihi yaparak, kendi topraklarını bir saldırı üssü olarak kullandırarak, silah yardımı yaparak, paralı askerleri [ölüm timleri demek daha doğru] kendi sınırından Suriye’ye sokarak, mülteci kampı görüntüsü altında saldırganlara eğitim ve donanım olanağı sağlayarak, Suriye’ye yönelik yalan ve linç kampanyasında aktif rol alarak, zaten başını belaya soktu. Durum tam da böyle olduğu halde yalan makinası medya, gerçeği tahrif etmek için utanç verici bir çaba içinde... Emperyalist saldırı kampı her ne kadar Suriye’yi çökertmekte, bölüp-parçalamakta, orayı da Irak’a Libya’ya benzetmekte kararlı olsa da, mevcut ‘yeni güç dengeleri’ ortadayken açık bir savaşı göze alamıyor. Çıkaracağı yangının kendini de yakacağından korkuyor... Zira, Suriye’ye Libya ve Irak’da yapıldığı bir hava saldırısının başarı şansı zayıf. İkincisi, Suriye’ye saldırmak İran’a saldırmak demek, Lübnan Hizbullahı'nın anında savaşa dahil olması demek. Dolayısıyla, Suriye’yle savaş bir bölgesel savaş demek. Bölgesel savaş demek Rusya’nın da savaşa girmesi, belki Çin’in de taraf olması demek... Yani bir dünya savaşı demek...Ve öyle bir savaşı emperyalist kampın kazanma şansı yok gibi... Bu yüzden açık bir savaş yerine ülkeyi içerden çökertme planı işliyor. Bundan sonra içerden çökertme çabalarını arttıracaklardır…

“Yeni güçler dengesi” dediğinizden artık ABD hegemonyasının sonu geldi anlamını mı çıkarmak gerekir?


Belki sonun başlangıcı demek daha doğru. Artık ABD’nin her istediğini yapabildiği dönem kapanmakta. Öyle “önleyici savaş” şarkıları söylecek morale artık sahip değil... Hem yeni aktörler sahnedeki yerlerini almakta, hem de Sovyet sisteminin çöküşü sonrası dönemde denklemin dışına çıkan Rusya Federasyonu büyük bir dünya gücü olarak sahneye çıkmış durumda... Bu da 1989 -1990 sonrası durumun artık geçerli olmaması demektir. ABD’nin ve NATO’cu müttefiklerinin pabucu dama atılmakta. Dolayısıyla ‘tek kutuplu dünya‘ artık geçerli değil. Bu açıdan Suriye’ye saldırı teşebbüsü, hegemonya ve dünya jeopolitiği bakımından bir kırılma anı, bir dönüm noktası sayılabilir. Tabi bu durum ABD’nin dünyanın militarizasyonu hedefinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Ama artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak…

O halde bir Türkiye- Suriye savaşı gündemde yok?

Öyle bir şey söylemek doğru olmaz. Görünen o ki, Türkiye Suriye ile bir savaşa girmeye hevesli değil. Ama Suriye’yi çökertmeye de çok hevesli. Nasılsa AKP hükümeti Suriye konusunda tam bir gözü dönmüşlükle haraket ediyor...Velhasıl çelişik bir pozisyon söz konusu. Bu tuhaf durum NATO’cu olmanın bir sonucu... Fakat bu asla savaş olmaz demek değildir. Öyle bir kesinlik yok. Beklenmedik bir provakasyon, beklenmedik bir olay olabilir ve Türkiye kendini istemediği bir savaşın içinde bulabilir...

İsterseniz biraz uzağa gidelim. 20-22 Haziranda Brezilya’nın Rio de Janerio kentinte BM Dünya Zirvesi gerçekleşti. Siz de o konuda bir yazı yazdınız. Bu son zirve 1992’deki zirveden tam 20 yıl sonra gerçekşti. Ve siz geride kalan 20 ylllık dönemde “sürdürülebilir kalkınma” hedefinin gerçekleşmek bir yana işlerin daha da sarpa sardığını söylüyorsunuz... Neden?


Dünyayı bu hale getirenlerle sürdürülebilir kalkınma söylemini dillendirenler aynı odaklar. Doğru hatırlıyorsam, Albert Einstein’in şöyle bir sözü var: “ Bir sorunu onu yaratan yöntemlere başvurarak çözemezsiniz”diyordu... Aslında sürdürülebilir kalkınma kulağa hoş geliyor ama kapitalizm geçerliyken asla gerçekleşme şansı yok... Deniyor ki, ekonomi büyüsün, üretim artsın, tüketim artsın ve bütün bunlar “piyasa ekonomisi” dahilinde olsun ve çevre tahribatı engellensin, ekolojik denge korunsun. Marx bundan 145 yıl önce, “kapitalizmin doğaya ve insana zarar vermeden yol alamayacağını” yazmıştı. O öngörü bu gün fazlasıyla gerçekleşmiş durumda. Hem siz kapitalizmin yıkıcı mantığını sorun etmeyeceksiniz, hem de sürdürülebilir kalkınmadan söz edeceksiniz bu mümkün değildir. Rio’da toplananlar bu günkü sefil gidişin ve ortaya çıkan kepazeliğin sorumluları değil mi? Dolayısıyla sorunu yaratanlardan çözüm beklemek saçmadır. Eğer doğayı korumak, yaşamı güvence altına almak gibi samimi bir niyet taşıyorsanız, bunun kapitalizm koşullarında imkânsız olduğunu da teslim etmeniz gerekir. Daha önce de yazdım, sorun, sermayesinin büyümesinin kalkınmayla özdeş sayılmasından kaynaklanıyor. Sermayenin büyümesiyse doğa tahribatı pahasına ve insanî kötüleşme sayesinde mümkün olabiliyor ve başka türlü olması mümkün değildir... İlk Birleşmiş Milletler Çevre ve kalkınma zirvesi 1972’de Stockholm’de yapıldı. İkincisi 1992'de Rio’da yapıldı ve orada “sürdürülebilir kalkınma” hedefi benimsendi. Aradan geçen dönemde her alanda kötüleşme büyüdü.

1970-2008 aralığında, yani geride kalan yaklaşık 40 yılda biyolojik çeşitlilik %30 oranında azaldı. Karbon gazı salınımı son 20 yılda, yani ilk Rio zirvesinden bu yana %36 artış gösterdi. 300 milyon hektar orman yok oldu. Ne demekse dünyada kent tanımına uymayan 21 adet tuhaf “megapol” ortaya çıktı. 15-20 milyon insanın yaşadığı yer hâlâ kent sayılacak mıdır? Küresel planda sıcaklık % o, 4 oranında arttı... Platistik madde üretimi % 130 büyüdü, okyanuslarda tuzlanma ve kirlenme devasa boyutlara ulaştı, hepsinden önemlisi doğanın kendini ‘yenileme yeteneği’ %40 oranında azılmış durumda. Eğer mevcut eğilimler devam ederse 2030 yılında 2 dünya gerekeceği söyleniyor... Artık tartışmaya, tereddüde mahâl olmayan rahatsız edici bir gerçeklikle karşı karşıyayız, işin şakaya gelir tarafı yok. Öncelikle geride kalan yaklaşık 500 yılda geçerli doğaya küstah yaklaşımın değişmesi gerekiyor. Velhasıl, sermayeyi, kârı ve bireysel zenginliği değil, insanı ve doğayı temel alan yeni bir yaklaşıma, radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var...

Teşekkür ederim

Ben de...

Beyninizi kullanıyor musunuz?



”…bir ANTİASİMİLASYON kampanyası başlatmak istiyorum. Bunun için de bir mekanizma düşündüm… HER GÜN Kürtçe bir cümle, 10 lüzumlu kelime, haftada bir de bir gramer mevzuu öğretilme kampanyası internet sayfasında yayınlanırsa sene sonunda rahat konuşabileceği cümle ve kelime kazanılmağa muktedir olunur… İnsanları beyinlerini kullanmağa, konuşmağa, ana dillerini öğretmeğe aydın insanlarımızın kendilerine vazife edinmesi lazım.

Geçen gün bir televizyon tartışmasında Türk kökenli bir köşe yazarı :
‘’ Ben tek kelime Kürtçe bilmiyorum’’ diyerek nedametine vurgu yapmıştı. Türklerin kibirlerini terk edip, kendilerini Kürtlerden üstün görmek psikolojisinden vazgeçmeleri elzemdir… Bu metotla 800 kelimelik bir kelime hazinesine kavuşulması mümkündür.
Acaba Türkiye deki liderlerin hitabetlerin de kaç kelime kullandıklarını hiç merak ettiniz mi?
Kanaatime göre bir Tayyip Recep, bir Kılıçdaroğlu, bir Bahçeli 800 kelimeden fazla kullanmıyor…”

Dr.İsmet Turanlı.
dr_ismetturanli@mynet.com

İnsanlar yaşamlarını fizyolijikman idame ettirmeleri için yerler, içerler. Hat ta bunu Pavlov’un şartlandırma refleksi ni açıkladığı gibi bebek yaşında ağzına konulan emzikte bile görürüz. Neslin bekası için de seksüel yaşam mekanizması mevcuttur. O andaki davranışımız hayvanlarınkinden hiç fark göstermez. Bu evrim teorisini ispata kâfidir diye düşünüyorum. Cemiyetin yani sosyal yaşamı gerçekleştirmek içinde çalışmak yükümlülüğünü taşıyoruz.

Hayvanlarla insanlar arasındaki fark düşünme ve konuşma fonksiyonuna sahip olmamızdır. Onun içinde ARİSTO ‘’insan SOSYAL bir hayvandır’’ demişti. Birde atasözü vardır. ‘’Hayvanlar koklaşı, koklaşı, insanlar konuşu, konuşu anlaşırlar’’. Yaşar Kemal’in dediği gibi ‘’ Türkler Kürtlerin dilini kestiler’’ yani Kürtçe konuşmağı dahi yasakladılar. Konuşamayan insanın düşünme yeteneği de, kültürü de dumura uğrar. O millet kimliğini kaybeder. Türkler bu yaptıkları zulmün farkında mıdırlar.

Belçika’nın Brüghe şehrinde bir papazın kollosal heykeli vardır. O papaz zamanında kralı eleştirdiği için dilini kesmişler yüzlerce sene önce. SADE’ın da şiir yazmasını önlemek için hapishanede dilini kesmişler. O da akan kanla gene şiir yazmıştır.

İnsanlar görürüm çalıştıkları yerde bütün gün okumadan, düşünmeden bütün gün otururlar. Yahut ta televizyonlar da saatlerce Futbol söyleşileri yaparlar. Gazeteler de sayfalarca futbol, türban, mankenler hakkında kafa yorarlar. Beyinlerini kısmen kullanırlar. Hani türkü söyleseler daha ciddi bir iş yapmış olurlar diye düşünürüm.

Senelerce Kürtlere ana dillerinde eğitim yaptırmamakla çok çirkin bir asimilasyon politikası yürütüldü. Bu politikayı, bu zulmü yürütenlerin insan hakları ve düşünce özgürlüğünden nasiplerini almadıkları bir gerçek.

Kürt aydınlarına bir çağrım var. Bir önerim var. Bütün imkânlarını seferber ederek Kürtçe bilmeyen Kürtlere hatta Türklere Kürtçe öğretmeleridir. Çünkü ana dilini konuşmayı bilenler kimliklerine bilinçlenme, kültürüne sahip olma yetisi artacaktır.

Bu vesile ile bir ANTİASİMİLASYON kampanyası başlatmak istiyorum. Bunun için de bir mekanizma düşündüm. USA’daki başkan seçiminde yeni internet sistemleri başarı ile kullanıldı. Bu gün Türkiye dede pek çok internet sayfası var Kürt politikasına hizmet eden. Bu sayfaları Kürtçe öğreniminde kullanırsak epeyce yol kat etmiş oluruz diye düşündüm. Bir de teknik model oluşturdum. Lisan öğrenmek oldukça zor bir çaba gerektirir. Onu kolaylaştırıcı teknik bir model düşündüm.

HER GÜN Kürtçe bir cümle, 10 lüzumlu kelime, haftada bir de bir gramer mevzuu öğretilme kampanyası internet sayfasında yayınlanırsa sene sonunda rahat konuşabileceği cümle ve kelime kazanılmağa muktedir olunur. Umumiyetle yeni önerilere karşı çıkan çok olur. Azimle yola devam etmek gerekir. Azmin elinden kurtulmak zordur. İnsanları beyinlerini kullanmağa, konuşmağa, ana dillerini öğretmeğe aydın insanlarımızın kendilerine vazife edinmesi lazım. Geçen gün bir televizyon tartışmasında Türk kökenli bir köşe yazarı ‘’ Ben tek kelime Kürtçe bilmiyorum’’ diyerek nedametine vurgu yapmıştı. Türklerin kibirlerini terk edip, kendilerini Kürtlerden üstün görmek psikolojisinden vazgeçmeleri elzemdir.

Bu metotla 800 kelimelik bir kelime hazinesine kavuşulması mümkündür. Acaba Türkiye deki liderlerin hitabetlerin de kaç kelime kullandıklarını hiç merak ettiniz mi? Kanaatime göre bir Tayyip Recep, bir Kılıçdaroğlu, bir Bahçeli 800 kelimeden fazla kullanmıyor.

Adenauer’ın memuarını yazdırmak için 10 bin kelime kullandığını söylerler Almanlar. Bu rakamı da abartılı bulanlar vardır. Mollier’in 40 bin, Shakespear’in 60 bin, Gothe’ninse 80 bin Kelime kullandığı söylenir. Yaşar Kemal’in de kelime hazinesinin zengin bir hafızası olduğu malum.

Denizin yüzünde kalmak için yüzmek bilmek şartsa, Kürtlerin de kimliklerini, kültürlerini yaşatmak için birinci şartın anad illerini bilmeleri ve siyasetçilerin de bunu bütün imkânlarını kullanarak önlemeğe çalıştığını bilerek kendi kendilerini bu kampanyaya seferber etmeleri bilincini sağlamaları gerekir.

Kürtler iptidai bir vasıta olan silahın yerine beyinlerini kullanmalarının ne kadar lüzumlu olduğunu takdir etmeleri, GANDHİ’yi örnek almaları icap etmez mi? Türklerin silahı tercih etmeleri akıllarına güvensizliklerinden ziyade üstün ırk ( Kemalist )ideolojisine inandırılmalarından ötürüdür.

Türkiye de en zor problemiz beynimizi kullanmak zahmetine katlanamayışımızdır.





5 Haziran 2012 Salı

Yalan!..





Fikret Başkaya

Marx, Ludwig Kugelmann’e yazdığı 27 Temmuz 1871 tarihli mektupta, Paris Komünü’yle ilgili olarak: “Şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu zamanında Hrıstiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemesine yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bu gün günlük basın ve telgrafın bir günde yaydığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır”, diyordu. Acaba yaşıyor olsaydı bu günkü sefil manzara hakkında ne derdi? Emperyalist burjuvazinin bu ölçüde yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üretebilmesiyle, iletişim teknolojisindeki devasa gelişme arasında bağ kurar mıydı? Şimdilerde yeryüzünün egemenlerinin iktidarı sadece ekonomik/finansal/politik ve militer güce dayanmıyor. Aynı zamanda medyatik iktidara da dayanıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında savaşlar önce medyatik alanda kazanılıyor... Önce bir devleti çökertme kararı veriliyor [ tabii çökertme demiyorlar “regime change” diyorlar]. Ardından medyatik yalanlar devreye sokuluyor. Çökertilmesi gereken devlet ya teröre destek veriyordur, teröristleri koruyup/ destekliyordur, ya kitle imha silahlarına sahiptir, ya da halkına zulmeden bir rejime sahiptir, demokrasi özürlüdür... Tabii ‘uygar dünyanın’ böyle sevimsiz durumlara göz yumması, görmezlikten gelmesi, içine sindirmesi beklenemez... Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının timsâli olan kapitalist-emperyalist-kolonyalist Batı, kötülüğü bertaraf etmek için hareke geçiyor ve bir medyatik savaş başlatılıyor... Artık o aşamadan sonra her yalan hakikâttir...

Bir Fransız atasözü: “Köpeğini boğmaya karar veren, köpeğinin kuduz olduğunu söyler“ der. Şimdilerde emperyalist ABD ve müttefikleri, çökertmeye karar verdikleri devletler hakkında istedikleri yalanı üretme ve yayma, kendi beyinsizleştirilmiş, alık insanlarını, bencil komuoylarını ve dünyanın geri kalanındaki çoğunluğu aldatma ve kandırma yeteteğine sahipler... Önce bir Üçüncü Dünya ülkesindeki durumdan “Uluslararası toplum” rahatsızlık duymaya başlıyor... Medya “uluslararası toplumun” oradaki duruma sessiz kalamayacağına dair yayınlar yapıyor, üretilen yalanı büyütüyor ve hızla yayıyor. Kimse şu lânet olası “uluslarası toplumun” kimlerden oluştuğunu pek merak etmiyor... “Uluslararası toplum” denilen ABD ve onun dümen suyundaki AB ve Japonya’dan ibarettir. Aslında NATO’cu cepheden başkası değildir... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Çin, Suriye’ye yönelik NATO saldırısına karşı çıkıp, karar tasarısını veto ettiklerinde, küresel egemen medya bu iki devletin “uluslararası topluma” karşı olduğunu duyurdu. Öyle bir uluslarası toplum ki, nerdeyse dünya nüfusunun %20’sini oluşturan bu iki büyük devlet ona dahil değil... Daha doğrusu tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri denklemin dışında... Medyatik iktidar ve ideolojik egemenlik, şeylerin gerçeğini anlamayı engelliyor. Epey zamandır ‘medeniyetler çatışması’ diye bir yalan üretildi. Ve insanlar bu yalana inandırıldı. Oysa, asgari akıl, sağduyu ve muhakeme yeteneğine sahip bir insanın, medeniyetlerin çatışması diye bir şeyin saçma olduğunu bilmesi gerekirdi!. Türkiye hükümetleri, özellikle neoliberalizmin sadık neferi AKP hükümeti bu yalanı çok sevdi ve sahnelenen oyunda aktif rol aldı. Elbette medeniyetler çatışması diye bir şey olursa, “medeniyetler ittifakı” diye bir şey de olurdu... Şimdilerde Türkiye başta olmak üzere, medeniyetler ittifakının tesisi için yoğun çaba harcanıyor... Medeniyetlerin çatışması eşyanın tabiatine aykırıdır ve orada çatışan çıkarlardır, iktidar ve hegemonya mücadelesidir, son tahlilde de sınıfsal bir mücadele söz konusudur ama böylesi bir yalan emperyalist statükonun devamı için son derecede işlevseldir...

Yakın zamanda Yemen’de bir El- Kaide militanının yakalandığı, üzerinde hava alanlarındaki dedektöre yakalanmayan, metal olmayan bir bomba bulunduğu, bombanın iç çamaşırı içinde taşınabildiğini, velhasıl El- Kaide’nin donda taşınabilecek kadar küçük ama son derece etkili bir silah ürettiği yalanı peydahlandı ve egemen medya tarafından servis edildi... Yalan duyulduğunda da “gerçek oldu”... Oysa, söz konusu olan tam bir CIA operasyonuydu... Her zamanki yalanların sonunucusuydu. Aslında bizzat El- Kaide denilen de bir CIA ürünü, made in USA bir yalan değil miydi? İşin esasına bakılırsa ortada El- Kaide diye bir örgüt gerçekten var mı yokmu belli değil... ABD, İngiliz, Fransız, Alman, İsrail, vb. istihbarat örgütlerinin peydahladığı, yönlendirdiği, kullandığı terör çetelerine verilen ortak ad, bir tür paravan olduğunu iddia etmek mümkün... Kendi şefini bile korumaktan aciz bir örgütün öyle etkili bir silah üretmesi mümkün müdür? Eğer bu yalana itibar edilirse, bu, El- Kaidenin dünyanın en gelişmiş, en donanımlı laboratuvarına sahip olduğu demeye gelecektir... Lâkin yalanla ilgili kâr alanını, ekonomik çıkarları angaje eden bir sorun var. Eğer bu son teknoloji harikası silah bahane edilerek, hava alanlarında don muayenesi için her yolcunun soyunması zorunlu hale gelirse, bunun için de mesela her yolcu için 3 dakika soyunma/giyinme zamanı gerekirse ve insanlar bu aşağılanmaya ve kepazeliğe itiraz etmezse, bu, 180 yolcu taşıyan bir uçağın havalanması için 540 dakika, yani tam 9 saat gecikme, kârların uçup gitmesi ve havacılık şirketlerinin iflası demektir... Tabii buna söz konusu şirketlerinin evet demesi mümkün değildir...

Fakat emperyalist yalanlarla ilgili rahatsız edici bir şey daha var: Sanki insanlar yalana doymuyor... Irak’a birinci emperyalist saldırı için “uluslararası hukuk” bahane edildi. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmişti, bu bir saldırı nedeni sayıldı...Elbette benzer işgaller başka yerlerde olduğunda kimse “uluslararası hukuku” hatırlamadı... Çünkü işler ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinden yürüyordu... Sonra El- Kaide liderini saklıyor diye Afganistan’a saldırdılar. Ardından kitle imha silahlarına sahip diye Irak’a ikinci bir saldırı yapıldı ve güzelim ülke çökertildi. Benzer şeyler Somali ve Sudan için de geçerliydi ve sonuç mâlûm... Sonra sıra Libya’ya geldi ve artık orada geçerli olan terör ve kaos... Ve sırada Suriye var ama çökertme kararı daha 2001 ‘de verilmişti ve 2008 sonrasında yıkım için kollar sıvanmıştı. Amerikan, Fransız, İngiliz ve İsrail... ajanları gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldüler. Arap Baharıyla Suriye’yi çökertme planı için koşulların olgunlaştığına karar verildi ve hareket geçildi...

Suriye’de özellikle 2000’li yılların başından beri uygulanan neoliberal politikalar ve rejimin neoliberalizmle “uyumlanma” tercihi, gelir dağılımı dengesizliğini, yoksulluğu ve sefaleti büyütmüştü. Tunus’da ve Mısır’da patlayan devrimlerin Suriye’de yankılanmaması mümkün değildi. Halk hem sosyal kötüleşmeye hem de otokrasiye karşı, daha çok refah, insanca yaşama, demokrasi ve özgürlük talebiyle sokağa döküldü. Tepkisini şiddet içermeyen bir şekilde ortaya koydu. İşte bu durum “rejim değiştirme” konusunda tecrübeli emperyalistler, başta ABD olmak üzere NATO cephesi ve tabii NATO’nun en sadık üyesi Türkiye [ AKP hükümeti densin], Siyonist İsrail ve başta Suudiler ve Katar olmak üzere Ortadoğu’nun ne kadar pro-siyonist ve pro-emperyalist Arap monarşisi varsa rejimi çökertmek için bu durumu fırsat saydılar... Herşeye rağmen Esat rejimi emperyalistler için yaşamasına izin verilmemesi gereken bir rejim olarak görülüyordu. Zira, tüm eksikliklerine ve zaaflarına rağmen emperyalizmin her isteğini yapmayan bir rejim söz konusuydu. Daha önce de yazdığım gibi, asıl amaç İran’ı çökertmekti ve İran’ı çökertmenin yolu Suriye’den geçiyordu... Suriye’yi çökertmek Lübnan Hizbullahını da etkisizleştirmek demektir. İranı çökertmek, Rusya’yı, Hindistan’ı ve Çin’i kuşatma planının bir aşaması olarak görülüyor.

Neden kuşatmak istedikleri de mâlûm...


Barışcıl amaçlı gösteriler, hızla Türkiye, Lübnan ve Ürdün’den Suriye’ye sokulan ve içerdeki dinci fanatiklerle buluşan, özellikle Afganistan, Irak ve Libya’da savaş deneyimi edinmiş fanatik paralı askerler, katliam timleri tarafından amaca yabancılaştırıldı ve kitle geri çekildi. Sokak, devlet görevlilerini, polisleri, askerleri, kadınları, çocukları, yaşlı-genç, ayrım gözetmeksizin herkesi hunharca ketleden katillere kaldı. İşte ‘Özgür Suriye Ordusu” denilen bu çapulcu taifesinden oluşuyor. Aslında tamı tamına Türkiye tarafından yönetilen, Türkiye tarafından silahlandırılıp eğitilen, asla özgür olmayan bir katiller gürühu... Katar ve Suudi Arabistan’ın parası, emperyalistlerin sofistike sihahlarıyla teçhiz ediliyorlar ve medyanın yalanlarından ve diplomatik manevralarından güç alarak katletmeye devam ediyorlar... Bunların iktidara geldikleri durumu hayal edebiliyor musunuz? Bu cinayetleri Müslümanlık adına yaptığı söyleyen paralı askerler aslında bu işi emperyalizm, siyonist İsrail , Türkiye ve gerici bölge monarşileri adına yapıyorlar... Lâkin çelişik ve rahatsız edici bir şey var: Bunlar ne kadar çok katliam yaparsa, bu “insanî yardım” için bir gerekçe oluşturuyor... “İnsani yardımı” gerekçelendirmek için insanlar öldürülüyor... Medya tüm katilamların faili olarak, Beşar Esad’ın askerini ve polisini gösteriyor. Velhasıl yalan makinası üzerine düşeni iyi yapıyor... Ve kısa zamanda şöyle bir algı yaratıldı: Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle sokağa dökülen, halkı katleden gözü dönmüş bir diktatör var. Bu diktatör gitmeli ve demokratik bir rejim kurulmalıdır... Sanırsınız ki, emperyalistlerin, Türkiye’nin, Siyonist İsrail’in ve gerici Arap monarşilerinin demokrasi ve özgürlük diye bir dertleri var...

Annan Planı bir oyundu...

Suriye’yi çökertme planının yürümesi, terörün yoğunluğunun ve kapsamının artışına endeksliydi. Fakat emperyalist saldırıyı gerekçelendirmek için de diplomatik ‘ara adımlar’ gerekiyordu. Plan şu idi: Bir ateşkes için BM eski genel sekreteri Koffi Annan bir plan yapmakla görevlendirildi. Lâkin, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] kurulduğu günden beri, tüm BM genel sekreterlerinin aslında ABD’nin genel sekreteri olduğunun bilinmesi gerekir. Uzağa gitmeye gerek yok, Ban ki-Moon’a bakmak yeter. Zaten BM örgütünün asıl misyonu ve varlık nedeni de, ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu meşrulaştırıp-sürdürmekti. Dolayısıyla örgüt her zaman yapılanları müşrulaştırmanın hizmetindeydi. Plan ateşkes öngörüyordu ama katillere asla silah bıkakmamaları emredilmişti. Tam tersine silah personel ve para sevkiyatı artırıyordu. Böylece, isyancılar tarafından yapılan her katliam hükümete fatura edilecek, bu amaçla medya utanmaz tavrını sürdürecekti. Ve “uluslararası toplum” artık şunu söylebilirdi: “Görüyorsunuz, Beşar Esad ateşkese uymuyor. Sivil halkı katletmeye devam ediyor...” Ateşkes demek iki tarafın da ateşi kesmesi değil midir? Tek taraflı ateskes olamayacağına göre... Son El Hula katliamının açıkça isyancılar tarafından yapıldığı bilindiği halde medya ağız birliği ederek onu rejimin üstüne attı... Egemen medya yalanı büyütüp yayma konusunda elinden geleni yaptı... Oysa Annan’ı davet eden Beşar Esad’dı. Çatışma ortamına dair gerçeği anlamasını dünyaya duyurmasını istiyordu. Aslında Esad’ın bu girişimi, olmayan duaya amin demek gibi bir şeydi... Bu amaçla Annan’ı davet eden biri onun gelişinden bir gün önce böyle bir katliam yapar mıydı? Başta yürümemesi istenen planın yürümediği böylece “kanıtlanınca” artık “insânî yardım”, “insânî müdahale” cephesi kolları sıvayabilirdi. Utanmazca diplomatik ayıp işlediler, Suriye’nin diplomatik personelini ülkelerinden attılar... Böylece Suriye’yi çömertme palınını bir adım daha öteye taşımış oldular... Aslında Suriye’de olup bitenler insanlığın ve uygarlığın sefil durumu hakkında da bir fikir veriyor... İnsanı insanlığından utandıran sefil bir durum...

Türkiye ‘yardım ve yataklık yapıyor’, insanlık suçu işliyor

AKP hükümeti Suriye’yi çökertme planının en hevesli uygulayıcılarından biri. Topraklarını katillere bir üs olarak kullandırarak, “mülteci kampı” görüntüsü altında eğitim kampları oluşturarak, silah ve savaşcı sevkiyatını kolaylaştırarak, her türlü yardımı yaparak... Bu hükümet neden komşu bir ülkenin halkına karşı yürütülen bu uğursuz savaşta bu kadar hevesli ve aceleci davranıyor... Neden NATO bir an önce saldırsın diye çırpınıyor? Öyle görünüyor ki, bu işte NATO’cu dostları, gerici Arap Monarşileri ve Siyonist İsrail tarafından Türkiye’ye başrol verilmiş... NATO’cu bir ülke olan, topraklarında ne kadar Amerikan üssü olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir rejimin böyle bir görevi severek üstlenmesi anlaşılır bir şey. Lâkin, AKP hükümetinin sahnelenen oyunun baş aktörü olmak istemesi, sadece onun bağnaz NATO’culuğuyla açıklanamaz. Özellikle Irak’ın parçalanması ve 2006 da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail saldırısını püskürtmesinden sonra, bölgede İran, Suriye, Irak ve Hizbullah’tan oluşan bir eksen oluştu. Türkiye bu ekseni kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Suriye’nin çökertilmesinin çantada keklik olduğu düşüncesinden hareketle, çökertilmiş Suriye’de söz hakkına kavuşacağını düşünüyor. Ve oluşmakta olan bu Şii eksen karşısında Arap monarşileriyle bir Sunni eksen oluşturmayı arzuluyor... Bir de enerjiyle, özellikle de doğal gazla ilgili kaygılar var. Zira Akdeniz’in doğusunda denizde ve karada zengin doğal gaz rezervleri keşefedilmiş durumda... Bütün bunlar hütümetin şahin tavrını açıklayan nedenler ama asla insânî kaygılar söz konusu değil... Demokrasi ve özgürlük gibi kaygılarsa asla... Öyle olmadığını anlamak için içeriye bakmak yeterli... Bu vesileyle Türkiye’deki devlet dininin çapı da bir defa daha ortaya çıkmış oldu... Bizim müslümanlar Suriye ve başka yerlerde “kardeşlerinin” emperyalistler tarafından katledilmesi karşısında kıllarını kapırdatmak bir yana, AKP’nin şahin politikasını destekliyorlar... Devlet dini de zaten böyle bir şey değil midir?

Muhalefet Suriye konusunda sınıfta kaldı...

Türkiye’de sol muhalefet yazık ki, Suriye sınavında başarısız oldu. Oyanan oyunu, yapılan hesapları, gerçek niyetleri teşhir etmeye yanaşmadı. Yapması gerekenleri yapmadı... Bu güne kadar gür bir sesin çıkmamış olması büyük bir talihsizliktir. Sol, bütün bir bölgeyi yakacak, üstelik bir dünya savaşını bile tetikleme potansiyeli taşıyan emperyalist komployu dert etmezse eğer, neyi dert edecek? Bu duyarsızlığı, umursamazılığı, yok saymayı kim nasıl açıklayabilir? Oysa, insânî, ahlâki ve politik nedenlerle, Suriye halkının yanında yer aldığını, onu desteklediğini yüksek sesle dosta düşmana duyurması gerekiyordu... Bazı sol çevreler tuhaf bir şekilde, savaşa karşı çıkmanın otokrasininin safında yer almak demeye geleceğini düşüyorsa, buna belki kendileri inanabilirler ama başkalarını inandırmak mümkün olmaz. Emperyalist saldırıya karşı çıkmak neden rejimin safında yer almak olsun? Aslında bu atalet, olsa olsa bir şey yapmamanın, yapmak istememin mazereti olabilir ancak... Fakat herşeye rağmen hâlâ bir şeyler yapmak mümkün...













Türkiye de bilgi noksanlığından doğan hukuki tenakuzlar..





Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

1.Bakan Akdağ diyor ki: Sezaryen ameliyatın da rahim yarılıyor. Rahmin uzunlamasına yarılması tekniği çoktan geride kaldı. Şimdi rahmin alt bölümünde adale ayrılıştırılıyor. Yarma, kesme yoktur, dolayısı ile de ikinci doğumda rüptür (Rahmin çatlaması) olmuyor.

2.(Once a Section, always Section,) prensibi yanlıştır. Sezaryen geçirmişlere ikinci gebeliğin dede sezaryen yapma mecburiyeti yoktur. Birinci doğumda çocuğa bağlı indikasyon varsa, müteakip gebelikte gebelik normal seyredebilir ve sezaryene lüzum kalmaz. Birinci doğumunu sezaryenle yapıldığı halde sonrakileri normal doğuranlar çoktur.

3.Gebelik takiplerinin gereği gibi yapılamayan köylü kadınlar da doğuma yakın devrede çeşitli patolojik durumların sıkça görülmesi de sezaryen indikasyonuna ihtiyaç gösterir.

4.Üniversite hastanelerinde patolojik vakalar toplandığı için, oralarda sezaryen nispeti yüksek olabilir. Birkaç sene önce bir tıbbi kongre için gittiğim Diyarbakır da bir senede 80 kadının doğumda yaşamını kaybettiğini duydum. Patolojik doğumlarda sezaryen nispetinin artması anne ölümlerinin azaldığını göstermiştir.

5.Dini içtihatlara göre, hatta embryolojik bilgilere göre yaşamın Embryo devrinde başladığı kabul edilir. Onun için Almanya da Embryonun dondurulması yasaktır. Ancak Oocyt(yumurta), sperm (tohum) safhasında dondurmak serbesttir. PID yani embryonun transferinden ( naklinden) önce genetik muayene Almanya da yasaktır. Sağlam olmayan Embryolar nakledilmez. İmha edilir. Hayat Embryo devrinde başlıyorsa Türkiye deki kanunlar nasıl oluyor da PID ye müsaade ediliyor. Bu kanuni bir tenakuz sayılmaz mı? Kadın azrusu hilafına kocası tarafından cinsi temasa zorlanırsa cezai müstelzim sayılmıyor mu? O zaman kadın kocasını dava edebilir ve ırza geçilerek edinilmiş bir gebeliğe kürtaj vacip olmaz mı?

6.Güya dini inançlara göre fötüse 3 aylıkken hayat üflenirmiş. İslam dini üfürükçülüğe müsaade etmez . Diyanet işleri eski başkanı Prof. Ateş Kuran’da böyle üfleme olayı diye bir ayet olmadığını söyledi.

Kürtaj ve sezaryen mevzuunda bilgisi kıt olan hekimlerin, hele hele erkeklerin, hiçbir siyasinin bu hususta ahkâm kesmesi tababette cahiliye devrini aşamadığımızı gösteriyor.

Benim 50 seneden fazla tecrübelerime göre karar mercii Kadınların kendileridir. Bademcik yahut Apandisit ameliyatı olacak erkeğe, Vasektomi (Kısırlaştırıcı ameliyat) yaptıracak erkek eşinin fikrini soruyor mu?. Erkeğin vücudu kendisine aitse, Kadının vücudu hakkında karar vermesi Kadınlara aittir. Batı da Kadınlar bünyelerinin kendilerine ait olduğunu, kocalarının bir mülkü olmadığına inanırlar. Bizim için oldukça ,ahlaken kabul edilemez bir inanışta batıda seksualitenin yemek, içmek gibi ruhi-fizyolojik bir ihtiyaç olduğu ve eşlerle yapılması mecburiyeti olmadığıdır. İster erkek, ister kadın seksualiteyi sevgi ve saygı dışı olduğuna inanırlar.

7.Şöför Osso’nun 11 çocuğu vardı. Bir de özürlü torunu. Yürüyemeyen, konuşamayan 3 yaşında torunu. Köyde çok kısıtlı ortamlarda yaşıyorlardı. Kendisi ve iki yetişmiş oğlu da işsizdi Fakirliğine kendisin sebep olduğunu, bu kadar çok çocuğa ihtiyacı var mı? Diye sordum. Osso’nun cevabı: Gebelikten korunma imkânlarını bilmediğimiz gibi, onları temin edecek mali imkânımızda yoktu. Ayrıca eşimi doktora götüremedim. Doktorun namahrem olduğuna inanıyorduk.

8.Hayretler içinde kaldığım bir hatıramda, Los Angeles’den New York’ a gittiğim bir uçakta yanımda bir Amerikalı mimar oturuyordu. Mesleğimin Jinekoloji olduğunu söyleyince, bana dönüp, Jinekologları hiç sevmediğini söyledi. Sebebini sorunca, onların eşinin mahrem yerleriyle meşgul olduklarından dolayı olduğunu söyledi. Biz dede kadın Jinekologların erkeklere nazaran en azından iki misli hastası olduğu bir gerçektir. Erkeklerinde kadın Ürologlara pek muayene olmadıklarını biliyorum.

Bakan diyor ki: Tecavüz edilen de, tecavüz neticesi doğan da çocukta temizdir. Tecavüz edilene pissin diyen yoktur. Masumdur, mağdurdur. Gebe kalmışsa törelere göre zecm tatbik edilmiyor mu? Bu durum İsa, Musa zamanından beri böyledir. Bu zihniyet değişmedikçe onalar temiz demek mugalatadır. Başbakana BİAT’tır. Başbakanla aşı mevzuunda ters düşünce hicap duymak yerine, istifa etmesi yerine ikbal uğruna bakanlık sandalyesine bağlı kalmıştır. ‘’Ben başarılı bir bakanım’’ diyor. Daha ortada bakanlığın hiçbir çalışması olmadan, başbakanın çağrısından sonra, çıkarılacak kanunun gerekçelerinden bahsediyor Kürtaj ve sezaryen mevzuunda aktüel durumdan bihaber olduğu beyanatlarından açığa çıkmıştır. Nesebi gayri sahihlere Türkiye de PİÇ denmiyor mu>? O çocuğun istikbalde mahcubiyetini, travmasını bakan yüreğinde duyacak mıdır?. Bir anne her nasıl olursa olsun doğurduğu, dokuz ay karnında taşıdığı çocuğu devletin himayesine terk eder mi? Bütün bunları bakanın idrak etmemesi( Türkiye de genel de olduğu gibi) psikosomatik tababet eğitimi görmediğinden ileri gelmektedir.

Antalya. 02.06.12