23 Nisan 2013 Salı

Barış Sürecinin Nesini Destekliyorum?




Cemil Gündoğan

MIT-Öcalan mutabakatı üzerine son dönemde kaleme aldığım yazılara gözü ilişen arkadaşların bir kısmı soruyor: “Süreci destekliyor musun, desteklemiyor musun?” Soru yoğunlaşınca, konuyu öne almak zorunlu hale geldi.
Tahmin edileceği gibi cevabı oldukça zor bir soru bu. Çünkü her şeyden evvel “barış süreci” denilen şeyin tam olarak neleri içerdiğini bilmiyoruz. Bilebildiklerimizin içinde ise barış umudunu besleyen maddelerin sayısı fazla değil. Buna karşılık ortada bir dizi soru ve sorun var. Bunların bir kısmı müzakerelerin yürütülüş biçimiyle, diğerleri sürecin bizzat içeriğiyle ilgilidir. Girişteki soruya cevap verebilmek için bunların hiç olmazsa en önemlilerini ortaya koyup tartışmak gerekir. Birincilerden başlarsak.
Görüşmelerin bir tutsak tarafından yürütülmesi, biçimle ilgili ilk ciddi sorundur. Öcalan, kitlesel liderliği kanıtlanmış yegâne Kürt politikacısı olarak bir görüşme sürecini başlatabilir, müzakereler sonucunda bir uzlaşmaya varılırsa Kürtler adına bir anlaşmaya imza atabilir veya görüşmelerin çıkmaza girdiği dönemlerde ara bulucu rolü üstlenebilir vs. Bunlar mümkün; ama tutsaklık koşullarında barış müzakerelerini sürdürmek onun değil, sahadaki güçlerin yapacağı bir şey olabilir. Çünkü barış, ancak geniş toplumsal kesimler katılıp sorumluluk alırlarsa kalıcı olabilecek bir şeydir. Bir tutsağın, tam içeriğini bazı devlet organları dışında kimsenin bilemediği görüşmelerle kotaracağı bir uzlaşmanın böyle bir katılım ve sorumluluk dağıtma işlemini gerçekleştiremeyeceği açık. İnsanlar, en kolay, bir işe katılırlarsa sorumluluğunu paylaşırlar.
Denilebilir ki PKK bir lider örgütü olduğu için barış anlaşması yapmak gibi bütün örgütü bağlayacak işleri ancak lider yürütebilir, PKK’nin diğer bileşenleri böyle bir angajmana giremez, onun gerektireceği yaptırım gücünü sağlayamazlar.
Bu, doğru değildir. PKK, dünya çapında örgütlenmiş, devlet-benzeri bir örgüttür. Yani kabaca bir devlet gibi çalışır.  Onun “devlet kurmak istemiyoruz” sözüyle popülerleşen devletsizlik söylemine fazla takılmayınız. Bu yöndeki sözler, bazen gençlik dönemlerinin özgürlükçü romantizmine duyulan özlemin bir ifadesi, bazen kendilerinin dışındaki sol muhaliflerin gönüllerini hoş etmeye yarayacak cafcaflı sözcükler, ama en çok da devletin Öcalan’a yasakladığı ideolojik alanların ve kurguların yerine ikame edilen pırıltılı sözcükler olarak dile getirilirler. Bu tür sözler PKK’nin bazı eylemlerini kısmen etkileyip izah etse bile PKK’nin temel siyasi yönelimini belirleyemez, izah edemez. PKK’nin temel siyasi ve örgütsel yönelimlerini belirleyen, onun silahlı, küresel ölçekli ve devlet-benzeri bir örgüt olmasıyla ilgili ihtiyaç ve pozisyonlarıdır.
Anılan niteliklerinin bir sonucu olarak PKK, isterse barış görüşmelerini de liderleri olmaksızın yürütebilecek bir yapıya sahiptir. Öcalan’ın liderliğinden mahrum kaldıkları yıllarda sağladıkları örgütsel ve siyasal gelişmenin, Öcalan’ın örgüte pratik önderlik yaptığı dönemde sağladıkları gelişmeden daha büyük olması, bunun en belirgin kanıtıdır. PKK’nin Türkiye’de ve Suriye’de sadece son üç yılda sağladığı gelişme bile Öcalanlı dönemde sağladığı bütün gelişmeyi katlayacak çaptadır. Öcalansız olarak bu gelişmeyi sağlayabilenlerin, barış sürecini onsuz yürütemeyeceklerini iddia etmek, ikna edici olamaz. Kaldı ki hem uluslararası denklem hem de Türkiye’deki iç bölünme, bugün böyle bir şeyi gerçekleştirebilmeleri için PKK’lilere her zamankinden daha uygun fırsatlar sunmaktadır.
Ne var ki PKK yöneticileri, bütün bu güç ve pozisyonlarına rağmen Öcalan’ın MİT’le sağladığı ve muhtemelen tamamını kendilerinin de bilmedikleri bir mutabakatı fazla tartışmaksızın kabul etme yolunu seçtiler. Onların bu tercihlerinin nedenleri üzerinde uzun uzadıya tartışılabilir. Bu yazıda bizi ilgilendiren nedenlerden ziyade muhtemel sonuçları olduğundan buna girmiyorum.
Sonuçları bakımından ele alındığında, bu tercih bir boyunduruğu ifade eder ve bu, barış adı verilen sürecin bundan sonraki her aşamasında PKK yöneticilerinin boynunu sıkmak için kullanılacaktır. Hem de bizzat Öcalan üzerinden. Başbakanın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın Kandil’dekilerden rahatsızlık duyduğu her durumda, “Şimdi Öcalan dağdakilere bir mektup daha yazar, onlar da nasıl konuşmaları gerektiğini anlarlar,” mealinde konuşmalar yapması, bu boyunduruğun nasıl işlediğine dair bir fikir veriyor.
Stratejinin temel kurallarından biridir: sürecin başında yığınakta yaptığınız bir yanlış, sürecin sonraki aşamalarında her seferinde biraz daha büyümüş olarak karşınıza dikilir. PKK yöneticilerinin kendi elleriyle kendi boyunlarına taktıkları boyunduruk da bu kurala uygun olarak işlemektedir, işleyecektir. Açın bir, bir-buçuk ay önceki Özgür Politika gazetesinin sayılarını, göreceksiniz ki neredeyse bütün PKK yöneticileri, o dönemler “Statü kabul edilmeden bu işler konuşulmaz bile!” noktasında idiler. Ve asgari sınır için çektikleri bu çizgiden o kadar emindiler ki, Newroz gösterilerinin temasını bile “Kürtlere statü, Öcalan’a Özgürlük” diye belirlemişlerdi. Aynı yazarların bir de bugünlerdeki yazılarına bakın, “statü” kelimesini artık kullanmadıklarını görürsünüz. Öcalan, kendilerine “statü türü şeyler önemli değil,” mealinde bir mesaj yollayınca kızılcık şerbeti içip statü sözcüğünü sözlüklerden çıkarmak zorunda kaldılar.
Anadilde eğitim talebinin başına da aynı şey geldi.   
Ama en dramatik olanı herhalde “gerillaların Meclis kararı olmadan dışarı çıkmayacakları” koşulunun başına gelenlerdi.  PKK yöneticileri, çıkış için yasal güvence diye özetleyebileceğimiz bu koşula o kadar vurgu yaptılar ki sonunda bir tür kırmızı çizgiye dönüştürdüler.
Niye böyle yaptılar?
Çıkışta güvenlik ihtiyacı, akla ilk gelen hususlardan.
Çıkışın kanun şartına bağlanmış olmasını, Öcalan’ın müzakerelerdeki maharetinin belirtisi olarak algılamış olmaları bir diğer teşvik edici faktör olabilir.
Liderin gerillasına sadakatine dair bir imaj yaratma gayretini de gözden uzak tutmamalıyız: Statüden ve hatta anadilde eğitim gibi temel bir haktan bile vazgeçen bir lider, yoldaşlarının yeni yerlerine güven içinde ulaşabilmeleri konusunda güvenceden vazgeçmiyorsa bu, onun gerillalarına sadık bir lider olduğunu gösterir. Gerillalara bu hissi vermek hayli rahatlatıcı olsa gerek.
Fakat Hükümet’in, gerillaların çıkışıyla ilgili olarak ilk başlarda bir meclis kararından bahsedip sonraları “bu Meclis’in değil, Hükümet’in işidir” diyerek yan çizmiş olması, dikkatlerimizi daha klasik bir ihtimale çevirmemiz gerektiğine işaret ediyor: PKK yöneticilerine, çıkış için yasal güvencenin bir mutabakat maddesi olduğunun söylenmiş olması ihtimaline. Bu bilgiye sahip PKK yöneticileri, mutabakat gereği zaten gerçekleştirilecek olan bir şeyi iyice belirtikleştirip PKK’nin kırmızı çizgisiymiş gibi sunarak PKK’nin statü ve anadilde eğitim konularında zedelenen imajını kısmen telafi edebilecek küçük bir “zafer” elde etmeyi planlamış olabilirler. Böyle bir “zafer”, PKK gerillalarının ülkeyi birer suçlu gibi değil de birer özgürlük savaşçısı gibi terk ettikleri görüntüsünü verebilmek bakımından da yararlı olurdu.
Ne var ki bu hesap da stratejiyle ilgili anılan prensibin katılığı karşısında tutunamadı: Öcalan, “Çıkış için Meclis’ten kanun yerine Meclis’te bir komisyon yeterlidir,” mealinde bir mesaj yollayınca, PKK yöneticileri, cezaevine koşulsuz biçimde tabi olmakla nasıl bir stratejik hata işlediklerini bir kere daha görmüş oldular.
Hükümetin çıkış için yasal güvenceyle ilgili anılan manevrası, İmralı sürecinin yürütülüş tarzına yöneltilen eleştirilerin aslında sadece biçimle ilgili olmayıp doğrudan sürecin içeriğiyle ilgili olduklarını göstermektedir. Bir tutsakla bir gizli servisin içeriğini bazı devlet organları dışında hiç kimsenin tam olarak bilemeyeceği müzakerelerle oluşturacakları şey, gerçek bir barıştan ziyade kapalı kapılar ardında kotarılmış kumpaslar serisi olabilir. Bir kumpasla kabul edilen bir şeyin takip eden kumpasla inkâr edilmesi ise bu işin mantığı gereğidir.
***
Bir diğer kuşkulu nokta, İmralı sürecinin dünyadaki diğer barış görüşmelerinde görülenin tersine yürüyen bir gelişme seyri izlemesidir. Dünyanın başka yerlerinde isyancı gruplarla onları ezen devletler arasındaki barış görüşmeleri kural olarak şöyle bir yol izlemiştir: İsyancı taraf, temsilcisi olduğunu ileri sürdüğü sınıfın, ulusun, dinin, mezhebin vb. haklarını öne çıkarıp bunlara yasal ve mümkünse uluslararası garantiler temin etmeye çalışan bir müzakere hattı izlerken; devlet tarafı, konuyu anti-terörizm perspektifine hapsedip isyancı grubu silahsızlandırmanın teknik ayrıntılarına yoğunlaşan bir müzakereyi tercih eder. Devletin görüşme masasına oturmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri isyancının elindeki silah olduğundan, isyancı taraf asgari taleplerini garanti altına almadan veya bu yönde uluslararası nitelikte bir uzlaşma eğilimi ortaya çıkmadan silah bırakmanın teknik teferruatlarını tartışmaya girmez. Bu yöndeki tartışmalar, devletin isyancı grubun temel haklarını karşılamak yönünde adımlar atmasıyla başlar ve karşılıklı adımlarla ilerler.
İmralı görüşmelerinde ise bunun tersine bir yol tutulmuş görünüyor. Örneğin Hükümet Kürtlerin temel haklarıyla ilgili hiçbir adım atmadan Öcalan gerillaların yurt dışına çıkarılmasını emrediyor. PKK’li olsun veya olmasın Kürt hareketi saflarında sıkça dile getirilen “Yoksa oyuna mı getiriliyoruz?” sorusu, büyük ölçüde buradaki terslikten besleniyor.
Peki, İmralı’daki görüşmelerden barış çıkabilmesi için görüşmelerin illa ki dünyadaki barış görüşmelerinde gözlenen genel kalıba uygun biçimde mi yürütülmesi gerekir?
Hayır, böyle bir zorunluluk yoktur. Değişik ülkelerde bu iş değişik biçimlerde başlayabilir. Sürecin nasıl başladığından çok, nasıl yürütülüp nasıl bir sonuca ulaştırılacağı önemlidir. Yanlış başlamış bir süreç bile bazı koşullarda düzeltilip doğru sonuca ulaştırılabilir.
Bu cümleden olmak üzere MİT-Öcalan görüşmeleri de pekâlâ Türklerle Kürtlerin barışına götüren bir başlangıç noktası olabilir. Teorik olarak böyle bir olasılığın varlığı dışlanamaz. Ne var ki MİT-Öcalan mutabakatından gerçek bir barış çıkarabilmek için bu görüşmelerin arkasını doğru biçimde doldurmak, alandaki gerçek aktörleri kucaklayacak bir müzakere sürecine dönüştürmek ve gerçek güç ilişkilerine uygun bir şekilde neticelendirmek gerekir.
Peki, var mıdır MİT-Öcalan görüşmelerinin bu tür bir sonuca ulaşabilme şansı?
Uluslararası gözlemcilerin, Kürtleri yavaş yavaş “Ortadoğu’nun yükselen gücü” kategorisine yerleştirmeye başladığı bir dönemde, Devlet Kürtlerin haklarıyla ilgili hiçbir adım atmamışken gerillaları yurt dışına göndermeyi kabul etmenin neresi bu sonuca uygun bir müzakere olarak adlandırılabilir?
Gerillaların, Kürtlerin siyasal, toplumsal ve kültürel hakları alanında hiçbir adım atılmadan Türkiye dışına çıkarılmasına ilaveten bu işin Suriye’de bir çöküş başlamadan evvel bitirilmeye çalışılması, İmralı süreci üzerindeki kuşku bulutlarını iyice arttırıyor. Devlet bu iki işi bir arada gerçekleştirmeye çalışınca, kafalarda, onun Kürtlerle barışmak için adımlar atmaktan çok muhtemel bir bölgesel savaşa hazırlanmakla meşgul olduğu düşüncesi oluşuyor. Özellikle de Yeni-Osmanlıcı yayılmacılığın şifre sözcüklerinden biri olan Misak-ı Milli’nin Abdullah Öcalan tarafından da benimsenip Kürtler için bir hedef olarak ilan edilmesinden sonra.
***
Yukarıda sıralananlar barış sürecinin yürütülüş tarzıyla ilgili kuşku uyandıran noktalardan birkaçıdır. Fakat insanların İmralı sürecinin arkasında Ali Cengiz oyunları aramaları, sadece işin yürütülüş şekliyle ilgili sorunlardan kaynaklanmıyor. Asıl sorunlar, İmralı sürecinin doğrudan içeriğiyle ilgilidir. Okurlar uzun yazı sevmediği için meselenin bu yanı gelecek yazıya kalıyor. Barış süreci denilen projede neyi destekleyip neyi destekleyemeyeceğimize ancak onları da özetledikten sonra karar verebiliriz.
2013-04-23

22 Nisan 2013 Pazartesi

BETHNAHRİN VE DÜNYA KAMUOYUNA!




Biz, Bethnahrin halkının (Süryani-Asuri-Keldani-Arami) politik örgütleri ve yurtsever aydınları olarak, Türkiye’nin doğusunda ve anavatanımız Bethnahrin’de silahlı çatışmaların bitmesini selamlıyoruz. Biz her zaman barışı destekledik ve destekliyoruz, ama bu barış “bin senelik Türk-Kürt Sünni kardeşliği” temelinde gerçekleşemez. Tarihimizdeki Sünni Ümmetçiliği temelinde yeniden tesis edilmeye çalışılan bu kardeşlikten kaynaklanan toplumsal yaralar ve acılı deneylerimiz, böyle bir “bin senelik kardeşliği” reddetmeyi zorunlu kılıyor.

Türk ordusu ile PKK gerillaları arasında silahlı çatışma, on binlerce kişinin, bu arada onlarca masum halkımız mensubunun da hayatına mal oldu. Binlerce yıl yaşadığımız yerleşim yerlerimiz boşaltıldı ve yıkıldı. Halkımız kitleler halinde göçe zorlandı, şimdiye kadar hiçbir suçlu cezalandırılmadı ve bilinen katillerden hesap sorulmadı. 

Tarihimizdeki acılı deneyimler Türk ve Kürt savaşları nedeniyle değil, aralarındaki sözde “İslam kardeşliği” nedeniyle oldu. Halkımıza karşı yapılan 1846, 1895-96, 1909, özellikle 1915 yılında Ermenilere ve halkımıza karşı yapılan soykırımın (SAYFO) ve 1915'ten sonra 1922-23’teki Rum Pontus ve 1937-38 Dersim Alevi Kızılbaş soykırımın yaraları hala kanıyor. Ne Türkiye hükümetleri ne de Kürtler şimdiye kadar bu katliamlardaki tarihi sorumluluklarını kabul etmediler. O yüzden bugünkü “barış süreci” örtüsü altındaki “açılıma” haklı bir şüphe ve mesafeyle yaklaşıyoruz. Bu “sürecin” tarihi anavatanımız Bethnahrin’de ve Suriye’de halkımıza barış değil de çok acılı sonuçlar getirmesinden endişe duyuyoruz.

Ateşkes ve kanlı çatışmaların durmasının ilanı PKK ile Türk ordusu arasındaki barışa bir çözüm için önkoşuldur. Ancak, yapılan çeşitli açıklamalar, özellikle Hıristiyan azınlıklar ve diğer etnik ve dini azınlıklar (Ermeni, Alevi, Ezidi) arasında güvensizlik oluşturmaktadır. 21 Mart 2013’te Diyarbakır’daki Newroz bayramında okunan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın mesajı milliyetçi İslamcı sloganlar ihtiva etmektedir. Örneğin “bin senelik İslam bayrağı altında ortak tarih “ ,”Türk-Kürt kurtuluş savaşı” , “Türk-Kürt 1920 meclisi” ve “Çanakkale’de ortak savunma” ve benzeri tarihi olarak şaibeli kavramlar ihtiva etmektedir. “Türk kurtuluş savaşı”, şimdiki Türkiye topraklarında tarihin ilk gününden beri yaşamış olan Hıristiyan halkların tarihi anavatanlarında imhasından başka bir şey değildir. PKK liderinin Rum, Ermeni ve Yahudi diasporası ile ilgili söyledikleri, dostluk işaretleri değildir. Milliyet Gazetesine nasıl aktarıldığı halen belli olmayan ve tüm Türk ve Kürt medyasında iktibas edilen PKK lideri Öcalan’ın açıklamasında, “Rum Ermeni ve Yahudi diasporasının kaybettikleri toprakları geri almak için Türk ve Kürtleri birbirine düşürmek istediğini” iddia etmektedir. BDP ve diğer Kürt yöneticilerinin bu açıklamaları zararsız gösterme çabaları bu sürece gölge düşürmekte ve şüphemizi daha da artırmaktadır.
Ayrıca Türkiye hükümeti bu süreçten beklentilerinin önemli bir kısmının Suriye’de devam eden iç savaşla ilgili olduğu açıktır. Türkiye’nin bu adımı ve Suriye’ye yönelik İslamcı muhalefeti destekleme tutumu, Suriye’de yaşayan halkımız (Süryani-Asuri-Keldani-Arami) ve Suriye Hıristiyanları ve Aleviler gibi diğer etnik ve dini halklar için çok kötü sonuçlar doğurabilir. 

Bu sürecin TC’de yaşayan tüm halklara ve bölgedeki (Suriye’dekiler dahil) etnik ve dini azınlıklara gerçek bir barış getirebilmesi için, aşağıdaki taleplerimizin yerine getirilmesini istiyoruz:

• Tarihin tekerrür etmemesi için, Türk ve Kürt halkının 1915’te Osmanlıda yaşayan Hıristiyan halklara yapılan soykırımı (SAYFO) kabul edip tanımalarını ve tarihte örneği az rastlanan katliam ve cinayetlerinden dolayı Hıristiyan halklardan özür dileme ve 1937-38’de Dersimli Alevi-Kızılbaşlara karşı yapılan soykırımla yüzleşme ve yaptıklarının sorumluluklarını kabul etmelerini talep ediyoruz.
• Türkiye'de gerçekten bu atılımla barış isteniliyorsa, Türkiye'nin doğu illerindeki koruculuğun tümden kaldırılması.
• Türkiye, Suriye’deki uluslararası hukuka aykırı saldırgan politikalarından ve Suriye’de İslamcı teröristleri desteklemekten vaz geçsin.
• Suriye Kürtlerinin İslamcı teröristlerin cephesine geçmesi bölgede son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilir ve yeni bir Hıristiyan, Dersim Alevi ve Ezidi soykırımını getirebilir. Özellikle Kürt halkını bu kirli oyunda rol almamaları konusunda dostça uyarıyoruz.
• Dünya kamuoyundan, özellikle AB ve ABD kamuoyundan, Türkiye ve Suriye’deki gelişmelere daha yakın ve gerçekçi bir analizle bakmalarını talep ediyoruz. Türkiye’nin kendi Kürt problemini Suriye aleyhine kötüye kullanmaya kalkışmasına yardımcı olmamaları gerekir. İslamcı teröristlerin Suriye’deki olası bir zaferi, başta Hıristiyanlar olmak üzere bölge halklarına ve dünyaya korkunç bir tehlike getirecektir.
BETHNAHRİN AYDINLARI VE AKTİVİSTLERİ
ALMANYA:
Turabdin Kalkındırma Dernekleri Federasyonu (DETA)
HSA (Almanya Süryani Federasyonu)
Almanya ve Orta Avrupa Asuri Federasyonu (ZAVD)
Mor Gabriel Derneği Hamburg
Hamburg Süryani Kültür Derneği
Sabri Akbaba (DETA Başkanı)
Şabo Akgül (ZAVD Eşbaşkanı)
Fehmi Aykurt, Mor Gabriel Dernegi Başkanı 
Aziz Kurt, Hamburg Süryani Kültür Derneği Başkanı 
Metin Akyol, Hamburg Süryani Kültür Derneği ikinci Başkanı
Papaz Shemun Bagandi
Kenan Araz 
Abut Can
İbrahim Seven
Circis Grigho 
Ferit Sağ 
Morris Dal
Aschur Babel
Johan Roumee
Cemil Konutgan
Adam Danho
Adnan Oyal Awrohum Geliyo
İSVEÇ
Süryani Demokratik Birliği
Emanuel Poli
Sabri Yıldız 
Hanna Beth Sawoce 
Augin Kurt Haninke 
Munir Rhawi
Fikri Göksal
Denho Özmen
Sait Eser
Nihat Seven
Nail Akçay
İSVİÇRE
İsviçre Antakya Süryani Derneği
Aminuel Akbaş 
Miscel Üney
Edip Şenkal
Yaşar Ravi
Gabriel Sare
Johannes Gauro
Josef Hanno
AVUSTURYA:
Dr. Yusuf Güney
Yusuf Haddadoğlu
Gabriel Aslan
ABD:
Hanna Kerkinni
BETHNAHRİN VE TÜRKİYE:
Ayup Danho 
Odom Hanno
Shabo Boyacı
Ferit Altınsu
Hazni Aktaş
Yuhanen Denho
Adday Beytisrail
Hamurabi Beth Shammas Stayfo
İshok Aktaş
Yakup Atuğ
Fetrus Aktaş
Suphi Beth Shmuel
Sami Kawme Dik
Ashur Banipal
BELÇİKA:
Nail Beth-Kinne 
Aydın Aslan
Nahro Beth-Kinne
Aydın Ünval
Omar Chammoun
Maloul Masud
AVUSTRALYA:
Nuri İzgi
Dr. Zeitoun Athour
Gilgamesh Gabriel
HOLLANDA:
Abut Seven
Yosef Bahdi
Suat Arslanlar
Robert Rhawi 
Julia Challma Kulhan
Gabriel Uygur
Sanharip Gorgis
Ninos Gorgis
Turan Gülo
Sharil Petros
Richard Malcopour
Adnan Challma Kulhan

17 Nisan 2013 Çarşamba

Yorum: Amerika bir krallık ülkesidir!




Faiz Cebiroğlu

Yanlış yazmıyorum: Amerika bir krallık ülkesidir. Amerika, herkesin sandığı gibi, çok partili sistemle yönetilen bir ülke değildir. Amerika, kapitalist tekeller ile  finans kapital  hakimiyetinden oluşan bir krallık ülkesidir. Bu oluşumun siyasi temsilcilerí var, iki partidir: Demokratlar ve Cumhuriyetçilerdir.

Amerika, 1800’lerden bu yana bu iki partiyle yönetiliyor. Her iki parti de, emperyalist krallık sistemine hizmet eden ve onların emperyalist çıkarlarını savunan partilerdir. Aralarında her hangi bir fark yoktur. Periyodik olarak iktidarı, birbirlerine devrediyorlar ve çoğu zaman, büyük bir manipülasyon ile aralarında fark varmış gibi, dünya kamuoyunu yanıltmaya çalışıyorlar. Oysa ki, her iki parti de emperyalizmin, kapitalist tekellerin, finans kapitalin iktidarını savunurlar. Her iki parti de tekelci krallar egemenliğinin temsilcileridirler.

Evet, Amerika, bir krallık ülkesidir: Amerika’da, silah kralları vardır. Amerika’da, petrol kralları vardır. Amerika’da çelik / kimya...sanayi kralları vardır. Amerika’da otomobil kralları vardır. Amerika’da banka kralları vardır. Amerika’da basın, yayın… medya kralları vardır.

Amerika, bir krallık ülkesidir. Bu insan sömürücüsü ve halk düşmanı krallar, dünyamızı ahtapot gibi sarmış bulunmaktadır. Bu krallık düzeni sürdükçe dünyaya  barış gelir mi? Bu emperyalist krallık devam ettikçe, dünyadan savaş tehlikesi kalkar mı?

O halde, Amerika krallık ülkesinde, savaş nedir? Barış nedir?

Cevap: Savaş: Emperyalizmdir! Savaş, Amerikancı krallık sistemin sürmesi için yeni pazarlar elde etme, halkları parçalama, bölme ve kendi hizmetine sunma siyasetinin şiddetle devam etmesidir.

Cevap: Barış:Amerikancı krallar sisteminde sadece vargıdır! Barış, emperyalist krallar ülkesinde, oluşan güç dengelere göre, sadece, bir geçici ateşkes olayıdır! Bu anlamda barış, savaştır. Savaş, Amerikan krallar sistemine karşı, kelimenin her anlamı ile savaştır.

Savaş mı, ana kaynağı Amerika ve emperyalizmdir!

Barış mı, temel kaynak,  Amerika ve emperyalizme karşı savaştır!

Amerika mı, bir krallık ülkesidir.

Krallar ülkesi  Amerika,  Orta-doğu’da ve tüm dünyada, kendi hakimiyetine alamadığı ülkeleri, halkları birbirine kırdırarak  bunlardan kurtulma ve bu ülkeleri kendi yörüngesine alma siyasetidir.

Krallar ülkesi Amerika; Orta-doğu’da, anti-emperyalizmin ve anti-siyonizmin son bastiyonu,  Suriye Arap Cumhuriyeti’ni yıkmak için nasıl bir seferberliğine girdiğini hepimiz görüyoruz.

Amerika kralık sistemi budur.

Amerika krallık sistemin tek ve değişmez tanrısı: Sermayedir!

Amerika bir krallık ülkesidir ve  bu kralların allahları: Sermayedir!


4 Nisan 2013 Perşembe

Kürtler, Amerika-İsrail-Türkiye Eksenine mi Dahil Oluyor?




Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se



”MIT-Öcalan Mutabakatı Nedir, Ne değildir?” başlıklı önceki yazımda, bu mutabakatın, Türklerle Kürtlerin (Sünni) İslam kardeşliği temelinde Misak-ı Milli’nin güncellenmesini öngördüğünü ve Türk devletinin güneye doğru büyümesi anlamına gelen böyle bir projenin barıştan çok savaşı davet ettiğini belirtmiştim.(*)
İsrail-Türkiye yakınlaşması, bu mutabakatın ilan edilmesinin hemen ertesine denk geldi. İsrailli kaynaklara göre bu özür, birinci derecede Suriye meselesiyle ilgiliydi. Özür daha manşetlere tırmanıyorken Suriye’deki süreçten birinci derecede etkilenen ülke olan Lübnan’da hükümet istifa etti. Onu, Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK) Başkanı Muaz El-Hatib’in istifası izledi. Bu arada Özgür Suriye Ordusu adlı örgüt, SUK’un İstanbul’daki toplantısında  Suriye’nin başbakanı olarak belirlenen Amerikan vatandaşı Gassan Hito'yu kabul etmeyeceklerini açıkladı. İsrail-Türkiye yakınlaşması, Suriye’yle ilgili taşları bu şekilde yerinden oynatırken ABD ile AB, Öcalan’ın girişimini olumlu bulduklarını açıkladılar. Ki bu devletler, düne kadar, kamuoyu önünde Öcalan’ın ve PKK’nin adını sadece terörizm suçlaması yapmak için ağızlarına alırlardı. Bütün bu gelişmeler, MİT-Öcalan mutabakatının öngördüğü Türklerle Kürtlerin (Sünni) İslam kardeşliğine dayalı birlik önerisinin bölgedeki saflaşmalarla ilişkili bir boyut da taşıdığını gösteriyor. Ortaya çıkan verilere bakılırsa Abdullah Öcalan, PKK’yi ve Kürtleri Amerikan-İsrail-Türkiye hattında bir yerlere yerleştirmeye çalışıyor.
Bu yöndeki söz ve girişimlerin değişik türden reaksiyonlar uyandıracağını tahmin etmek zor değil. İki tanesi hakkında daha şimdiden yazılabilir.
Birinci reaksiyon, geçmişte sosyalizm ve Sovyetler Birliği şampiyonluğu yapmış ama Berlin Duvarı’nın çöküşüyle birlikte hızla Amerikancı çizgiye intikal etmiş olan Kürt siyasetçilerine aittir. Bunların reaksiyonunu ifade edebilecek en uygun kelime hayal kırıklığıdır. Çünkü bu arkadaşlara göre PKK, olaylara ideolojik bakan, Stalinist bir örgüttü; Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle doğan dünyanın niteliğini ve dengelerini doğru okuyamadı ve Kürt potansiyelini götürüp Saddam gibi, İran mollaları gibi çağdışı güçlerin yedeğine sokup heder etti. Oysa yapılması gereken, Kürt hareketini sosyalizmden uzaklaştırıp “demokrasi kampı”na nakletmek, yani Batılı güçlerle ittifak yapmaktı. Doğal olarak böyle bir nakil ve dönüşümle ortaya çıkacak olan hareketin önderleri de Öcalan gibi soğuk savaş dünyasının diktatörleri değil, bu siyasi gelişmeleri çözümleyebilme ferasetini göstermiş kişiler olarak kendileri olacaktı. Bu arkadaşlar, Abdullah Öcalan’ın tam da onların düşündüğü şeyi yapmaya ve kendilerinin yerleşmeyi düşündükleri boşluğa kocaman gövdesiyle PKK’yi yerleştirmeye çalıştığını görünce muhtemelen (bir kez daha) dizlerine vurmuşlardır.
İkinci reaksiyon, birincisinin içi dışına çıkmış versiyonu olarak tarif edilebilir ve daha çok kendilerini PKK’ye yakın hisseden Türk solcularına aittir. Bunlara göreyse Öcalan, bu toprakların görüp görebileceği en halkçı, en demokratik, en sosyalist… aktördür. Barzani ve Talabani’nin yaptığı gibi Kürt hareketini emperyalizme peşkeş çekmemiştir. Mahir Çayanların öğrencisidir ve Türk solcularıyla yaptığı işbirliği, halkların kardeşliği düsturuna olan bağlılığının bir ifadesidir. Öcalan’ın Türk-İslamcı diskura benzeyen bir söz dağarcığıyla konuştuğu, Kürt milliyetçilerinin uydurduğu bir iftiradan ibarettir. Öcalan çizgisinde oldukları müddetçe Kürtler ayrılıkçı milliyetçiliğe rağbet etmeyecek, Amerikan ve İsrail saldırganlığına karşı bölge halklarıyla aynı cephe içinde mücadele edeceklerdir.
Öcalan’ın Newroz’daki konuşması bazı tereddütlere, kırgınlıklara ve kızgınlıklara  yol açmış olsa bile Kürtleri Türk bütünlüğü içinde tutmaya öncelik veren solcular hâlâ umutlarını korumaya ve Öcalan’ı desteklemeye çaba sarf ediyorlar. Yine de bunun kırılgan ve yamulmaya müsait bir çaba olduğunu söylemek gerek. Nitekim bu solcuların en azından bir kısmının, kırgınlık ve kızgınlıklarını, Öcalan’ı ve PKK’yi eleştiren Kürtlere yansıtarak işin içinden çıkmaya çalıştıklarını görüyoruz. Özgür Politika gibi yayın organlarında yazan Türklere bakınız, bunlardan bazılarının Kürt milliyetçilerine karşı normal zamanlarda kullandıklarından daha sert bir dil kullandıklarını fark edeceksiniz.
Elbette Kürtlerin tercihlerinden ziyade bizatihi kaderini tayin hakkının kendisini desteklemeye öncelik veren Türk solcuları da var. Bunların yeni sürece verdiği prensip desteğini yukardaki tavırdan ayırmak gerekiyor. Böylelerini ayırmak kolaydır: Türk şovenizminin saldırılarına karşı sadece Türkiye Kürtlerinin haklarını değil, gerektiğinde Talabani’yi ve Barzani’yi de savunurlar. Sayıları azdır, ama şükür ki yok değildirler.
***

Yukarıda özetlemeye çalıştığım iki reaksiyon birbirlerine karşıt olmakla birlikte bir hayli ortaklık içeriyor. En temel ortaklık noktası ise, iki görüşün de Öcalan’ın kullandığı diskuru bizzat onun gerçeği olarak kabul eden bir anlayışla değerlendirme yapmalarıdır. Halbuki diskur gerçeğin yerine geçirilemeyeceği gibi, Öcalan da değişik dönemlerde değişik diskurlar kullanmıştır. Örneğin, 1970’lerde deyim yerindeyse “kızıl komünist” bir diskur kullanırdı. Berlin Duvarı çökünce eski söyleminin rengini seyreltip “pembe sosyalist” diyebileceğimiz bir çizgiye çekti. 1999’da tutuklanınca Türk milliyetçiliği diskuruna doğru dümen kırdı. Ortalık biraz sakinleşince “radikal demokrasi” lafına yapıştı. Şu sıralardaysa modernize edilmiş Hamidiye söylemine doğru yelken açacakmış gibi bir izlenim veriyor.
Bir kısım Kürt milliyetçisi ile Kemalizmle olan kan bağlarını kesemeyen Türk solcuları, bütün bu diskurları, içinde şekillendikleri bağlamlarla ilişki içinde analiz edip anlamlandırmak yerine, Öcalan’ı, 70’lerdeki söylemine indirgeyip orada sabitlediler. Bunlar, ideolojik tavırlardı ve gerçeği yakalayabilme şansına sahip değildi. Nitekim bugün de Öcalan’ın PKK’yi, Türk siyasetinin uzantısı mevkiinde Amerika-İsrail katarına yerleştirme çabası karşısında şaşırıyorlar.
Oysa Öcalan’ın Amerika-İsrail-Türkiye hattına yerleştirilmesi girişimi yeni bir olay değildir. Öcalan’ın yakalandığı dönemde kaleme aldığım yazıları okumuş olanlar, Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmiş olmasının, onun Rusya-İran-Irak-Suriye-Libya ekseninden çıkarılarak Amerika-İsrail-Türkiye eksenine yerleştirilmesiyle ilgili bir Amerikan operasyonu olduğunu yazdığımı hatırlayacaklardır.(**) Yani Öcalan’ın Newroz konuşması ile onun hemen ardından gelen İsrail-Türkiye yakınlaşmasının bugün zihinlerimizde uyandırdığı görüntülerin benzerleri aslında o zaman da mevcuttu.
Ne var ki siyaseti, olayların ve alandaki aktörlerin birbirleriyle olan ilişkilerine ve bu ilişkilerin gelişim seyrine bakarak anlamak yerine, bu ilişkilerin çoğu kez kırılmış görüntülerine ve sözlerine bakarak anlamlandırmaya çalışanlar, bu görüntüleri fark edememişlerdi.  Kürt ve Türk kanaat önderlerinin önemlice bir bölümü TV ekranlarındaki idam muhabbetlerinden kalkarak Abdullah Öcalan’ın asılıp asılmayacağını tartışıyorlardı. Bazı eski Kürt politikacıları da “Öcalan idam edilecek, PKK de dağılma sürecine girecek, tam bu sıra bir hamle yapıp bir şeyler kapamaz mıyım?” şeklinde hesaplar yapıyorlardı.
Gerçekte ise Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinin nedeni onu asmak değildi. Amaç, Kürt sorununu, o zaman adına “Amerikan destekli Türk çözümü” dediğim bir yolla çözmek, bu şekilde Türkiye’ye görece istikrar kazandırmak ve Türkiye’yi Ortadoğu’yu şekillendirme planında kullanılacak operasyonel bir güç haline getirmekti.  Gerçi bu plan, daha sonra birçok yerinden delindi ve delenlerden biri de bizzat Türk devletiydi. Ama bu kadarı bile Öcalan’ın, idam edilmek bir yana, nihayet Amerikan denklemine dahil edilmiş olduğu için aslında uluslararası politik denklemde eskisine göre daha yukarılarda bir yere yerleştirilmiş olduğunu göstermeye yetiyordu. Bugün MİT’le birlikte Türkiye’yi büyütme planları içinde gördüğümüz Öcalan, aslında o gün kendisine biçilmiş olan o görece yüksek mevkiden konuşan ve kendince bir oyun planı kurmaya çalışan Öcalan’dır. 
***

Bütün bunları 14 yıl sonra doğrulanmış olduğumu göstermek amacıyla yazmıyorum. Şu sıralar yaşanan olayların Kürtlerin geleceği bakımından oynadığı kritik rol, bu tür bireysel başarı veya başarısızlık öyküleriyle uğraşmayı hepten anlamsızlaştırıyor. Bunları yazmamın nedeni, yukarıda ele alınan ve karşıt kutuplarmış gibi görünen kesimlerin değerlendirmelerinin dün olduğu gibi bugünde sadece diskurdan hareketle oluşturulduğuna dikkat çekmek ve bu yöntem terk edilmediği müddetçe sürecin doğru anlaşılmasının mümkün olamayacağına dikkat çekmektir.
Siyasi analiz yapılırken diskurlar ve bunların harekete geçirici güçleri elbette dikkate alınmalıdır. Ama bu diskurları üreten veya sahiplenen aktörlerin mevcut güç dengeleri içindeki pozisyonları, hangi strüktürlerle kuşatılmış oldukları, yüz yüze oldukları fırsat yapıları, sahip oldukları kaynakların nitelikleri ile bunları harekete geçirme kabiliyetleri gibi sosyal hareket teorisinin ana başlıklarını oluşturan kalemlerle bağlantılı biçimde değerlendirilmezse diskur analizi fazla işe yaramaz.
Bugün sadece diskurlara dayanan analizler yapmak, bu analizi yapanlarla Öcalan arasında yaşanacak bir Tom-Jerry oyununa dönüşmeye mahkumdur: Analizciler, Öcalan’ın bu haftaki sözlerinden kalkarak onun, diyelim ki Fetullahçıları dışladığını söyleseler, Öcalan gelecek hafta Fetullah Gülen’e özel selam gönderir. Analizciler, sadece sözlere bakarak Öcalan’ın Alevileri unutmuş olduklarını ileri sürseler, Öcalan ertesi hafta örgütteki takma isminin Ali olduğunu hatırlatır… Ve oyun böylece sürüp gider. Dolayısıyla söylenen sözden öte, o sözün hangi pozisyondan, kiminle ilişki içinde, kimin sözüne karşı vb. söylendiğine bakmak gerekiyor.
***

Öcalan’ın Newroz konuşmasında özetlenen yeni sözünü bu çerçevede incelediğimizde, onun, Kürt hareketini, Misak-ı Milli hedefine kilitlenmiş olarak Amerika-İsrail-Türkiye katarına eklemeyi tasarladığını görürüz. Bu durumda ihtiyacımız olan şey, alışılagelmiş bir diskur analiziyle olamaz. Onun da ötesinde, bu dönüşüm önerisini yukarıda sözü edilen fırsat yapıları ve kaynak mobilizasyonu gibi kriterler noktasından değerlendirmek, sonra da siyaset felsefesi bakımından böyle bir dönüşümün arzulanıp arzulanamayacağı üzerine tartışmamız gerekiyor. Bunlardan birincisi, günümüz koşullarında modern bir Hamidiye beyi yaratmanın fizibilitesiyle, ikincisi ise böyle bir beyliğe karşı takınılacak ahlaki ve ideolojik tavırla ilgilidir. Ama yukarıdaki özetten de anlaşılacağı üzere, biz, henüz neyi, nasıl tartışmamız ve değerlendirmemiz gerektiği konusunda bile ortak bir kanaate sahip değiliz.
Sahiden, Türkiye Kürtlerinin Amerika-İsrail-Türkiye-Katar-Suudi Arabistan-Ürdün aksına eklenmesi mümkün müdür? Türkiye Kürtlerinden bahsediyorum. Eğer mümkünse bunun muhtemel maliyetleri ve kazançları nelerdir?
Son olarak da böyle bir eklemlenme siyaset felsefesi bakımından ne anlam taşıyacaktır?
Var mı bu sorulara sistematik bir cevabı olan? Özellikle de PKK açısından?
Yoksa bizim adımıza MİT ve Öcalan bu sorunları tartışıyorlar demekle mi yetineceğiz?
Bugün bu sorulara kafa yormayan, yarın Kürtler adı geçen ittifak adına bir koçbaşı olarak Suriye çöllerine salındığında ne söyleyecek? Söylese bile bu ne işe yarayacak?
2013-04-04

----------------------------------------------
(*) PKK yanlısı bir gazetenin yazarlarından biri, bu tespite “küçük adamlar” diye başlayan bir küfürnameyle cevap verdi. Bu vatandaşın huyudur; lideri tarafından hançerlendiği hissine kapıldığı her dönemeçte, hançerin acısını ve bundan doğan hıncını başkalarına yansıtarak rahatlamaya çalışır. On dört yıl evvel de böyle yapmıştı. Bugünkü yazdıklarında bir fikir adına bir şey bulamayınca, bütün küfürlerini ve hakaretlerini sahibine iade etmek dışında yapabileceğim bir şey kalmıyor.
(**) Bu görüşleri ihtiva eden yazıların bir kısmı Dönemeç Yazıları adlı kitabımda  yeniden yayımlandı (Vate Yayınları, 2011).