28 Şubat 2012 Salı

TÜRKİYE TÜRKLERİNSE, KÜRDİSTAN DA KÜRTLERİN!


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Hürriyet gazetesinin manşetin de TÜRKİYE TÜRTKLERİNDİR diyor. Lozan da dörde bölünen Kürdistan dada Kürtler yaşıyor. Bu coğrafi yönden bölünmüş görünen Kürtler ilelebet dörde bölük mü yaşasın sorduğum da milliyetçi geçinen Türklerde EVET diyemiyor.
Irak devleti içinde Kürdistan federal devleti yakında otonomisini, devlet yapılanmasını dünyaya duyuracak. Dikta rejimi Suriye devrim niteliğinde demokratik bir adım atarak, şimdiye kadar kimliklerini tanımadıkları,Kürtlere ana dillerinde eğitim yapan okulların açılmasına müsaade etti.İran da isyancı Kürtlerle ateşkeste anlaştı. Bütün bunlar barışa yönelik yaklaşımlar. Türkiye de Kürtler ve Kürdistan de FACTO ayrılmış olmasına rağmen Türkiye de ki siyasiler, medyanın her mevzuda kendilerini söz sahibi zanneden kalemşörleri başlarını kuma sokmuş bir tarzda Kürdistan gerçeklerini görmemezlikten gelmekte israrlı görünüyorlar. Bunu damarlarında ki asil kanın gereği sayıyorlar. Aksini düşünmenin bölücü damgası yiyeceklerinden korkuyorlar. Türkiye’nin Kürdistanın batısında kalan bölümü elbette Türklerindir. Kürdistan da Kürtlerindir. Böyle söylemekle bölücülük yapmıyor bir gerçeği açıklamış olduğumu söylemeye çalışıyorum.
Bugün Anadolu’nun Kürdistan bölgesinde siyaseten CHP ve MHP yoktur. Onların söz hakkı da olmaması da gerekir. AK parti o bölge de oyların % 50 sini aldığını söylese de bu hakikati ifade etmez. Şöyle ki; Ak parti şayet Kürt kökenli adaylar yerine Türklerden aday gösterselerdi aldıkları oyun % 75 ini kaybederdi. Onu da yaptığı hizmetlere borçludur. Yoksa Kürdistan da Kürtler, ümmi kadınlar bile kimliklerine bilinçlenmişler, ana dillerine de sahip çıkmaktalar. Artık o bölge de yaşam itibari ile Türklerden tamamen ayrışmış görülüyor. Konuşulan dil Kürtçe, söylenen türküler Kürtçe, yeme, ,içme Kürt ananesinde, giyim kuşam hakeza. Görünüşte yazılı dilde de Kürtçe harfler kullanılmakta. Acı bir gerçek ise Türklerin asimilasyon politikası sayesin de , Diyarbakır belediye başkanının ifade ettiği gibi, çocuklar aralarında Türkçe konuşuyorlar. Buna rağmen hiç sıkılmadan asimilasyon yapılmamıştır diyen siyasiler var.
Demokrasinin henüz gelişmediği komşu devletler de Kürtlerin kazandıkları özgürlük imkânları, kendisini ileri demokrasi örneği iddiasında ki Türkiye de Kürtler daha yüksek sesle özgürlük haklarınıduyurmaları bölücülükle suçlanamaz. Tarihin seyrini durdurmak artık mümkün değil. Bütün Kürdistan da Kürtlerin olacağı istikametindedir. Bu gerçek öylesine kabul görmüştür ki kimisi federasyondan, kimisi bölgesel özerklikten, bazıları da yerel idarelerin kuvvetlendirilmesi tarzında ifade edilmektedir. Er veya geç Kürtlerin ilelebet dörde bölük yaşayamayacağı, Kürdistan’ın aslına rücu üniter bir devlet şekline geçeceği yakın bir ihtimal dâhilin de görülüyor. Taraflar gerçeği kavradığı takdir de bu yeni yapılanmanın kanlı olmaması gerekir. Artık silahların terkedilip dialogların devreye girmesi kaçınılamaz. Bu gelişmeye silah tacirleri müsaade eder mi? Emperyalist güçler fırsat verir mi ?.Artık tarafların bu tuzaklara düşmeden tarihin normal seyrine müdahale etmemeleri lazım. Gençlerinin katline vicdanların karşı koyması,anaların da, babaların da, yetim çocuklarında gözyaşlarına, sabırlara son verilmelidir.
Köln. 24.02.12


21 Şubat 2012 Salı

Netekim... bugünkü dersimizin konusu: “Hukuk Devleti”



















Fikret Başkaya         

“Şeyleri değiştirmek mümkün olmadığında, kelimeler değiştirilir”(*)
                                                                                                                                                                              Yüksek devlet ricâlinin adamları [kadınlar pek yoktur], siyasetçiler, akademisyenler, köşe yazarları ve televizyon yorumcuları, “konunun uzmanları” ve  ne demekse “terör uzmanları”... söze: “ Türkiye bir hukuk devletidir”le başlıyorlar. Sanırsınız ki, bu dünyada hukuku olmayan bir devlet mümkündür... Bu, sirke ekşidir demek gibi bir şey. Siz hiç sirke diyenin onun ekşiliğini de telaffuz ettiğini duydunuz mu? Eğer hukuku olmayan bir devlet mümkün değilse, şu “hukuk devleti” meselesi de ne demek oluyor? Daha önce hukuk devleti değil miydi? Ne zamandan beri hukuk devleti oldu? Ne değişti de hukuk devleti oldu? Kenan Evren anayasasında öyle yazıldığı için mi? Kelimelerin ve kavramların önüne niteleme sıfatları boşuna eklenmez. Amaç bir şeyi, bir olguyu, olduğundan farklı  [yeni/daha iyi] bir şeymiş gibi göstermektir. Şimdilerde pazarlama uzmanları bu işi çok iyi yapıyor. Esasen ideolojik manipülasyon uzmanlarının yaptığı da zaten bir tür pazarlamadır... Cunta anayasasının ikinci maddesinde: “Türkiye bir hukuk devletidir” deniyor. Oysa söz konusu anayasa devlet terör rejimini kurumsallaştırmak amacıyla yapılmıştı. Eğer öyleyse 1982 anayasının ilgili maddesinde: “Türkiye bir devlet terör rejimidir” yazılması gerekmez miydi? Söz konusu olan, varlığı ve bekâsı evrensel hukuk ve adalet ilkelerinin inkârına dayalı bir rejim değil miydi? O halde ideolojik manipülasyonun bu kadar kolay yapılması nasıl açıklanacak. Her halde bu durum, politik kültürün azgelişmişliğiyle, entellektüel gerilikle açıklanabilir...
Türkiye’de olup-bitenleri anlamak gibi bir kaygısı olanların öncelikle resmi ideoloji ve  resmi söylemle arasına mesafe koyması ve tabii her söylenene de inanmaması gerekiyor. Okullarda aldığı köreltici eğitimle hesaplaşması gerekir. Bilindiği gibi, her devletin bir “Raison d’Éstat”sı vardır. Raison d’État, devletin “yüksek çıkarları” için kendi hukukunun dışına çıkması, hukuk dışı, ahlâkla, vicdanla, adaletle, insan haysiyetiyle bağdaşmayan gayri meşru işler yapması demektir. Devlet, bu amaç için oluşturulmuş kurumları ve görevlendirilmiş “adamları” vasıtasıyla cinayetler işler, kitle katliamları yapar, komplo ve provokasyonlar tertipler, insanları “kaybeder”... Yüksek çıkarın ne olduğuna da, mülk sahibi egemenler adına devletin tepesindeki dar bir ekip karar verir. Bu işlerin finansmanı da “örtülü ödenekten” yapılır. Bütçeden örtülü ödenek için fon ayrılması demek “örtülü işler” yapılacak demektir. Daha yalın ifade edilirse, örtülü ödenek demek,  en azından gayri ahlâkî bir şeyler yapılacak demektir...  Bir devletin halktan gizlenmesi gereken ne gibi bir “yüksek çıkarı” olabilir? “Yüksek çıkarın” ne olduğunu bilen bu adamların bu müstesna yeteneği nereden kaynaklanıyor? Eğer devletin “yüksek çıkarı” diye bir şeyin varlığı kabul edilirse, o zaman bir de “devletin alçak çıkarı” var demektir... O halde “yüksek çıkarla” “alçak çıkar” arasında nasıl bir ilişki olabilir? Halkın oylarıyla seçilenlerden oluşan parlamentolarda neden “gizli oturumlar” yapılır? Parlamento üyelerinin kendilerini seçip oraya getiren halktan gizleyeceği ne olabilir? Gerçekten halktan gizlemeyi gerektiren bir şey olabilir mi? İnsanlar temsilcilerini oraya kapalı kapılar ardında karanlık işler peydahlasınlar, gizli-kapaklı işler çevirsinler, insanlık suçu işlesinler diye mi yolluyorlar? Bunları söylediğinizde, şu sefil Raison d’État’yı sorun ettiğinizde cevap hazırdır: Bu bütün devletlerde böyledir... Başkalarının ayıp etmesi, insanlık suçu işlemesi sizin de aynı şeyi yapmanızı mı gerektiriyor?  Sui misal emsâl olmaz denmemiş midir?

Her devletin bir “Raison d’État’sı vardır ama kutsal devlet anlayışının ve inancının son derecede köklü olduğu, hiç bir zaman bir modernite devrimi de yaşamamış [ama ısrarla ve abartılı bir şekilde yaşamış gibi yapan] TC söz konusu olduğunda, durumun çok daha vahim olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Daha önce de defaaten yazdığım gibi, kutsal devletin geçerli olduğu yerde hukuk bir teferrüattan ibarettir ve ahmakları aldatmaya yarar. Hem kutsal devlet olacak, hem de hukuktan, adaletten, insan haklarından, demokrasiden söz edilecek... Böyle bir şey mümkün değildir... Siz kanunların varlığını hukuk mu sanıyorsunuz? Kanunları kimin ne amaçla yaptığı ortada değil mi? Türkiye’de kanunlar devleti toplumdan korumak, bir de insanlar arasındaki anlaşmazlıkları halletmek içindir. İşte şimdilerde ve oldum olası hukuk devleti denilen böyle bir şeydir... Mesela Anayasa Mahkemesi niçin var? Ortalama insan onun kanunların anayasaya “uygunluğunu” sağlamak amacıyla kurulduğunu sanır... Oysa söz konusu mahkemenin misyonu ve varlık nedeni, devleti korumaktır. Başka türlü söylersek, muhtemel bir demokratikleşme girişimini engellemektir... Aslında kemalist yargıçlar, savcılar, avukatlar, hukuk otoriteleri, kutsal devleti korumaya memur edilmişlerdir. Mustafa Kemal’in yolundan gidiyorlar o bakımdan son derecede tutarlı olduklarını söyleyebiliriz. Kutsal devleti korumayı kutsal bir amaç sayıyorlar... [ Elbette her şeyde, her alanda olduğu gibi istisnalar da vardır... ama istisnalar sadece istisnadır ve sorunun esasını angaje etmez]. Nitekim Mustafa Kemal:  “Vatandaşın işlerine ilişkin konularda mahkemeler bağımsızdır. Kimse müdahale etmesin. Ama siyasi konularda yargı yürütmeye bağlıdır” demişti. Mustafa Kemal, “vatandaşlar arasındaki uyuşmazlık, anlaşmazlık ve çatışmalarda yargı, yargı gibi davranmalı, hukuk işlemeli ama  devletle vatandaşlar arasındaki sorunlarda devleti gözeteceksiniz” demek istiyordu. Bu konudaki süreklilik hakkında söylenecek bir şey yok. 2012’de olup-bitenlere bakın ne demek istediğimi anlarsınız... Her zamanki gibi “devletin yüksek çıkarları için gereği yapılmaya devam ediliyor. Demek ki herkesin kendine göre bir “hukuk devleti” anlayışı var ve herkesin hukuk devleti kendine denecektir...
O halde Türkiye’nin onca zamandır demokratikleşme konusunda patinaj yapmasının sebebi nedir? Neden dönüp-dolaşıp hep aynı yere geliyoruz? Yapılanların ve yapılmak istenenlerin, dillerden düşmeyen “demokrasi” söyleminin neden hiç bir kıymet-i harbiyesi yok? Zira, demokratikleşme olarak sunulan, kurumların adını ve kanunların numarasını değiştirmekten ibaret: İşte İstiklâl Mahkemelerinin adı önce Sıkı yönetim mahkemesi [veya askerî mahkeme] oluyor, sonra Devlet Güvenlik Mahkemesi [DGM] oluyor, daha sonra Özel Yetkili Mahkeme [ÖYM] oluyor... Bunların adı yakında yine değişir ama işin esasında kayda değer bir değişiklik olmaz... Aynı şekilde ikinci bir manipülasyon geleneği de kanunların numaralarının değiştirmekle ilgili... Mesela eski TCK’daki ünlü 141-142’inci maddelerin yerini 3713 nolu TMK alıyor, Eski TCK’deki 159’un maddenin yerini Yeni TCK’daki 301 madde alıyor... Aslında demokratikleşme olarak sunulan, kurum adlarının ve kanun numaralarının değiştirilmesinden ibaret. [Bir yazımdan dolayı ceza evinde olduğun günlerde beni oraya tıkan maddede bir değişiklik yapılmıştı. Yasa değişikliği yapıldığı  günün akşamında televizyonlar, ertesi sabah da gazeteler : Demokrasinin zaferi olarak sunmuşlardı. Oysa yapılan değişiklik cezayı daha da ağırlaştırmıştı... ].

Neden böyle oluyor ve neden devlet ricali bu kadar geniş bir manevra alanına ve manipülasyon yeteneğine sahip? Bu sorunun cevabı gerilerde bulunabilir. Kutsal devleti sorun etmeden bu soruya doyurucu bir cevap mümkün değildir.  Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu devlet geleneğinde, devlet bürokrasisi aynı zamanda hâkim sınıftır. Ya da egemen sınıftan bağımsız, onun dışında ayrıca bir devlet bürokrasisi mevcut değildir. Örneğin, tipik kapitalist bir sosyal sosyal formasyonda bürokrasi, egemen sınıf fraksiyonlarının sadece dışında değil, ona tâbidir ve onun hizmetindedir. Osya Osmanlı İmparatorluğu söz konusu olduğunda, devlet biçiminde örgütlenmiş bir egemen/yönetici sınıf vardır. Bu yüzden, bazı teorisyenler haklı olarak bu tür devlet biçimini sınıf- devlet olarak niteliyorlar. Bu niteleme bana isabetli görünüyor. Tabii böyle bir durumun varlığı demek de, her şeyin devlette başlayıp devlette bitmesi demektir. Devlet artık bir fetiştir. O zaman da sınıf-devletin adamlarının çıkarı, devletin kutsanmasını yüceltilmesini gerektiriyor. Bunun nedeni, sınıf-devletin adamlarının varlığı ve bekâsı, doğrudan devletin varlığı ve bekâsıyla özdeş olmasındandır. Sınıf-devlet bütünüyle emekçi halk kitlelerine yabancılaşmış durumdadır. Devlet-halk ilişkisi tek yönlü ve devletten halka doğrudur...

Bu tür egemenlik biçimlerinde egemen sınıf [sınıf-devlet] içi mücadele, devletin yapısını veya devlet-toplum ilişkisini ilgilendiren bir mücadele değildir. Üstelik bu tür bir işleyiş geleneği, demokratikleşmenin önünde önemli bir baraj oluşturuyor. Son dönemde AKP hükümetiyle birlikte devlet içi dengelerde ortaya çıkan bazı kısmî değişikliklerin [askerin bir adım geri, polisin iki adım ileri gitmesi, yargının hükümeti daha çok gözetir hâle gelmesi, vb. ] müthiş bir demokratikleşme/sivilleşme sayılması, şeylerin gerçek karakterini anlamaktan âciz  alaturka ‘liberellerin ve ne demekse bir kısım “eski solcunun” bir kuruntusundan ibarettir... Zira, yapılanın ve yapılmak istenenin asla demokrasiyle, demokratikleşmeyle bir ilgisi yok ve olması da mümkün değildir... Bütün bu ‘tanzimatların’ demokrasiyle bir ilgisi yoktur ama neoliberal otokratikleşmeyle kesin bir ilgisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz... Ne tarafa doğru gidildiğini görmek için çok ileri görüşlü olmaya gerek yok. KCK tutuklamalarına, ağzını açan her muhalifin kodesi boylamasına, hapisteki onca gazeteci ve sendikacıya, Uludere’de yapılan katliama, son MİT dalaşına bak anlarsın... Uludere’de  insanı utandıran bir katliam yapıldı ve komisyona havale edildi... Bir şey neden komisyona havale edilir? Cevap belli değil mi: Üstünü örtmek, unutturmak, gündemden düşürmek için... Eğer bu rejim asgari hukuk, adalet ve demokrasi kırıntısı içerseydi, hükümet hâlâ yerinde durur muydu? Sadece yerinde dursa... bir de başbakan Genel Kurmay Başkanına teşekkür ediyor... Şu utanç verici duruma bir bakın... Oysa her şey apacık ortada... Birileri masum insanları katletti. Birileri emir verdi, birileri de bombaladı... O halde neye, kendinizi alçaltan utanç verici yollara baş vuruyorsunuz... Utanmazca yalanlar söylüyorsunuz, insanlık sunuçunu örtmek için nâfile çabalar içine giriyorsunuz? Emir verenle bomlalayanı bulmak için saatlerce heron görüntüsü seyretmek mi gerekiyor... Derin araştırmalar yapmak mı gerekiyor... Bu devletin genetiğini, mantığını ve geleneğini sorun etmezseniz, sorunun kaynağına inmeye cüret etmezseniz, kutsal devlet de katliamlarına kaldığı yerden devam eder... Tabii bu arada birileri de Türkiye’nin demokratikleşme yolunda nasıl hârikalar yarattığını anlatmaya devam edecektir... Kendi vicdanlarını kirletmeyi marifet sayan hukukçular, siyasetçiler, resmi ideolojinin rahle-i tedrisinden geçmiş çok ünvanlı akademi üyeleri ve “konunun uzmanları”, her şeyi bilen köşe yazarları, kutsal devletlerini kutsamaya, bu amaçla da derin tahliller ve yorumlar yapmaya kaldıkları yerden devam edeceklerdir... İyi de, daha ne zamana kadar? Kitleler sokağa çıkıncaya kadar...                                                               

---------------
* Halk deyişi [ atasözü]

15 Şubat 2012 Çarşamba

Türkiye soluna soldan bakmak

Fikret Başkaya

Tarihsel, sosyal, politik nedenlerin bir sonucu olarak, Türkiye’de sol hareketin politik arenanın bir aktörü olarak ortaya çıkışı görece geç oldu. Sosyalist hareket ancak 1960’lı yılların ortalarına doğru politik, ideolojik bir aktör olarak etkili olmaya başladı. Bu durumun gerisinde elbette Türkiye’nin emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir sosyal formasyon oluşunun rolü vardı ama bu, ‘gecikmenin’ asıl nedeni değildi. Esas itibariyle 1915 ve sonrasında Ermeni, Rum ve diğer Hristiyan unsurların tasfiyesi, önemli bir kaynağın kurutulması anlamına geliyordu. Zira, ilk sosyalist örgütlenmeler daha çok başta Ermeniler olmak üzere, Müslüman olmayan unsurlar arasında filizlenmekteydi. İkincisi, 1923 sonrasında rejimin tek parti diktatörlüğü altında bağnaz bir otokrasiye dönüşmesi, sol muhalefet de dahil, her türlü muhaletin varlık nedenini ortadan kaldırmıştı. Bu durum 1946-50’den sonra “çok partili sisteme” geçişle bir değişikliğe uğramadı. Esasen “çok partili sistem” denilen, bir retorikti, reel bir karşılığı yoktu. “Demokrasiye geçiş” otokratik rejimin partisi olan CHP içinden DP’nin çıkarılmasından ibaret bir manipülasyondu. Zira düşünce ve örgütlenme özgürlüğü alanında bir ‘yenilik’ söz konusu değildi. Aynı şekilde yasakçı mevzuat ve zihniyette de bir esneme söz konusu değildi. Sadece ‘devletin istediği’ partiler kurulabiliyor ve yaşamasına izin veriliyordu. Zaten Demokrat Parti [DP] de bir “muvazaa partisi” olarak kurulmuştu. Kuranlar ve kurduranlar mâlumdu. Elbette yeni durumun önceki dönemden bir farkı da vardı. Kemalist otokrasinin geçerli olduğu 1923-50 döneminde [İsmet İnönü dönemi de dahil] devlet, hükümet, parti bütünleşmeşti. Bu üçü iç içe geçmiş durumdaydı. 1946-50 sonrasında devlet partisi sayısı ikiye çıktı. Fakat ikinci parti ‘asıl iktidar odağı olan ve ülkenin kaderini elinde tutan, benim asıl devlet partisi dediğimin ‘taşeronu’ olarak işlev görecekti. Asıl devlet partisi, taşeronun kendisine tanınan sınırı aştığını düşündüğü durumlarda, ya da “yeni dezenleme gerektiğinde” bir darbeyle aracı “rotasına” sokuyordu. Nitekim, 1960, 1971, 1980 darbeleri taşeronların kendilerine tanınan sınırı aştıkları düşünüldüğü için yapılmıştı.

Elbette yasakların her koşulda etkili olacağı diye bir kural yoktur. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinden iki yıl sonra [1962], bazı sol yayınların [ Yön dergisi gibi] çıkmaya başlaması ve bir grup sendikacı tarafından Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması [1962] ve 1965 sonrasında öğrenci gençliğin radikalleşmesiyle, sol hareket ilk defa ülkenin sosyal –politik yaşamına etkili bir aktör olarak dahil oluyordu. Gerçi 1920’li yıllardan beri Türkiye Komünist Partisi [ TKP] varlığını sürdürüyordu ama bütün bu zaman zarfında kayda değer bir varlık gösterememişti. Bir tür ‘diyaspora örgütü’ olarak varolmuş, ülke içinde yeteri kadar kök salmayı başaramamış ve tabii etkili bir politik aktör de olamamıştı. Bunun başlıca nedeni, TKP’nin kuruluşundaki terslikti. Nitekim TKP içerde değil dışarda kurulmuştu. Ve tüm diğer III. Enternasyonal [Komintern] komünist partileri gibi, Sovyetler Birliği’nin her dönemdeki politikasının hizmetine koşulmuştu. Sovyet devriminin yozlaşıp, Stalinist otokrasiye dönüştüğü koşullarda Komintern de artık Sovyetler Birliği Devleti’nin diplomatik bir manipülasyon aracına dönüşecek ve kuruluş amacına ve varlık nedenine yabancılaşacaktı. Böylesi bir ortamda TKP’nin Kemalist otokrasiye karşı izleyeceği politika, Moskova tarafından belirleniyordu. Kaldı ki, daha kuruluş aşamasında TKP, Mustafa Kemal’e ve onun liderliğinde yürütülün siyasete açık destek vererek kendi yolunu kapatmıştı. Milli Mücadele denilen ama aslında Yunanlılara karşı sınırlı bir ‘savunma savaşı’ olan hareketin anlamını kavrama konusunda yetersiz kalmıştı. Bu hatanın bedeli de çok ağır olmuş, Parti’nin Lideri Mustafa Suphi ve diğer 15 parti yöneticisi hunharca katledilmişlerdi... Zaten Moskova’nın “devlet çıkarları’ politikasına göre rota değiştiren bir partinin başarılı olma şansı olmazdı.

1960’lı yılların ortalarından itibaren solun yükselişe geçtiği koşullarda, sosyalizm konusunda tam bir ideolojik-entellektüel boşluk söz konusuydu. Hareket yükselişe geçtiğinde ve kitleler nezdinde yankı bulduğunda, başlıca iki zaaf söz konusuydu. Birincisi, sosyalizm konusunda entellektüel birikim son derecede yetersizdi. Genel anlayış sosyalizmi bir “kalkınma” sorunu olarak algılama yönündeydi. Başka türlü söylersek, sosyalizm “farklı bir toplumsal düzen” veya “başka bir şey“ olarak değil de, kalkınmanın daha etkili ve hızlı yolu olarak ‘anlaşılıyordu’... Batıyı yakalamanın kestirme yolu olarak görülüyordu. Dolayısıyla sosyalizimin teorik mirasından haberdar olmama gibi bir zaaf söz konusuydu. [1963 veya 1964 kışı olacak, bütün bir gün Ankara’nın tüm kitapçılarını dolaşıp, sosyalizmle ilgili kitap aradığımda, sadece bir İngiliz İşçi partisi üyesi tarafından yazılmış, üstelik sosyalizmle de pek ilgili olmayan bir broşür bulabilmiştim...]. Bağnaz yasakçılığın kural olduğu koşullarda bu şaşılacak bir şey değildir elbette... İkincisi, işçi sınıfı cephesinde de köklü bir mücadele geleneği mevcut değildi. 1946 sonrasında çok sayıda sendika kurulmuş ve 1952’de de TÜRK- İŞ Konfederasyonu kurulmuş olsa da, bir işçi sınıfı mücadele geleneğinden söz etmek zordu [zaten sendikalar grev ve toplu sözleşme haklarından mahrum örgütler olarak, bir bakıma içi boş midye kabuğu gibiydiler...]. İşçilerin sendika çatısı altında toplanan kesimi önemli olsa da, TÜRK-İŞ Amerikan ekolünün rahle-i tedrisinden geçmiş sendika bürokratlarının denetimi ve devletin sıkı gözetimi altındaydı. Ve TÜRK-İŞ daha çok devlet işletmelerinde örgütlenmişti. Patronu devlet olan işletmelerin işçilerinde bir tür “memur bilincinin” oluşması söz konusuydu. 1967’de TÜRK-İŞ’ten kopan DİSK bu yapıda bir gedik açmayı başarsa da, kendisi de bürokratik yozlaşmaya uğramış bir konfederasyon olmaktan kurtulamayacaktı... Velhasıl sol hareketin üzerinde yükseldiği temel zayıftı.

Herhalde Türkiye’de sol hareketinin en temel zaafı, kemalizmle arasına mesafe koyamaması, o konuda sergilenen aymazlıktı. Kemalizmle arasına mesafe koyamamak demek, onun “devletçi” bir sol olması demektir ki, bu durum büyük bir ideolojik-entellektüel zaaf oluşturuyordu. Nerdeyse tüm sol fraksiyonlar, Türkiye’nin anti-emperyalist ulusal bir kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna dair resmi tarih/resmi ideoloji tarafından üretilen efsanenin büyüsüne kapılmışlardı... Başka türlü söylersek, bizdeki sol hareket, resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından üretilmiş safsataları ve yalanları, yaşanmış “gerçeklikler” mertebesinde görüyordu... Bağnaz resmi tarihin ve resmi ideolojinin sorun edilmemesi büyük bir aymazlıktı. Bu, kendini rejimin tuttuğu aynada görmek demekti. Kendi tarihine bu ölçüde yabancılaşmış bir hareket neyi ne kadar başarabilir? Resmi tarihin ve resmi ideolojinin ürettiği ideolojik safsataları ve yalanları içselleştirmiş bir sol hareketin rejimle arasına mesafe koymasının, rejime radikal bir eleştiri yöneltebilmesinin ve o tür bir eleştiri üzerinden kendini var edip meşrulaştırmasının/kabullendirmesinin yolu daha baştan zaafa uğramıştı. Türkiye’de 1960’lı yılların ortalarından itibaren varlık gösteren sol, sadece dünya sol hareketinin tarihinden değil, kendi öz tarihinden de habersiz olarak ‘politika yapar’ durumdaydı. Rejimin “resmi doğrularıyla” hesaplaşmadan burjuva düzenine, kapitalizme, emperyalizme karşı nasıl mücadele edilebilirdi? Fakat solu kendi “gerçekliğine” yabancılaştıran sadece resmi ideoloji değildi. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla da mâlûldü. Bu ikili yabancılaşmanın diyalektiği, Türkiye insanını kendi tarihine, kendi geçmişine, kendi gerçekliğine, kendi coğrafyasına yabancılaştırmıştı. Tabii Türkiye solu da bu yabancılaşmanın etkisi altındaydı.. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın etkisi altında olmak demek, kendisine, kendi toplumuna ve kendi coğrafyasına Avrupa’dan ve Avrupalı ideoloji üreticilerin gözüyle bakmak demektir.

Solun nerdeyse tüm kesimleri bu tür bir ideolojik yabancılaşmadan muzdarip olmaktan ötürü, Türkiye’nin yarı-feodal ve yarı-sömürge bir sosyal formasyon olduğuna inanmışlardı... Oysa Türkiye ve benzer ülkelerin geçmişinde Batı Avrupa’da olduğu gibi bir feodal sistem hiç bir zaman yaşanmamıştı. Son beş yüzyıllık dünya tarihini yazan Avrupalılar, kendi geçmişlerini herkesin geçmişi saymışlar ve dünyanın geri kalanındaki “diplomalı taifeyi” de [sömürge aydınlarını densin] buna inandırmışlardı. Dolayısıyla Türkiye’nin feodal, olduğu tezi, Avrupalı tarihçilerin bir tevatürüydü. 1960’lı yıllarda Türkiye’de geçerli sistemin “yarı-feodal” olduğu teziyse, Stalinist otokrasinin maaşlı memuru ideoloji üreticilerinin bir uydurmasıydı. Bilindiği gibi “Stanilist resmi ideoloji” tüm toplumların beş aşamadan geçtiğini iddia eden bir tarihsel devrim şeması peydahlamıştı... Bu yanlış anlamanın kaynağında da gerekli bir soyutlama olan üretim tarzı [mode of production] kavramıyla, bir sosyal formasyonun o andaki ‘somut durumunu’, ifade eden sosyo-ekonomik formasyon kavramlarından habersiz olmak yatıyordu. Zira üretim tarzı, tartışma konusu yapılan toplumda o anda geçerli hakim ilişkinin ne olduğunu gösterir ve 1960’ların ortalarında Türkiye’de kapitalist üretim tarzının hakimiyeti söz konusuydu. Elbette bu başka üretim biçimlerinin, ağalık-şıhlık gibi kalıntıların var olmadığı anlamına gelmez ama o kadarı onun kapitalist sayılmasına engel değildir. İşte soyut bir kavram olan ve hakim ilişkileri ifade eden üretim tarzı kavramının bu zaafını, somut durumu olabildiğince tüm çeşitliliğiyle kavrayan sosyo-ekonomik formasyon kavramı tamamlıyor. Türkiye’de özellikle Kürt nüfusun yaşadığı bölgelerde pre-kapitalist bir tarz olan ağalığın-şıhlığın varlığı, ve ülkenin bazı bölgelerinde kendine yeter tarımsal üretimin hâlâ önemli oluşu bu durumu değiştirmezdi. Kaldı ki, 15-16 Haziran “işçi isyanı”, sol tarafından dillendirilen ‘yarı-feodal Türkiye’ tezinin cepheden ve radikal bir yalanlanması demeye geliyordu...

Yarı-sömürge Türkiye tezine gelince, bu Stalinist solun bir uydurmasından ibaretti ve Stalinizmle doku uyuşması olan Türkiye solunun tartışmasız benimsediği bir şeydi. O halde iki şey: Birincisi, Türkiye dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, hiç bir zaman kolonyalist-emperyalist Batı Avrupalı güçlerin doğrudan sömürgesi olmamıştı. Osmanlı imparatorluğu her zaman siyasi bağımsızlığını koruyan bir devlet olarak varoldu. Bu durum 1908-1923 sonrasında da öyleydi. Üstelik 1908 Jön Türk darbesinin ardından Türkiye ulusal bir devlete dönüşmekteydi. Ekonomik plandaki geriliğine rağmen, kendi kararlarını kendi veren bir devletti. Bir tarafta sürekli ve bıktırırcasına somut durumun somut tahlilinden söz edenler, öte yanda somut durumla ilgisi olmayan tespitler, tahliller yapıyorlardı. Aslında ortada bir ilişki tersliği geçerliydi: tahlil somut durumu yansıtmıyor, tam tersine somut durum teoriye uyduruluyordu. Lâkin bu tür ideolojik manipülasyon, sizin kendinizi, belki başkalarını da kandırmanızı sağlasa da, bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Elbette ve eğer Türkiye’deki sistem yarı-feodal ve yarı-sömürge ise, o zaman devrim de sosyalist değil, ulusal bir muhteva taşıyacaktır. Yani Milli Demokratik Devrimin gerçekleştirilmesi gerekecektir... Oysa, milli demokratik devrim Sovyetler Birliği tarafından üretilip, Türkiye ve benzer durumdaki ülkelere ihraç edilmiş taktik amaçlı bir uydurmaydı. Sovyetler Birliği duruma göre Üçüncü Dünya ülkeleri için stratejiler üretiyordu ve tabii üretilen bu stratejilerin, onları ithal eden ülkelerin gerçekliğiyle uyuşması gerekmiyordu... İşte, kapitalist olmayan kalkınma yolu gibi... Eğer kapitalist değilse o halde nedir denmeyecek midir? Komintern’in yozlaşıp-bürokratlaşıp asıl amaca ve varlık nedenine yabancılaştığı tarihten sonra, dünyanın geri kalanına ne önerilmişse Sovyet devletinin çıkarları gözetilmiştir. Netice itibariyle Sovyet kökenli ‘milli demokratik devrim’ tezi, radikalleşmiş öğrenci gençlik tarafından kolaylıkla benimsendi ve bir dizi ayrışmanın temelini oluşturdu. İlk bölünme, Mihri Belli tarafından temsil edilen Milli Demokratik Devrim [MDD] ile Mehmet Ali Aybar’ın lideri olduğu Türkiye İşçi Partisi [ TİP] arasında gerçekleşti. Onu MDD içindeki bölünmeler izledi. MDD içindeki bölünmeler rahatsız edici bir hızla ilerliyor olsa da, aslında hepsinde ortak olan özellikler baskındı. [1970’lerin sonuna gelindiğinde fraksiyon sayısının 40 civarında olduğu tahmin ediliyordu... Böyle bir ayrışma da, teorik, ideolojik, politik nedenlere değil, patolojik nedenlere dayanabilirdi... ] Başka türlü ifade edersek, birlikte olmalarını gerektiren unsurlar, ayrışmalarını sağlayanlara açıkça baskındı.

Bölünmeler Türkiye’nin gerçekliğinden hareketle değil, ekseri dışardaki farklılaşmalar üzerinden, dışardaki tartışma ve deneyimlerden esinlenmenin sonucu olarak tezahür ediyordu... Referanslar hep dışarıyı işaret ediyordu. Moskovacı, Pekinci, Latin Amerikacı, Arnavutlukçu, vb. Kimse Sovyetler Birliği’ndeki, Çin’deki, Arnavutluk’taki, vb. rejimlerin ne menem şeyler olduğunu dert etmiyordu. Söz konusu rejimlerin niteliğine dair bir tartışma açmaya yanaşmıyordu... Bu durum solun genel bir çerçevede “kalkınmacı” olmasıyla da ilgiliydi. Türkiye İşçi Partisi [TİP] dışında hiç bir sol örgüt işçi sınıfıyla bağ kurmaya, işçi sınıfı içinde çalışmaya niyetli değildi. Kimse öyle zahmetli, sabır ve sebat isteyen işlere itibar etmiyordu... Türkiye İşçi Partisi [TİP] de işçi sınıfı içinde kök salmak için fazla çaba harcıyor değildi. Bazı sendika bürokratlarıyla temasta olmaktan, sendika bürokratlarını partiye davet etmekten öteye geçemiyordu. Türkiye İşçi Partisi dışında kalan solun tüm fraksiyonları için zaten işçi sınıfının esamesi bile okunmuyordu... Her biri kestirme yoldan iktidarı ele geçirme peşindeydiler... Kimi bunu kır gerillası yönetemiyle, kimi şehir gerillası geliştirerek, başkaları ordu içinde bir ayrışma yaratıp askerî bir darbeyle... yapmaya çalışıyorlardı. Kemalizmin ne olduğundan habersiz olanların Kemalist orduyla devrim yapmaya kalkması elbette şaşırtıcı olmazdı ama tam bir aymazlıktı. Bir NATO ordusuyla devrim yapmaya kalkmanın ne demek olduğunun anlaşılması için fazla zaman gerekmedi... Kemalist ordu gerçek yüzünü önce 12 Mart 1971’de, sonra da 1980’de gösterecekti...... MDD’nin teorisyeni Mihri Belli, sadece orduyu değil, devlet bürokrasinin öteki kanadını da devrimin “asli unsuru” sayıyor ve şöyle diyordu: “ Bürokrasinin kaleleri, Yargıtay, Danıştay, Yüksek Hakimler Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Tabii Senatörlük müessesi... Bütün bunlar kemalist asker-sivil aydın zümrenin kaleleridir”. Mihri Belli, 1950- 1960 aralığını “karşıdevrim”, 27 Mayıs’ı devrim olarak gördüğüne göre, bürokrasinin yükseklerini de “devrimci’ sayması neden şaşırtıcı olsundu. Eğer Demokrat Parti’nin gelişi bir “karşı-devrimse” o zaman 1950 öncesine dönüş de “devrimci bir eylem” sayılacaktır.... Resmi ideolojinin ve resmi tarihin rahle-i tedrisinden geçmenin ne demek olduğu ortada değil mi? Böyle bir sol hareket Kürt sorunu, Ermeni sorunu ve daha sonra Kıbrıs sorunuyla ilgili “düzgün” bir tavır alabilir, uygun bir yaklaşım geliştirebilir miydi? Kendi gerçekliğine bu ölçüde yabancılaşmış bir sol hareket ne demektir? Böyle bir sol hareketin enternasyonalizm bahsinde sınıfta kalması kaçınılmazdı. Bu konuda Gün Zileli şöyle diyor: “Bize şu öğretildi: Enternasyonalizm demek bir sosyalist ağabey ülkeyi kıble almak demektir; enternasyonalizm diye bunu öğrendik. Kıble alınan bu ülke, yerine göre Sovyetler Birliği olabilir, o “revizyonistse” Çin olabilir, o da sapmışsa Arnavutluk olabilir; o da olmazsa Küba olabilir ama bu ülke, mutlaka hakkında efsaneler uydurulan, devrim yapmış bir ülke olmalıdır.... İşte bu sakat enternasyonalizm anlayışı biz solcu gençlerin oralardan gelen her şeyi kayıtsız şartsız benimsememize yol açtı. Milli kurtuluşçuluk da esasen buradan geldi [başka nedenleri de var elbette. Örneğin Atatürk kültüne kolayca sırt dayamak işimize gelmişti] demokrasiyi küçümsemek de, profesyonel devrimcilik de, sert, katı disiplinli parti anlayışı da, her şey her şey. Eğer bu tür bir üst belirlenme olmasaydı inanıyorum ki, Türkiye solu 1960’ların ilk yarısındaki özgür ve şenlikli gelişmisiyle çok büyük ve sağlıklı bir hareket haline gelebilirdi”.

Bir başka zaaf demokrasi sorununa yaklaşımda ortaya çıkıyordu. Demokrasi burjuva demokrasisi sayılıp savsaklanıyordu. Oysa demokrasi sosyalist mücadele verdiklerini söyleyenler için tam bir olmazsa olmazdır... Demokrasi yoksa sosyalizm de yoktur veya aynı anlama gelmek üzere, sosyalizm yoksa demokrasi de yoktur... Demokrasiyi önemseyip içselleştirmeyen bir politik hareket asla sosyalistlik iddiasında bulunamaz. Ne bir ilke ve pratik olarak ‘demokrasi’ önemseniyor ne de sol örgütler kendi iç işleyişlerinde, demokrasiye yaşama şansı tanıyorlar... Aslında bu durum sadece Türkiye solunun bir zaafı değildi, tarihsel sol pratik de bu alanda hep bir aymazlık içinde oldu, dolayısıyla demokrasinin önemini kavramada yetersiz kaldı. Oysa, komünist perspektifi esas alan bir sol muhalefet demokrasiyi dışladığında, daha baştan misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşmış demektir.

Elbette Türkiye’de sol hareketin demokrasiyi dert etmemesinin ‘sınıfsal’, tarihsel nedenleri de vardı. Sol hareketin omurgasını üniversite gençliği oluşturuyordu. Liderleri öğrenciler arasından çıkıyordu. Üniversitelerse birer ‘sınıf’ değiştirme yerleridir. Öğrenciler oraya sınıf atlama amacıyla gelirler. Zaten aldıkları eğitim de onlarda “farklı olma”, “sıradan insan gibi olmama” bilincini yerleştirecek biçimde kurgulanmıştır. Hiyerarşiyi üretmenin, yeniden üretmenin bir gereği olarak... Bu yüzden de eğitim süreleri sürekli uzatılır. Zira farklı olma bilincinin yerleşmesi belirli bir zaman gerektirir. Bir kere ‘farklı olma’ bilinci yerleşince, o bilinci taşıyan şöyle demeye başlar: Eğer farklıysam farklı yaşamaya, otorite kullanmaya, yönetmeye de hakkım vardır... Bu yüzden bu kesimden gelen unsurların sosyalizm mücadelesine katılımı, ancak bu bilinçle hesaplaşıldığı durumda ve mücadele içinde bir önem kazanabilir. Bu aşamada çelişik bir sorun söz konusudur. Eğetimli gençlik hem mücadelenin önemli bir unsurudur, hem de ‘çelişik bir konumda bulunmaktadır... Bu yüzden bu çelişkiyi sorun etmek önemlidir. Sol fraksiyonların yönetici kesimlerindeki tavır demokrasiyle bağdaşır değildir. Örgütler tipik birer ‘askerî‘ işleyiş görüntüsü veriyor. Yöneten-yönetilen, buyuran-buyurulan ayrımının ve hiyerarşinin bu ölçüde köklü olduğu bir örgüt bu yapısıyla bir şeyler başarabilir mi? Eğer başarırsa nasıl bir rejim kurabilir? Kurduğu rejim neye benzeyebilir? Genel olarak Türkiye’deki sol örgütlerin derin bir bürokratik yozlaşmayla mâlûm olduklarında şüphe yoktur. Elbette her zaman ve her konuda olduğu gibi bunun istisnaları olabilir ama mâlûm, “istisnalar kuralı doğrulamak içindir” denmiştir. Sol içinde şiddetin varlığı da demokrasiyi özümlememenin bir sonucudur. Kendi içinde şiddete başvuran bir sol hareket mümkün değildir. Kendisi gibi düzeni değiştirmek üzere yola çıkmış ‘kardeşlerini’, ‘yoldaşlarını’ sadece kendilerinden farklı düşünüyor ve farklı örgütleniyor diye “düşman” olarak görmek ve çatışmak hangi sosyalist ilkeyle, hangi sosyalist etikle bağdaşabilir? Böyle bir durum geçerli olduğunda, sosyalizm mücadelesi verdiğini söyleyen örgütlerin birbirleriyle uğraşmaktan burjuva sınıfıyla ve onun devletiyle uğraşmaya pek vakti kalmaz, nitekim kalmıyor...

Bizdeki solun bir başka açmazı da bağnaz ikâmecilik saplantısı ve örgüt fetişizmidir. Devrimi öncünün, profesyonel devrimcilerden oluşan örgütün yapacağı saplantısıdır. Oysa devrimi sadece halk yapar. Ezilen-sömürülen sınıflar yapar. Örgüt veya örgütler devrim öncesinde muhalefetin yükselmesi ve devrim sonrasında da rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engenlleyici bir işlev görebilir. Bu yüzden örgüte hak etmediği değeri vermek, onu bir fetiş mertebesine yükseltmek, hem saçma ve gereksiz, hem de tehlikelidir. Aslında bir şeyin fetişleştirilmesi söz konusu olduğunda, amaç bir şeyleri gizlemektir. Zira örgütü fetişleştirmek, örgütün yönetici kesiminin iktidarını meşrulaştırmak ve sürdürmek içindir. Bu yüzden bürokratik yozlaşmaya uğramış örgütler mutlaka karşı devrimcidirler. Bürokrasi, demokrasinin dolayısıyla da sosyalizmin inkârıdır. Bu anlayışın geçerli olduğu yerde, kitle eğitilmeye, bilinç götürülmeye muhtaç, kendiliğinden hiç bir şey yapma yeteneği olmayan, edilgen, ‘profesyonel devrimcilerin’ örgütü tarafından adam edilmesi, ‘kurtarılması‘ gereken pasif bir nesne olarak görülür... Özne öncüdür, örgüttür, her şeyin doğrusunu bilen ‘profesyonel devrimcilerdir...’ “İşçi sınıfının, ezilenlerin kurtuluşu onların kendi eseri olmayacak mıydı?”

Aslında solun neden iktidarı ele geçirme perspektifine kilitlendiği ve neden nasıl bir düzen kurulacak sorusunu sormaya yanaşmadığı, yukarda kısaca değindiğimiz zaaflar ve yanlışlarla doğrudan ilgilidir. Zira nasıl bir düzen kurulacak sorusu sorulduğunda, o halde oraya nasıl gidilecek sorusu da işin doğası gereği sorulacaktır. Komünist topluma doğru evrilecek yolun başlangıcı olacak olan sosyalist devrim, demokrasiyi savsaklayarak mümkün değildir. Eğer nasıl bir toplum düzeni arzuluyoruz, hedefliyoruz sorusu yetkin bir biçimde sorulup-tartışılabilseydi, bu alanda yeterli bir ideolojik-entellektüel netleşme sağlanabilseydi, bir dizi tutarsızlığı, yanlışı ve yanlış anlamayı bertaraf etmek mümkün olabilirdi.

Herhangi bir olguyu veya sosyal süreci açıklamak için bir dizi neden sıralamak adettendir ve gereklidir de, lâkin bu kadarı o olguyu veya süreci yetkin bir şekilde anlamak, açıklamak, bilince çıkarmak için yeterli değildir. O halde Türkiye’deki tüm zaafların gerisindeki asıl zaaf nedir denecektir? Asıl sorun “Tarihsel Solun” kendi kayanağına yabancılaşmasıyla ilgiliydi. Marks sonrası Avrupa solu Marks’ın öğretisine yabancılaştı. Marksizm devrimci-teorik özünden arındırıldı. Belirli bir eşik aşıldığında da artık Marksist teori işçi örgütlerinin, sol, sosyalist, komünist partilerin, “sosyalist” denilen rejimlerin “meşrulaştırıcı ideolojisi” haline gelecekti. Sovyetler Birliğinde Stalinizmin iktidar olmasıyla da, Marksizm-Leninizm adı altında dünyanın her yerine ihraç edilen bir “resmi ideolojiye” dönüştürüldü. Oysa bu ihraç öğretinin adında Marx’ın isminin bulunması yakışık almıyordu... O tarihten sonra Dünya solu artık III. Enternasyonal solu olarak varoldu ve devrim perspektifine yabancılaşıp, “sosyalizmin anavatanı” sayılan Sovyet Devletini koruyup-yaşatmanın hizmetine sunuldu. İşte Türkiye sol hareketinin zaaflarının gerisinde bu sapma bulunuyordu...

Elbette bunları söylemek, inandıkları dava uğruna samimiyetle mücadele eden, sınıfların, sınırların, sömürünün olmadığı, eşitliğin, demokrasinin, kardeşliğin ve özgürlüğün egemen olduğu, doğayla uyumlu bir gelecek için gerektiğinde hayatlarını bile ortaya koymaktan çekinmeyen, yiğit, kahraman, özveri sahibi binlerce, onbinlerce devrimcinin, emekçinin saygıdeğer anısına haksızlık etmek değildir. Tam tersine onların bu onurlu, saygı değer mücadelesi, en değerli mirasımızdır. Sosyalizm/ komünizmin yolunda ilerleyenlerin onlara sonsuz minnet borcu vardır... Velhasıl bu alanda öğünebileceğimiz şanlı bir miras var. Lâkin, yiğitlik, kahramanlık, davaya bağlılık gerekli ve önemli olmakla birlikte o kadarı başarı için yeterli değildir. Dolayısıyla asıl başarılması gereken politik etkinliği gerçekleştirmektir.

İnsanlığın komünist toplum perspektifi dışında bir geleceği yoktur. Bu iki nedenden dolayı öyledir: Birincisi, insanlık sınıfsız toplum idealini ve ütopyasını çoktan gündemine almış bulunuyor. XX. yüzılın sosyalist deneyleri başarısız oldu diye bu ideale ve ütopyaya elveda demesi mümkün değildir; İkincisi, bu günkü eğilimlerin ve süreçlerin [kör gidişin] her ileri aşamasının artık tam bir yıkım demeye geldiği ortadadır. İnsanlığın geleceğini kurtarmanın yolu vakitlice bu netâmeli sürecin dışına çıkmayı gerektiriyor ve o yol da kelimenin jenerik anlamında bölüşmeyi, paylaşmayı, eşitliği, kardeşliği, özgürlüğü, demokrasiyi, doğayla uyumu esas alan komünizmden başkası değildir... Öyleyse yeni bir perspektif oluşturma gereği var ki, o da solun ikircikli olmayan eleştirisinden hareketle mümkün olabilir...

Notlar:
1- Mihri Belli, Yazılar, Türkiye’de Karşı Devrim 1965-1970, s. 104-105

2- Yazarın bize gönderdiği 24 Kasım 2011 tarihli nottan.

Hem Suçlu, hem Güçlü

Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Osmanlı tarihe karıştığın da Kürdistan ve Kürt halkı dörde bölündü. Bu haksızlığa boyun eğen Türkler suçlu sayılmaz mı? Müteakiben de Kürtler dört devlet içinde azınlıkta kaldılar. Suriye de Kürtler vatandaş dahi sayılmadı, kimlik verilmedi, ileri gelenleri hapislerde çürüdü. Irak’ta Saddam rejimin de Kürtlerin özerklik kalkışmaları gaddarca, hatta Nepal bombaları ile bastırıldı, on binlerce Kürt katledildi. İran da hakeza Kürt devleti kurulduğun da başkan Muhammed Gazi Tahrana çağrıldı ve idam edildi. Türkiye de 30 defa özerklik için isyan ettiler. Şeyh SAİT, Dersim isyanlarında on binlerce Kürt katledildi. Önde gelenleri idam sehpasına gönderildi. Son 30 senede 40 bin PKK lı Kürt genci geçersiz hale getirildi(!) ( Katledildi). 17 500 faili meçhul katliamda derin devletin gücü kullanıldı. İşte o dörde bölük yaşamı sürdüren devletler SUÇLU idiler. Kürtler her dört devlette de azınlıkta oldukları için kendilerini GÜÇLÜ gören devletler özerklik isteyen Kürtleri bölücü, hain ilan ettiler.

Türkiye de o katliamlarla beraber Kürdistan bölgesinde hiçbir hizmet götürülmedi. Kürtçe konuşmalarını dahi yasakladılar. Kültürel ve demokratik haklarını istemek bölücülük sayıldı. Hâlbuki Kürtlerin dörde bölük yaşamalarını onayanlar asıl bölücü sayılmaz mı? Kürtlerin temsilciliğini hak görenler terörist ilan edildi. Onların Kürtleri temsil etmediklerini söyleyecek kadar kibir leştiler. Tarih hem suçlu ve hem de güçlü olanları zalimler olarak kaydedecektir.

Daha dün 34 genci ve çocuğu bombalayarak katledilmelerine üzülmüşler ama özür dilemelerine bir lüzum yokmuş. Laz’ın biri Good-Morning diyen yabancıyı çekip vurmuş. Sebebini sordukların da, belki küfretmiş olabilir diye her ihtimale karşı vurdum demiş. Şimdi bu 34 genç ve çocuğun da belki terörist olduklarını zannettikleri gibi. Sonra kaçakçılarmış dediler. Velev ki kaçakçı olsalar bile öldürmekle cezalandırılmamalı idi. İşte suçlu ve güçlü olma ayıbına başka bir misal. Özür dilemek için bir sebep yoktu diyor Bülent Arınç. Ben İngiltere de iken gördüm ki; Küçük çocuğu yere düşen anne önce çocuğundan özür diler ve sonra üzüntüsünü beyan ederdi. Medeni memleketlerde en çok duyduğum bir kelime, Excuse me, Sorry!. Yani özür dilerim, çok üzgünüm. Türklerin medeni seviyesi böyle şeylere müsaade etmez(!). Çünkü onlar hem suçludur hem de Güçlü. Bu ayıp davranışa kibirleri hak verir. Şu soruma hiçbir Türk cevap verememiştir. KÜRTLER İLELEBET DÖRDE BÖLÜK MÜ YAŞASINLAR?

Hayır! Elbette silahı bırakıp akıllı siyaset yaparak dörde bölük yaşamaktan kurtulurlar. Üniter bir devlet kurup özerkliklerine kavuşurlar. Kimi Kürtler silahsız buna ulaşamayacaklarına inanıyorlar. GANDHİ silah mı kullanmıştı. Mandella’nın, Martin Luther King’in silahımı vardı?. Öldürenler öldürülmeğe kendilerini mahkûm kılarlar.

Irak’ta istiklallerini ilan etmek üzereler. Suriye de Kürt okulları açılmağa, ana dillerinde tedrisata başladılar. Türkiye de er geç Kürtlerin demokratik haklarına kavuşmalarını sağlayacak. Kürt sorununu halletmeden Türkiye ye huzur gelemeyeceğini her aklı başında Türk’te anlamış durumda. Türkiye’nin bir kaybı olmayacak, bilakis gençlerin akan kanı duracak, anaların gözyaşı dinecek, çocuklar yetim kalmayacaktır. Silahlara harcanan para olmayacaktır.

Köln.03.02.12

Muhafazakâr-demokrat mi dediniz?



Murat Çakir
cakir@rosalux.de

Gunumuz dunyasinin en belirgin emarelerinden birisi kavram kargasasidir. Kavramlarin gelisi guzel kullanilmasi, içeriginin degistirilmesi kisisel bir hata degil elbette. Bilinçli bir tercih ve kamuoyunu manipule etmek için basvurulan bir araç.

Neoliberal efsanelerin basarilarinin sirri da biraz burada yatiyor. Solun ve emek hareketinin »ozgurluk, esitlik ve demokrasi« kavramlarinin içini bosaltip, ozgurlugu sermayenin ozgurlugune, esitligi istihdam piyasasinin esneklestirilmesine ve demokrasiyi, en temel dayanagi olan kamu mulkiyetini ozellestirerek demokratiksizlige indirgeyen neoliberal soylem, bu efsanelere genis kesimlerce inanilmasini saglayan onemli bir etken.

Efsaneleri yaymanin çesitli yollari var. Efsaneye bir de »bilimsel arastirma« basligini taktiniz mi, tamam. Artik efsane, »empirik verilere dayanan bilimsel gerçek« oluverir.

Basindan okudugum kadariyla AKP bu yil »Sosyal Bilimler Tesvik Odulu«nin ikincisini verecekmis. Parti kurmaylari universitelere mektup gondererek, »AKP’nin parti çalismalarini inceleyen arastirmalar yapilmasini« istemisler. Odul de bu arastirmalara verilecekmis.

Goruldugu kadariyla AKP kendi efsanesine »bilimsel« destek ariyor. »Bilimsel« olarak ah ne kadar »demokrat« olduklarini kanitlayacaklar. Zaten Basbakan Erdogan geçen Çarsamba gunu bir konusmasinda partisinin »muhafazakâr-demokrat kimligini«, uzerine basa basa vurgulamisti. Hos, kimi tarafgir yazarlar daha da ileri gidiyor ve AKP’yi »merkez partisi« olarak nitelendiriyorlar, ama gelin biz bu »muhafazakâr-demokrat kimligi« bir inceleyelim.

Yalniz iddiayi sosyal bilimler temelinde degil de, siyaset bilimine basvurarak ele alalim. Ornegin Avrupa’daki siyaset bilimcileri bir siyasî partiyi analiz etmek için, o partinin karakteristik ozelliklerine ve programatigine bakarlar. Sagci veya sag populist / asiri sagci partileri ele alalim mesela. Siyaset bilimi, bir partinin sag populist / asiri sagci oldugunu tespit etmek için 58 farkli kriter kullaniyor.

Bunlarin basinda milliyetçilik, yabanci dusmanligi, açik/gizli irkçilik, refah sovenizmi, karizmatik lider saksakçiligi, duygusallastirma yoluyla taraftarlarini politize etme, rovansist tarih anlayisi, homofobi / transgender karsitligi, paternalist toplum muhendisligi, populist soylem ve militarist devlet anlayisi yer aliyor. Bu kriterlerin sadece bir kaç tanesi bir partiyi en azindan sag populist olarak karakterize etmek için yeterli sayiliyor.

Muhafazakâr-demokrat partiler ise, her ne kadar gelenekselci, tutucu ve milliyetçilige hayli yakin olsalar da, burjuva demokrasisinin temel degerlerine, yani hukukun ustunlugune, kuvvetler ayriligi ilkesine, gorunumde dahi olsa, parlamentonun demokratik kontrol haklarina sadiklar. Oyle de olmak zorundalar, çunku gelismis kapitalizmin islerliginin temelini (burjuva) demokratik hukuk devleti garanti ediyor. Bu nedenle muhafazakârlar kendilerine »sag populist« denmesini bir hakaret olarak algiliyorlar. Çunku siyaset bilimi sag populizmi / asiri sagi burjuva demokrasileri için ciddî bir tehdit olarak nitelendiriyorlar.

Eger siyaset biliminin kriterlerini kistas alirsak, AKP’nin, birakin »merkez partisi« olmayi, muhafazakâr-demokrat olmaktan uzak sag populist ve asiri sagci bir parti oldugunu tespit ederiz. Çunku AKP »karizmatik Fuhrer«e bagli, milliyetçi, irkçi, sovenist, militarist, homofobik, tutucu, din ve mezhep ayirimciligi yapan, yayilmaci dis politikasi olan otoriter bir partidir. »Demokrasi«ye abartili vurgu yapan populist soylemi, pratigi ve gundelik yasami tutuculastirmasi / islamîlestirmesi ile açik tezat içerisindedir.

Boylesine bir partinin bir ulkeyi »demokratiklestirebilecegini« iddia edebilmek için bilimi bir hayli egmek gerekmektedir. Elbette parayla, odulle bu iddiayi »bilimsel« arastirmalarla temellendirecek »bilimci« bulmak olanaklidir. Ama »bilimseldir« denilince bilimsel olunamayacaktir.

Peki, AKP’nin »ne oldugunu«, yani sag populist ve asiri sagci parti oldugunu soylemek nasil bir sonuç çikartacaktir? En basta AKP’nin »demokrasi« soyleminin gerçekten bir takiyye ve temel amacinin ulkeyi demokrasiden arindirilmis alan hâline getirmek oldugu sonucu çikacaktir. Ve buradan da, neoliberal-islam sentezini siyasetine temel yapan AKP’ye karsi mucadelenin, demokrasi mucadelesi oldugu sonucunu.

Buyrun, sayin tarafgirler, aksini bilimsel olarak ispatlayin bakalim.

----------
Blog: http://kozmopolit-blog.blogspot.com/