27 Aralık 2011 Salı

Modern Soykırım (Jenosid)


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Sarkozy’nin soykırım yasası ve cezai müeyyideleri, seçimlerde Ermeni oylarını kazanmak için hazırlanmış bir tasarısı olduğu aşikâr. Türkiye deki siyasilerin aşırı tepkileri de pek makul görünmüyor.

Sarkosy’e Sarkosy’nin Cezayir hakkında verdiği cevap gibi Türkiye’nin de cevap vermesi kâfi gelirdi. Türkiye yeni bir devlettir Osmanlının yükünü taşımaz.

Zira Türk ceza kanunundaki 301 maddede söz ve düşünce özgürlüğünü kısıtlıyor. Bu maddeye göre Hırant Dink ceza giymiş ve ayni zihniyettekiler tarafından katledilmiş, 5 senedir de mahkeme neticelendirilmemiştir. İhmali görülen bürokratlar işten çektirilmemiş, terfi ettirilmişlerdir.

Osmanlı devrinde 1.5 milyon Ermeni vatandaşı yaşarken bugün sadece 40 bin Ermeni geriye kalmış. Yalnız TEHCİR de değil, ondan sonrada, bugüne kadar Ermenilere kötü muamele yapıldığı için bir buçuk milyondan ancak 40 bini kalmıştır. Soykırım yok diyenlerin bu durumu nasıl izah edeceklerini merak ediyorum.

BM’lerin Soykırım tarifi beni tatmin etmiyor. Bana göre azınlıkların zoraki göçe mecbur kılınması, azınlıkların ana dillerinde eğitim imkânı vermeyerek onların kimlik kaybına sebebiyet vererek, asimile edilmesi MODERN SOYKIRIMDIR.

1. Yüzbinlerce azınlık mensubunun evlerinden, yurtlarından, barklarından ettirmek o insanların çok acı travmalara uğratılması, gaddarlıktır, modern soykırımdır.

2. Yüzbinlerce azınlık mensubunun gelecek nesillerini ana dillerinde eğitimden mahrum bırakarak, KİMLİK KAYBINA sebep olmak, asimile etmek bir nevi modern soykırımdır bence.

3. Böylece vefiyata uğrayan azınlıkları diriltmek mümkün değildir. Asıl soykırım odur ki bir milletin istikbali yok edilmeğe mahkûm edilmesidir.

Bundan 40 sene önce Almanya da ki Türk çocuklarına ana dilde eğitim imkânı vermedikleri için politikacılarla yapılan toplantılarda, Polonyalılara yaptığınız gibi, Türkiye’den gelenleri de asimile ediyorsunuz demiş ve ilk defa Ana dilde eğitim yapan ana okulunu Köln de açmıştım. Soykırımı gerçekleştirmek için illaki fiziki olarak insanların varlığını imha etmeğe ihtiyaç yok. Bir insanın kimliğini yok etmeğe çalışıyorsanız modern soykırım yapıyorsunuz demektir. AB’ nin ortak bildirisi azınlıkların kimliklerini muhafaza etmeleri için devletlerin gereken tedbirleri almalarını şart koşar.

Gerçi Almanya da sosyal demokratların iktidarda oldukları eyaletlerde azınlıkların dillerinde her türlü yayına kısıntı getirilmediği gibi radyo ve TV yayınları da resmi kanallarda yapılmaktadır. Okullarda azınlıkların dillerinde (Türkçe, Kürtçe, v.s.) eğitim yapılmaktadır.

Almanya yabancı memleketlerde yaşayan vatandaşlarına Almanca eğitim yapılması için gereken eğitim imkânlarını sağlamaktadır. Türkiye’nin gerek dâhil de yaşayan azınlıkların haklarına saygı gösterme çabası olmadığı gibi, yurt dışında yaşayan vatandaşlarının anadil eğitimine katkı sağlama politikası yoktur. Güven cemaatinin bu vazifeyi yüklendiğini duymaktayız.

Lozan anlaşmasına göre gayrimüslimlerin kendi din ve dillerinde eğitim yapmaları garanti altına alınmıştır. Lozan da İsmet İnönü Türkiye devletinin Türk ve Kürt halklarından oluştuğunu söylemesine rağmen, sanki kurulacak devlet din devleti imiş gibi Müslüm ve gayrimüslim diye laik olmayan bir kuruluş felsefesini kabul etmiştir. Daha sonra diyanet işleri genel müdürlüğünü kurarak sadece Suni Müslümanların varlığını kabullenmiş ve onlara hizmet verilmiştir. Azınlıklara ( Hristiyanlara, Süryanilere, Alevilere )dini hizmet verilmemiştir. CHP de yıllardır Laik devlet sloganına sahip çıkmışsa da , bu yönde, iktidarda oldukları senelerde dahi hiçbir adım atmamışlardır..

Lozan da gayrimüslimleri azınlık saymışlar, Kürtler gayrimüslim olmadıkları için azınlık saymamışlar. Sanki dinlerine göre halklara ayırım yapılmış. Sosyolojik yapıya göre değil. Almanya da Türkler ve Kürtler, Rumlar ve diğer milletlere mensuplar azınlık olarak kabul edilir. Türkiye dede ayni sosyolojik kriterlere göre Türklerden gayrsinin azınlık sayılması gerekirdi. Üstelik lütufkâr bir tavırla ‘’Biz Kürtleri azınlık olarak kabul etmiyoruz ‘’ demişlerdir. Kürtler azınlıkların eğitim haklarından istifade edemedikleri gibi, çoğunluk olan Türklerin eğitim haklarından da istifade edememişlerdir. Eşit muamele görmemişlerdir. Bir başka kibirli iddiaları da ‘’Kürtçe öğrenişte ne yapacaksınız’’ Türkiye de çalışma imkânını kaybedersiniz demişlerdir. Bugün doğu ve güneydoğuda yani Kürdistan da Kürtçe eğitim için öğretmen bulunamıyor. Elbette Kürdistan da resmi ve özel müesseslerde çalışırken Kürtçe bilmenin şart olduğu yavaş yavaş anlaşılmağa başlamıştır..

Kuzey Irak’taki Kürdistan eyaletinde yüzlerce Türk firmasında çalışanlar Kürtçe öğrenmekteler. Kürdistan daki okullarda Kürtçe, Türkçe, Arapça ve İngilizce öğretilmekte. Hatta Türkmence. Türk siyasileri Kaf dağının ardında yaşıyorlar. Bu hakikatleri görmemekte inat ediyorlar.

Kürtleri asimile niyetimiz olmadı diyorlar. Kürtlerin % 50 sinin bugün Kürtçe konuşamaması neyin eseridir. Bugün hala mefrudat ta ( Tarih, edebiyat, sanat, musiki kitaplarında) tek KÜRT kelimesi dahi yoktur. Milli Eğitim bakanlığı Kürtlerin varlığını yok addediyor.

Asimilasyonun Soykırım’la endirekt ilişkisi vardır.

Devletler azınlıkların uyum sağlamasını ister. Azınlıklarda kendi iradeleriyle buna uyar veya uymaz. Fakat asimilasyon yetişen gençliğe iradesi dışında ana dilde eğitimi yasaklayarak icbar eder. Onun içinde bir nevi modern soykırım addedilebilir.

Amerika kızıl derilileri silahla yok etmeğe çalışmıştı. Fransızlar Cezayir’lileri . Osmanlı ise bugünkü AB, yahut USA gibi, çeşitli milletlerin birlikte yaşamını sağlamış, din ve dil özgürlüğü tanımıştı. Azeriler ve Kürtler ise dini birliktelikten kaynaklanan etnik farklılığı nazarı itibara alınmamıştır. Azerilerde, Kürtlerde dörde devlet içinde azınlık haklarından mahrum yaşamaktadırlar. Çekoslovakya medeni bir tarzda bölünmeği sağlamış. Kanada ve Belçika henüz bu yönde başarı sağlayamamıştır. Milletlerin savunma refleksi olduğu içinde Yugoslavya etnik bölünmeyi kanlı yaşamış. Irak’ta da Şii, Suni , Kürt, ve Türkmenler yakında ayrışmayı gerçekleştireceklerdir. Cezayir 100 bin kadar vatandaşını kaybederek kanlı bir şekilde Fransa’dan ayrılabilmiş, özgürlüğüne kavuşmuştur.

Türkler hiçte haklı olmayarak Balkan milletlerini de, Arapları da, Ermenileri de istiklal savaşı çıkardıklarında bizi haince arkadan hançerlediler demişlerdir. Türk tarihine bunlar isyan olarak, onların tarihine de özgürlük savaşı olarak geçmiştir. Kürtlerin son mücadelesine de ‘’Bunların maksadı müstakil bir Kürdistan kurmaktır ‘’ diye ayıplamışlardır. Milletlerin özgürlüklerine kavuşma k için isyan etmeleri insan haklarına aykırımı dır?,ayıp mıdır ? Günah mı dır?.Asıl bölücülük bu milletin ilelebet dörde bölük yaşamasını etik bulmak değil midir?. O savunma refleksidir ki Kürtler bütün baskı rejimlerine rağmen kimliklerini binlerce seneden beri muhafaza etmişlerdir. Dillerini kaybetmemişlerdir. Almanya Türk gençlerine anadillerini öğrenmeği kısıtlı tuttukları için yeni nesil kendi aralarında Almanca konuşmakta ve kendilerini bütünleşmiş olmuş, aslında, asimile olmuş bir tarzda yaşamlarını sürdürmektedirler. Bulgaristan son senelerde etnik temizlikten, Türkiye’ye göç etmelerini zorlamaktan vazgeçerek demokratik bir tolerans göstermekledirler. Yeni teşekkül eden Kürdistan federal hükumeti de her türlü etnik guruplara en demokratik hakları tanımışlardır. Türkiye’nin orayı emsal alarak demokratik hakları vermemekte direnmemeleri gerekmektedir. Son meclis konuşmasında Bülent Arınç böyle bir vaatte bulunmuş, başbakan yardımcısı da yeni demokratik açılımdan söz etmiştir. Bu imkânlar sağlanmadan Fransa’ya küfür etme hakkını kazanamaz. Şimdiye kadar derin devletin, askeri vesayetin mânia teşkil ettiği söylenirdi. Artık böyle bir bahanede kalmamıştır. Bundan böyle problemi askeri müdahale ile çözebileceğine inanan aklı başında kimse kalmamıştır. Hele % 50 nispetinde oy almış bir iktidarın problemi çözmeğe dirayetli olacağını ümit ediyorum.

Erdoğan’ın tek adam pozisyonuna girmesi yanlış kararların alınmasına meydan verebilir. Son zamanlarda muhalefet partilerinin de AK parti ile birlikte hareket etmesi ayrı bir tehlike arz etmektedir. Onların AK partinin yıpranması için Erdoğan’ı destekler görünmeleri samimi değildir. AK partisinin muhalefetin karşı durduğu kararları gerçekleştirmesi daha hayrına olur.

Genelkurmay başkanı Başbuğ diyor ki; ‘’Ordumuz Muhammed ocağıdır’’ . Hani Türkiye dini bir devlet değildi. Ordumuz Kemalizm’in, Laikliğin bekçisi idi (!)

Köln.24.12.11

20 Aralık 2011 Salı

Seyahatten önce anıları okumak...


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Ben seyahate çıkmadan önce o bölgelere dair yazarların anılarını okurum. Böylece turistik firmaların kılavuzunda olmayan, fakat büyük yazarların dikkatimizi çeken hususiyetlerine ilgimizi çekecek bilgileri edinmiş oluruz. Size bu hususta bazı misaller vermek istiyorum.

Çocuklarımın yaz tatillerinden birinde İrlanda’ya gitmeyi planladık. Nobel ödülü almış olan Alman yazarı Heinrich Böll’ün ‘’İrlanda günlüğü’nü-İrische Tagebuch) okudum. Onun tatlı üslubu ile yaptığı tasvirlerden dolayı gittiğim bölgelerde daha çok keyif almam mümkün oldu. Akşam yemeği için gittiğim otelin sahibi benim ilk Türk müşterisi olmaklığım hasebiyle barında benimle hasbıhale koyuldu. Türkiye’yi çok sevdiğini anlatırken benimle Fransızca konuşmağı tercih etti. Anlaşılan Türkiye seyahatinde kendisi ile Fransızca konuşmuş olmalılar. Bana çeşitli İrlanda konyaklarından ikram etti. Ömrümde hiç yemediğim Flamingo yumurtasından tava yaptırdı. Normal yumurtanın sarısı Flamingoların pembe renginde idi. Sonra restoranın şahsına özel bölümünde gitarı ile İrlanda folklorik türküleride söyledi ve yerli İrlanda viskisi ikram etti. Amerika’ya ilk göç eden papazların İngilizceyi USA ya taşıdıklarını anlatmıştı Heinrich Böll.

İtalya’nın Toskana bölgesinde bir şatoda düğünün yapılmasını arzu eden İtalyan gelinimin tavsiyesine uyarak LUCA’ya uğradık. Daha önce büyük Alman yazarı GOETHE’nin Toskan’a gezisi adlı eserini okumuştum. Luca’da meşhur opera bestecisi PUCCİNİ’nin evine uğradım. Piyanosunu da tıklatmak nasip oldu. Onun TURANDOT (Turanlı) operası vardır.

Stockholm yakınında Gripsholm şatosu vardır. Orayı ziyaretten önce Kurt TUCHOLSKY’nin romanını okumanızı tavsiye ederim. O şatoda bütün Osmanlı padişahlarının portrelerini muhtevi kocaman bir tablo vardır.

Edinburg sarayını ziyaret ederken kraliçeleri Marry Stuart’ın boğdurulma hadisesini Stefan ZWEİG ‘ın Merhamet eserinde okumanız mümkün olur.

İtaya Riviyera’sını ziyaretten önce RİLKE’nin hatıralarını okumanız size yeni bir bakış açısı kazandırır.

Moskova’da ilk ziyaret ettiğim ÇEHOV’un evi oldu. Aslen hekim olan bu Yazar’ın el yazısı ile yazılmış eserlerinden bazılarını görünce onun ne derece hassas bir insan olduğunu anladım.

Moskova’nın dışında TOLSTOY’un Datça’sını ziyaretimde torunu beni karşıladı. Ogün yapılacak bir Jübile toplantısına geldiğim için bana teşekkür etti. Tolstoy’un Çocukluğum eserini okuduğumda benimde o yaşlarda benzer duygular içinde olduğumu tespit ettim. Tıpkı SARTRE’nin ‘’Le Mot’’ eserinde çocukluğundaki duygularında da benzer tarafları gördüm. Her ikisi de benim gibi erken yaşta babalarını kaybetmişler. Dedelerine düşkün olmuşlar. Demek ki o çocukluk algıları yazara değil de çocukluğa dair algılamalar olduğu neticesine vardım.

BURGAZ adasında martı yumurtaları arayan Sait Faik’in hatıraları beni sürüklemişti adayı ziyaretime.

Barcelona’da Hemingway’i hatırlamamak mümkün mü? Oranın meşhur lokantası Los Caracoles’de olduğu gibi birçok kahvehanesinde bile ‘’ Hemingway burada kahve içti ‘’ tabelalar vardır. Tıpkı Eyüp’te Piyer Loti kahvesinde, Prag’da Kafka’nın kahve sefasını sürdüğü Prag’a nazır kahvehanede Kafka’yı hatırlamamak mümkün değil.

Stratford –on- Avon da , hemen hemen bütün eserlerinin tiyatrolarda icra edildiğinde kaçırmadığım Shakespaere’İ satır satır hatırladığımı söyleyebilirim.

Oslo’da İbsen tiyatrosuna gittiğimde onun yaban ördeği, ve Knut Hamsun’un Dünya nimetlerini okumuş olduğuma sevindim.

Helsinki’yi ziyaretimde Rus yazarı GrigoriyPetrov’un ‘’Beyaz zambaklar ülkesinde’’ eserinin okunmasını Atatürk’ün emrettiğini biliyorum. Bu kitap hakkında birkaç makale yazmıştım.

Ege’de mavi yolculuğa çıkmadan önce Azra Erhat’ın Mavi yolculuk hakkındaki anılarını okumanızı tavsiye ederim.

Antalya.11.12.01

10 Aralık 2011 Cumartesi

Devrim üzerine söyleşi...

XXI. yüzyılın ilk on yılları, dünya ölçeğinde devrimler dalgasının on yılları olacak…

Fikret Başkaya - Gün Zileli



FB: Devrim, beklenmedik biçimde ortaya çıkan [zuhûr eden] sosyal/politik radikal
dönüşümü ifade ediyor. Bizde eski dildeki karşılığı inkılap, Batı dillerinde revolution,
etimolojik olarak Latince revolvere’den türee, İtalyancası rivoltare... Aslında modern
zamanların bir kavramı. Galiba ilk defa 1450’lerde ortaya çıkıyor. Fakat sosyal politik bir
dönüşümü ifade etmek üzere ilk kullanılışı, eğer doğru biliyorsam 1688 “Şanlı İngiliz
Devrimi”yle oluyor... Tabii sosyal-politik alan dışında da oldukça yaygın bir kullanımı
söz konusu. İşte “bilimsel devrim”, “sanayi devrimi” vb. Yani var olanın köklü bir
değişime uğraması anlamında... Copernicus 1543‘te yazdığı, gezegenlerin güneşin
etrafında döndüğüne dair el kitabına, revolutionibus orbim coelestium başlığını koymuş...
Bizde devrim kelimesi tuhaf bir şekilde çoğul olarak da kullanılıyor. Atatürk devrimleri
gibi... Oysa devrim kelimesinin çoğul olarak kullanılması tam bir sulandırmadır...
Arap dünyasını saran ve devam eden son isyan dalgasıyla birlikte, “devrim nedir” sorusu
açıkça olmasa da gündeme gelmiş gibi görünüyor. Bu konuda tam bir kafa karışıklığı
olduğu da mâlûm... İstersen baştan başlayalım. Sana göre devrim nedir?

GZ: Kanımca devrim büyük bir toplumsal alt üst oluş, eski toplumsal düzenin yıkılması
ve yerine yeni bir toplumsal inşanın başlamasıdır. Bu bakımdan devrimi bir “an” olarak
görmek yanıltıcı olabilir. Elbette tarihlerle de saptanan bazı zirve noktalar vardır. Örneğin
1789 Fransız devrimi ya da 1917 Ekim devrimi gibi. Ama bu, yanardağın tepesinden
lavların dışarıya büyük bir volkan patlaması olarak çıktığı andır. Evet ama bunun öncesi
ve sonrası yok mudur? Mutlaka vardır. Fransız devrimi çok önceden başlamıştı ve
1789’da olup bitmedi, bütün bir XIX. Yüzyıla yayılarak devam etti. Keza Sovyet devrimi
için de aynı şeyi söyleyebiliriz. XIX. Yüzyılda başladı, XX. Yüzyıl boyunca devam etti.
Patladığı yerde devam etmesi değil sözünü ettiğim. Ulusal sınırları aşan, dünya çapında
sarsıntılarla devam eden bir devrim söz konusudur.
Devrimi bir an gibi algıladık geçmişte. “Devrimden sonra şunu yapacağım” gibi laflar bol
bol dolaşırdı aramızda. Oysa devrim bir milat değildir. Öncesi ve sonrasıyla devam eden
bir süreçtir o. Bu yüzden “sürekli devrim” kavramını da pek benimsemem. Bu, “kulaklı
eşek” demek gibi bir şeydir. Eşek kulaksız olamayacağına göre devrim de zaten sürekli,
süregelen bir şeydir. Yani fazladan lafa gerek yoktur.
Bununla birlikte, anarşistler “devrim” sözcüğünü tek başına kullanmak yerine,
“toplumsal devrim” kavramını kullanmayı yeğlerler. Bunun nedeni de geçmişte
Marksistlerle yaptıkları politik devrim-toplumsal devrim tartışmasıdır. Marks, toplumsal
devrim için bir politik devrim aşaması öngörmüş, anarşistler ise politik devrimi
reddetmiş, doğrudan toplumsal devrimi savunmuşlardı. Bana da politik devrim aşaması
yanlış geliyor. Daha doğrusu, toplumsal devrim için politik iktidarı ele geçirmek, yani
yeni bir devlet kurmak oldukça sorunlu. Çünkü devlet kurulur kurulmaz devrimi bitirir.
Bütün deneyler bunu gösterdi.
Sanırım politik devrim anlayışıyla devrimi bir an olarak gören anlayış arasında da bir
bağlantı var. Yani bir ayaklanma olacak ve politik iktidar ele geçirilecek. Devrim bu.
Daha doğrusu devrim bununla başlıyor. Oysa benim düşünceme göre böyle bir an yok.
Yani politik iktidarın ele geçirildiği anı hayal etmek yanlış. Hatta bence öyle bir an varsa
da bu an devrimi başlatmıyor, bitiriyor.

Örneğin Libya’yı alalım. Orada bir devrim var mıydı, bu tartışılır. Yoksa tamamen
manüplasyon muydu, bu da tartışılır. Ben diktatörlük ve baskının olduğu her yerde
devrimlerin de kaçınılmaz olduğuna inanırım. Akıbeti bende her ne kadar acıma
duygularına yol açtıysa da ne yazık ki Kaddafi de bir diktatördü. Baskıcıydı. Eğer
manüplasyon varsa bile bu manüplasyon halkın gerçek özgürlük duygularının harekete
geçmesiyle başarıya ulaşabildi. Neyse, şimdilik bunu bir kenara bırakırsak, Libya’da bir
ayaklanma oldu. Toplumsal bir alt üst oluş yaşandı. Bir noktada NATO devreyle girdi ve
devrim şansını ortadan kaldırdı. Ama NATO devreye girmeseydi de muhalifler kendi
güçleriyle iktidarı ele geçirselerdi devrim yine bitmiş olacaktı. Çünkü iktidarı ele
geçirdiler ve geçirdikleri andan itibaren artık devleti koruyucu bir güce dönüştüler.
Devleti devraldılar ve artık hapishaneler onlar için çalışacak. Kısaca söyleyecek olursak,
Libya’da gerçek bir devrimci kalkışma var idiyse de bu, hem NATO, hem de iktidarı ele
geçiren muhaliflerce bitirildi.
Ama bu, devrimin tamamen bitirildiği, sona erdiği anlamına gelmiyor elbette. Devrim
alttan alta işlemeye devam edecektir. Neden? Çünkü orada sosyal çelişkiler devam
ediyor, sömürü devam ediyor, emperyalist-kapitalist sistemin mekanizmalarının yarattığı
huzursuzluklar devam ediyor.
Yeniden başa dönecek olursak, devrim bir an olmadığı gibi, bir partinin programıyla
belirlenen bir şey de değildir. Bizim sol hareketler bunu böyle algılıyor. “Bir devrim
programın var mı” diye soruyorlar birbirlerine. Oysa devrim programlarla olmaz. Hatta
tersine, devrim programları da yıkar geçer. 1917 Nisan’ında Lenin, Bolşevik partisinin
bütün programlarını devrim karşıtı ilan etti. Program durağan bir şey, devrim ise dinamik.
Her an yeni sürprizlere açık. Bu yüzden, kendimizi programlarla zincirlemek yerine
hayatın karmaşıklığını kavramaya ve coşkun bir nehir gibi akıp giden bu karmaşıklığı
kavramaya çalışmak çok daha devrimci bir tutumdur.

Devrimin üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkisinden doğduğu görüşünün de gözden
geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Seninle birlikte yazdığımız Devrimi Yeniden

Düşünmek-I (Özgür Üniversite Kitaplığı, 2010) kitabında bunu bir miktar irdelediğimizi
sanıyorum. Ama daha da derinleşmek gerekir. Devrim elbette toplumsal çelişkilerin
ürünüdür ama onu üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiye bağlamak bir tür
ilerlemeciliğe de yol açabiliyor. Ya da şuralar şuralar geri ülkeler, oralarda üretici güçler
yeterince gelişmediği için devrim olmaz, olsa bile sonuç Rusya’daki gibi başarısızlıktır
türü Menşevik bir görüşü de ön plana çıkarabiliyor. Oysa “geri” denen yerler aynı
zamanda dünya kapitalizminin sömürüsünün en ağır yaşandığı yerlerdir ve buraları fokur
fokur bir devrimci kaynaşma içindedir. Arap halkları da sanıldığı gibi, salt parlamenter
bir sistem kurulması için değil, temelde kapitalist sömürünün yarattığı büyük huzursuzluk
nedeniyle ayaklanmış bulunuyor. Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yaşanan, ulusal
sınırları aşan, anti-kapitalist bir toplumsal devrimdir.

FB: Tunus ve Mısır’da peş peşe devrimler parladığında, “sol” çevrelerde şöyle bir
değerlendirme yapılıyordu [hâlâ yapılıyor]: Bunun arkasında mâlûm güçler var... Tabii
kimin kastedildiği belli: ABD ve Avrupa bölgeye yeni bir “düzen” vermek istiyor, bu
amaçla da halkı sokağa döküyor. Bu tür zırvalar sol dışı çevrelerden, burjuva odaklardan
gelse o kadar rahatsız edici olmazdı. Bu soldan, üstelik ‘radikal’ oldukları sanılanlar
tarafından dillendirilince işin şekli değişiyor. Bazıları bunu ABD’nin “Büyük Orta Doğu
Projesinin” bir aşaması olarak görürken, bazıları da [belki çoğunluk] bu isyanları yöneten
bir örgütün ve önderliğin olmayışını, bu devrimleri küçüksemek için bir gerekçe olarak
ileri sürüyorlardı. Hatırlarsın, bunun üzerine Orta Doğu ve Arap Dünyasında Yeni Dönem
başlığını taşıyan bir yazı yazmıştım. Bunun kitlelere sadece yukardan bakanların değil,
Avrupa-merkezli bakışın da sonucu olduğunu yazmıştım. Aradan geçen zamanda belki
Libya’daki emperyalist komplo ve Suriye’deki belirsizliğin de etkisiyle bu anlayışın daha
da yaygınlaştığı anlaşılıyor. Öyleyse durumu netleştirmek gerekiyor. Sözünü ettiğim
yazıda da ifade ettiğim gibi, devrimden söz etmek üç şeyden söz etmektir: 1. Devrimi her
zaman halk yapar; 2. Devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez, öngörülemez; ve 3. Hiç
bir devrim diğerine benzemez [bu yüzden de devrim ihraç edilir bir şey değildir ]...
Tabii, Mısır ve Tunus’la diğerlerini ayırmak gerekiyor. Mısır’daki ve Tunus’daki
devrimdi ama diğerleri farklıydı. Mısır’da sadece Tahrir Meydanında bir milyonu aşkın
genç, yaşlı, erkek kadın, Müslüman, Hıristiyan, laik, vb. insan toplanmamıştı, nerdeyse
tüm Kahire ayağa kalkmıştı ve sadece Kahire de değil, Mısır’ın her yerinde, tüm
kentlerinde rejim karşıtı devasa bir kalkışma söz konusuydu. Halkı otakrasiye karşı
ayaklandıranlar Batılı güçlerin istihbarat örgütleri, yabancı misyonlar değildi. Bu devasa
halk hareketini bir emperyalist manipülasyonu saymak, devrimin ne olduğundan habersiz
olanların bir uydurmasıdır ama aynı zamanda o halk kitlelerine de büyük bir haksızlıktır.
Neden Mısır’daki, Tunus’daki halk hareketlerini küçümsediler? Çünkü, kafalarında bir
devrim modeli var ve o modele uymayan hiçbir hareketi muteber saymıyorlar. Tabii
devrimi de örgüt yapacaksa ve ortada bir örgüt yoksa, demek ki, ortada bir devrim de
yoktur… Biraz tarih bilgisine sahip olan biri bunları söyleyebilir mi? Bu güne kadar bu
dünyada hangi devrimi örgüt yapmıştır? Elbette bunu söylemek, örgütün önemini hafife
almak demek değildir. Lâkin devrimin mantığı farklıdır ve kendine özgü kurallara göre
tezahür ediyor. Tunus’da devrimin hemen öncesinde kim “isyancıları” destekliyordu?
Obama mı, Sarkozy mi, Berlusconi mi, Zapatero mu, Cameron mu? Kim? Bırakın
isyancıları desteklemeyi, öyle bir şeyi hiçbiri beklemiyordu bile... Sadece emperyalistler
değil, ne Tunus’da Binali, ne de Mısır’da Mubarek yönetimleri öyle bir şey
bekliyorlardı... Neden? Çünkü devrim öngörülebilir bir şey değildir de ondan... Rusya’da
Romanov hanedanının düşmesinden daha üç gün önce [1917] İngiltere’nin Saint-
Petersbourg’daki büyük elçisi Londra’ya gönderdiği mesajda: “Bu gün bazı karışıklıklar
oldu ama bunlar ciddi şeyler değil” diyordu. Benzer bir durum İran İslam Devrimi öncesi
için de geçerliydi. İran’da mitinglerin, gösterilerin en yoğun günlerinde, Şah rejiminin
düşmesinden beş ay önce, CIA tarafından Washington’a gönderilen bir raporda: “İranda
devrimci bir durum yok, dahası devrim öncesi bir durum bile yok” deniyordu. Dönemin
ABD başkanı James Carter de, İran’ın “dünyanın en karmaşık bölgesinde bir istikar
adası” olduğunu söylüyordu. [ Bu vesileyle istikrardan kimin neyi anladığı da netleşiyor
olmalı…] Ve başta ABD ve İngiltere olmak üzere Sovyetler Birliği ve Çin Halk
Cumhuriyeti Şah’a tam destek veriyorlardı... Devrimi öngöremeyen sadece kurulu
düzenin efendileri değildir. Devrimcilerin de devrim anını kestirmesi mümkün değildir.
Nitekim Lenin 1917 Ocak ayında: “ Belki de biz eski kuşak, gelecek devrimin kesin
savaşını göremeyeceğiz” diyordu... İnsanlık tarihinin seyrini değiştiren “Büyük Fransız
Devrimi”nde de durum farklı değil... Bastille’in halk tarafından ele geçirilmesi üzerine
kral XVI. Louis: “ Fakat bu bir isyan?” dediğinde, Lincourt Duke’ü’: Hayır efendim, bu
bir devrim” karşılığını veriyor... Devrim modern zamanların bir kavramı ve bu güne
kadar gerçekleşen tüm devrimler, öngörülemezlik kuralını doğrulamıştır.
İşte devrimin bu özelliğinden dolayı tüm devrimler herkesi, bu arada devrimcileri de
şaşırtıyor. O kadar ki, istihbarat örgütlerini bile şaşırtıyor. Limonin takma adıyla Bolşevik
Partisine sızmayı başaran, Çar’ın gizli polis örgütü Okhrana’nın ajanı şöyle diyordu: “
Patlamaya başlayan haraket, hiç bir partinin hazırlığı olmadan, hiç bir ön tartışma
olmadan patladı, önceden hazırlanmış bin plana göre başlamadı. Devrimci çevreler
ancak ikinci günün sonunda tepki vermeye başladılar” Eğer önceden bilinseydi devrim
olur muydu? Demek ki, öngörülemediği için mümkün oluyor. Yani devrimler her zaman

beklenmedik yerde ve zamanda “patlıyor” ve dostu düşmanı şaşırtıyor…

GZ: Galiba söyleyeceklerin bitmedi ama istersen ben burada araya gireyim. Belirttiğin
gibi, devrim öngörülebilen bir şey değil, geçmiş bütün devrimler bunu doğruluyor.
Rusya’da 1905 devrimi patlak verdiğinde Lenin kendi partisinin elemanlarını
hücrelerinde uyuklamakla eleştirmişti. “Ne yapıyorsunuz o küçük hücrelerinizde, çıkın da
sokakta neler oluyor bakın” demişti. Çok da haklıydı. Ama 1917 Şubat devrimini Lenin
de dahil, hiçbir önder ve parti tahmin edemedi. Lenin, o günlerde Zürih’te felsefi
çalışmalarına gömülmüştü. Troçki Amerika’daydı. Devrim en çok devrimcileri şaşırttı.
Bizim sol bunları görmüyor, görmek istemiyor. Neden? Çünkü onlar için devrim, halkın,
ezilen insanların ayağa kalkmasından çok, bir örgütün iktidarı ele geçirmesinden ibaret.
Yeni TKP’nin yayın organı Sol dergisinde de bu yönde bir yazı yayımlandı. Devrimci
parti (kendileri gibi komünist adlı bir partiyi kastediyorlar sanırım) olayları
yönlendirmiyorsa, devrimci bir program kitlelere yol göstermiyorsa orada devrimden söz
edilemez dediler. Gerçekten komik. “Devrim onay merkezi” gibi çalışıyorlar anlayacağın.
Orada biz yokuz, yol gösteremiyoruz, o halde bu devrim değildir demeye getiriyorlar.
Emma Goldman’ın, “dans edemediğim bir devrim devrim değildir” sözünü
komikleştirerek bunlara uygulayabiliriz: “Benim olmadığım bir devrim devrim değildir.”
Oysa devrime kalkışan kitleler kimseden izin almazlar, onay beklemezler. Dahası, ayağa
kalkan kitleler bile o anda nasıl büyük bir devrimi gerçekleştirdiklerinin tam bilincinde
olmayabilirler. Bilinç her zaman önde giden bir şey değildir. Hatta toplumsal olaylarda
bazen ve hatta çoğunlukla geride kalır ve sonradan oluşur. Bunu söyleyerek bilinç
unsurunu küçümsemek istemiyorum elbette. Bir devrimin selameti açısından bilinç çok
önemlidir ama “önce bilinç oluşsun, insanlar bir iyice bilinçlensin, ondan sonra devrim
olsun” diyemezsiniz. Deseniz bile bunun bir hükmü yoktur. Nasıl ki, “önce depreme bir
güzel hazırlanalım, çadırlarımızı kuralım, olacaksa deprem ondan sonra olsun”
denemezse, “önce bilinçlenelim, sonra devrim olsun” da denemez.
Kaldı ki, bizatihi devrimin kendisi bilinci hiç beklenmedik şekilde, müthiş bir şekilde
yükseltir. O zamana kadar devlete biat eden, “allah devlete zeval vermesin” diye boyun
büken insanlar bir anda olup biteni kavramada muazzam bir bilinç sıçraması yaşarlar.
Yani önce bilinç, sonra devrim demek yerine, bilinç devrimin değil, devrim bilincin
motorudur demek daha doğrudur.
Nitekim Mısır’daki gelişmeler de bunu gösteriyor. Milyonlarca insan çürümüş Mübarek
rejimine karşı ayaklandı ve sonunda onu devirdi. O zaman, Sovyet devrimiyle bir analoji
yaparak, Şimdi Sıra Kadetlerin Devrilmesinde başlıklı kısa bir yazı yazmıştım. Anlatmak
istediğim şuydu: Mübarek devrildi ve ordu idareyi ele aldı, kısa zamanda serbest
seçimlere gideceğine söz verdi. Ordu yönetimi, 1917 Şubat’ından sonra Rusya’da kurulan

I. Geçici Hükümete benzetilebilir. Ordu’nun bir süreç içinde, Rusya’daki Kadetlere
benzeteceğimiz Müslüman Kardeşlerle birlikte yeni bir baskı ve sömürü düzeni kuracağı
besbelliydi. İlk aşamada ayaklanan kitleler tatmin olmuş ve sevinmişlerdi ama orduya ve
düzen partilerinin manüplasyonlarına karşı giderek bir tepki içine girecekleri de kesindi.
Nitekim, Kasım ayı gelince, Tahrir Meydanı orduya, orduyla işbirliği yapan Müslüman
Kardeşlere ve devrimi durdurmak isteyen diğer burjuva unsurlara karşı çıkan ezilen
insanlarla yeniden dolmaya başladı. Bu, devrimin ikinci aşamasıdır. İnsanlar süreç içinde
sorunun Mübarek’in devrilmesiyle hallolmayacağını çok iyi kavradılar. Devam eden
devrim onları eğitti, bilinçlendirdi. Yani yukarda dediğim gibi, bilinç arkadan yetişti. Bir
devrimci parti ya da örgüt istediği kadar böyle şeyleri öngörmüş olsaydı (ki pek yok
böyle bir örgüt), bu öngörünün kitlelerin bilincinin yükselmesindeki payı çok az olacaktı.
İnsanların bilinci kendi deneyimlerinden öğrenerek adım adım gelişir. Yoksa dışlarındaki
bir gücün onlara akıl vermesiyle değil.
Şimdi Mısır’da saflar son derece netleşmiş durumda. Bir tarafta devrimi durdurmak
isteyen ordu, burjuvazi ve Müslüman kardeşler var. Diğer tarafta da, Mısır’daki kapitalist
sömürüden muzdarip kitleler. O kitleler, bilinç olarak elbette hâlâ anti-kapitalist bir
noktada değil. Ama engellerle karşılaşa karşılaşa ve o engelleri devire devire giderek bu
bilinci de edinecekler. Sonunda meselenin salt bir rejim meselesi olmayıp, bir sistem
meselesi olduğunu görecekler. Yeter ki, Libya’da olduğu gibi devrim yolundan
saptırılmasın. Yeter ki, “kitlelerin adına” hareket eden bir “öncü”, devrim adı vererek
(bugün pek öyle bir durum gözükmüyor) iktidara el koymasın. Kitle seli ve devrim kendi
yolunu bulacaktır.
Bu arada, bugünkü devrimi bir dünya devrimi olarak da kavramak gerektiğini
düşünüyorum. Devrim dalgası, diyebilirim ki, 200 yıldır ilk kez bu kadar yaygınlık
kazanmış bulunuyor. Devrimin fay hattı, İrlanda ve İngiltere’den başlıyor, oradan Fransa,
İspanya, İtalya, Arnavutluk ve Yunanistan’a iniyor. Bu hattın karşısında, Kuzey
Afrika’da bir paralel hat daha var. Tunus, Libya, Mısır. Ve Mısır üzerinden, Yemen’den
geçerek Ortadoğu’ya ulaşıp Bahreyn’e, Suriye’ye ve İran’a varıyor. Bir başka fay hattı
Amerika kıtasındadır. Wall Street’i ele geçir eylemi şimdilik durulmuş gözüküyor ama
Birleşik Devletler büyük patlamalara gebe. Çünkü kapitalizmin içinden çıkması imkânsız
bir kriz dünyayı sarsıyor. Artık işsizlikle ve ayrıcalıklarını kaybetmekle yüz yüze bulunan
orta sınıflar da ayağa kalkmaktadır. Şili’de öğrenciler ayaktadır. Latin Amerika ülkeleri
de kaynayan kazandır. Öte yandan, ÇHC denen devlet bir dinamitin üstünde
oturmaktadır. Bu ülke çok uzak olmayan bir zamanda muazzam bir ayaklanmayla
sarsılacaktır. Ucuz emek sömürüsünün had safhaya vardığı bu kapitalist ülkedeki
komünist partisi diktatörlüğünü milyonların sırtlarında daha fazla taşıyacağını
sanmıyorum.
İşte böyle baktığımızda, Büyük Ortadoğu Projesi falan denen şeylerin hiçbir hükmü
kalmaz. Kitleler ne projeleri ne de programları takarlar. Gerçekten devrim isteyenler,
paranoyaları ve muhafazakârdan da muhafazakâr önyargılarını bırakıp bu dünya devrimi
dalgasına omuz vermeli, halk kitlelerinin özlemleri yönünde ilerleyecek anti-kapitalist bir
dünya devrimini körüklemelidirler. Yani Enternasyonal’de dendiği gibi: “Devrim ateşini
körükle…” Ancak bunu yaptıkları zaman gerçekten “devrimci” sıfatını hak edeceklerdir.

FB: Bir kaç gün oluyor, bir televizyon kanalında “konunun uzmanları” Orta Doğu”yu
tartışıyorlardı. İşte ABD ne yapmak istiyor, AB ne istiyor, Türkiye ne istiyor, İran ne
istiyor… lâkin hiç biri orada yaşayan insanlar ne istiyor sorusunu sormuyorlardı. Aksi
halde ne o programa izin verilir, ne de “konunun uzmanları” oraya çağrılırdı… Devrim,
ezilen ve sömürülen sınıfların “ artık senin beni olmamı istediğin gibi olmak istemiyorum,
kendi istediğim gibi olmak istiyorum, kendim olmak istiyorum” dedikleri anda patlıyor,
spontane bir şekilde kitlelerin “korku duvarını” aştıkları zamanda ortaya çıkıyor. Tabii
devrimin genişliği, yaygınlığı ve derinliğiyle, karşıdevrim arasında da bir ilişki var. Eğer
devrimin kapsayıcılığı önemliyse, karşı devrimin etkili olması da zorlaşıyor. Senin de
söylediğin gibi, dünya ölçeğinde bir devrim dalgasının, içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk
on yıllarına damgasını vuracağını söyleyebiliriz. Artık bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi
olmayacak, olması mümkün değil… Tabii devrimin gündemde olması demek,
karşıdevrimin de gündemde olması demektir, dolayısıyla zaferin kesinliği diye bir şey söz
konusu değil… Zira, sistem giderek duvara toslamakta, “büyük insanlığa” teklif
edebileceği artık bir şeyi yok, dolayısıyla oyalama, aldatma, kandırma yeteneği de
kaçınılmaz olarak hızla aşınmakta. Meşruluk temeli çökmekte… Çürüyen ve çürüten,
“bunak kapitalizmin” artık insanlığa teklif edeceği bir şey yok ama sürece acilen
müdahale edilmesi, aracın direksiyonunun vakitlice değiştirilmesi gerektiği bir zamanda
olduğumuzun da bilincinde olmak gerekiyor. Zira, insânî ve sosyal kötülüklere ekolojik
yıkım, felâketler birikimi de eşlik ediyor.
Devrimle ilgili olarak iki hususa açıklık getirmek gerekiyor: Örgüt sorunu ve
entelektüelin işlevi. Bir kere örgüt ve örgütlülük vazgeçilmez, lâkin benim “örgüt
paradoksu” dediğim bir şey var. Tarihsel deneyler gösteriyor ki, bir amaç, bir ideal için
kurulan örgüt, belirli bir eşik aşıldığında başlangıçtaki amaca, varlık nedenine
yabancılaşıyor, bürokratlaşıyor, yozlaşıyor. Bunu, savunma amaçlı örgütlenmelerde de
[sendikalar] veya sistemi aşmayı amaçlayan örgütlerde de [sol, sosyalist, komünist
partiler] görmek mümkün. Burada bunun nedenleri üzerinde durmamız uygun değil ama
sonuç itibariyle paradoksal bir durumun varlığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla
genel olarak devrimden söz edildiğinde, bu paradoksu sorun etmek büyük önem taşıyor.
Velhasıl, bu durumun aşılması yönünde teorik tartışmalar yapmak ve bürokratlaşmanın,
yozlaşmanın bertaraf edilmesi için ne tür önlemler, yenilikler gerektiği üzerinde kafa
yormak önemli. Olabildiğince vertikal [dikey-hiyerarşik] olmayan örgütsel işleyiş ilkeleri
keşfetmek önemli… Bu da demokrasi tanımını gözden geçirmeyi gerektiriyor. Geride
kalan dönemin örgüt modelleriyle sınıfsız toplum yolunda ilerlemek mümkün değil. Bu
konuda ciddi bir teorik sorgulama gerektiğini söyleyebiliriz. Zira, bizzat örgütler var
olanı aşmanın engeli haline geliyorlar. Kendileri birer iktidar odağı, odakçığı haline
geliyorlar, dolayısıyla retorikle realite arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor.
İkincisi, devrim süreçlerinde entelektüel işleve yüklenen anlam ne olmalıdır sorusu. Bir
kere şunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, gerçek entelektüelden yoksun hiç bir toplumsal
hareketin başarı şansı yoktur. Çünkü, ideali, ütopyayı, perspektifi inşa eden
entelektüellerdir. Tabii orada söz konusu olan, Gramsci anlamında, ezilen halkların,
sömürülen sınıfların “organik entelektüelleridir”. Entelektüel, devrim öncesinde, devrim
anında ve devrim sonrasında önemli bir işlev üstlenebilir. Yeni, orjinal ve devrimci
fikirlerin derece derece halk kitleleri tarafından içselleştirilmesi, “fikirlerin maddi birer
güç haline gelmesi” büyük öneme sahiptir. Tabii bu, “dışardan bilinç götürme”
anlamında değil. Karşıt bilincin kitleler tarafından içselleştirilmesi şeklinde. Kendisi de
ezilen-sömürülen sınıfın tarafında olan entelektüel, mevcut sistemin teşhir edilmesinde,
onu aşmanın olanakları üzerinde, muhtemel bir toplum düzeninin nasıl olması gerektiği
konusunda bilinç sıçramasına katkıda bulunabilir. Sol örgütler entelektüel işlevi
küçümsüyorlar, çünkü entelektüelin, ayıplarını açığa çıkarma istidadı ve yeteneğinden
çekiniyorlar… Yıllar evvel Özgür Üniversite’de dersleri izleyen bir genç vardı. Bu genç
aynı zamanda bir sol partinin de üyesiydi. Örgüt yönetimi onun Özgür Üniversite’ye
devam ettiğini öğrendiğinde, uyarıyor: “ Bir daha oraya gitme, biz sana gerekli olanı
öğretiriz” diyorlar… Örgüt bir kere dünyanın gerçekliğinin tapusunu cebine koymuşsa,…
düşünmeye, şüphe etmeye, araştırmaya ne gerek var… Bunları söylerken entelektüeli ve
onun misyonunu yücelttiğim gibi bir anlam çıkarmak asla doğru olmaz. Zira bu dünyada
yüceltilmeyi hak eden hiç bir şey yoktur, olmamalıdır ve buna entelektüel de dahildir.
Aksi halde hem entelektüeli ve onun misyonunu yüceltmek hem de komünist toplum
perspektifinden, sınıfsız toplumdan söz etmek büyük bir çelişki olurdu…

GZ: Tamamen katılıyorum. Yüceltmemek ve kitlelerden üst bir mevkiye koymamak
koşuluyla entelektüellerin rolü çok önemli. Sol bu noktada da çelişkili ve sarkacın her iki
ucu açısından da hatalı bir yönelim içinde. Bir yandan, belirtiğin nedenlerle
entelektüelleri tehlikeli görüyorlar ve onları örgütlerinin rakibiymiş gibi algılıyorlar. Bir
de tabii, Stalinist dönemin, entelektüelleri horlayan ve baskı altına alan geleneğini devam
ettirmeleri söz konusu. Ama diğer yandan, örgütlerinin dışındaki popüler entelektüellere,
yani şu senin sözünü ettiğin, “konunun uzmanları”na karşı da tiksindirici ölçüde bir
hayranlıkları, hatta onların karşısında bir aşağılık duyguları söz konusu. Bu tür sistem içi
entelektüellerin sempatisini kazanmak için binbir takla atıyorlar. Aslında Stalin
döneminde de böyleydi. Bir yandan Sovyetler Birliği’nin içinde entelektüelleri baskı
altına alır ve en kalitelilerini yok ederken, bir yandan da, örneğin Avrupa kamuoyunda
tanınmış entelektüellere Sovyetler Birliği övgüsü yaptırabilmek için yapmadıkları
şaklabanlık kalmazdı.
Bence bugün devrimin sağlıklı bir mecrada ilerlemesinin ilk koşulu, solda ve genel olarak
değişimin başını çekecek radikal-devrimci kesimlerde muazzam bir entelektüel
devrimdir. Eski kabuğun kırılıp atılması için bu şart. Eski hurafeler, efsaneler, putlar,
teorik uydurmalar, önyargılar, inkârcılıklar gümbür gümbür yıkılmalıdır. Yani bir
zamanlar Nazım Hikmet’in bir başka bağlamda açtığı “Putları yıkma” kampanyası gibi
bir şey gerekli. Her şey sorgulanmalı, her şey. Gün ışığı görmemiş hiçbir karanlık nokta
bırakılmamalı. Her şey tartışılmalı. Eski paradigma altüst edilmeli. Bunun yerine konacak
yeni paradigmanın da her yanı yeniden ve yeniden gözden geçirilmeli. Bütün bunlar
sonsuz bir özgürlük ortamı içinde ama birbirinin gözünü çıkartmadan tartışılmalı.

Özellikle de senin belirttiğin örgüt konusu. Örgüt gerekli ama daha baştan ne olduğu,
nereye varacağı belli olan bürokratik örgütlerle bu işin olamayacağı artık açık seçik
ortaya çıkmış bulunuyor. O halde tartışma konularından biri de “nasıl bir örgüt?”
olmalıdır. Monolitik, baskıcı, merkez komitesinin ağzına bakan örgütlenmelerle bu iş
olmaz ve zaten insanlar tekrar tekrar bozuk bir aleti denemezler. Bir alet çalışmıyorsa
çalışmıyordur. Bir denersin, iki denersin, hadi emin olmak için üçüncü kez de denersin
diyelim ama çalışmadığını görünce onu bir kenara atar ve yeni bir alet ararsın kendine.
Örgüt de eğer bir fetiş aracı değilse, devrim için bir araçsa, yararlılığı, işlevselliği
açısından ele alınmalı ve yeniden oluşturulmalıdır.

Lenin’in Yaklaşan Felaket diye bir broşürü vardı.
Biz de bugün Yaklaşan Devrim demeli miyiz? Bence demeliyiz. Ama gerçekten
yaklaşıyorsa onu karşılamaya hazır olmak bir zorunluluktur. Tabii bu sözlerimden
devrimi bir “an” olarak algıladığım sonucu çıkarılmamalıdır. Bu sadece bir metafordu.
“Yaklaşan devrimin” içindeyiz zaten. Bizi, bütün bunları bugün daha da ısrarlı
konuşmaya sevk eden de bu değil mi zaten?

FB: O halde bu söyleşiye: “XXI. Yüzyılın ilk on yılları, dünya ölçeğinde devrimler
dalgasının on yılları olacak” başlığını koyabiliriz…

5 Aralık 2011


3 Aralık 2011 Cumartesi

ERDOĞAN’IN NİYETİNİ OKUDUM (!)

Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Dün televizyonlarda Balbay’ın eşi çocuklarının babalarını özlediğini ifade etti. Bu ifadelerin aynisini ablam 27 Mayıs faciasının ertesinde ada kumandanına ‘’Çocuklarım babalarını özlediler’’ dediğini hatırlattı. O günlerde Balbay’ın gazetesi CUMHURİYET pür neşe, ellerine kına yakmış gibi, 27 Mayısı bayram ilan ediyordu. O zaman ablam mağdurların arzusunu dile getiriyordu, şimdi darbe planları hazırlayan, günlüklerini tutan Balbay için duygusal sözler ediliyordu. Kaderin cilvesi.

27 Mayıs da Yassı ada zulmüne tabi olanlara Düşükler tabirini ilk defa dile getirdiğini söyleyen bir CHP milletvekili, gel zaman, git zaman Almanya da oturma izni almak için benden rapor almağa geldiğinde eylül askeri darbesinde milletvekilliğini kaybetmişti. Kendisine siz o meclisin Düşüklerinden misiniz? Diye sormuştum.

Fikriniz ne ise Zikrinizde öyle olur.(!)

CHP’nin kendini çok akıllı zanneden bir bayan milletvekili var. Diyor ki;’’ Bir Tuncelilinin parti başkanı olması en güzel özür dilemek sayılmaz mı?’’ Bir insan kendi ifadesi ile kendisini böylesine tekzip edebilir mi? Dersim kelimesi yerine hala Tunceli demesi özür dilemediklerinin teyidi olamaz mı? Bu bayanın Bahçeli ile benzer bir hususiyeti de, değil gülmeyi, tebessüm etmeği dahi becerememesidir. Bu gibi insanlar devamlı depresyon içindedirler ve ‘’Musculus risorius’’ları ,yani gülme refleksini mümkün kılan adalelerinin dumura uğramış olmasıdır..

Başbakan Erdoğan devlet adına özür dilediğini söyledi. Çünki o artık kendini Devlet başkanı olarak görmeğe başladığının, yani fikrine göre Zikri de bu yönde olduğuna alamet sayılmaz mı?

Başbakanın NİYETİNİ okudum (!)

1. DERSİMden özür dileyerek Kürtlerin ve Alevilerin gönlünü almak istedi. Taraflarca da bir devrim olarak algılandı, gayri samimi, CHP yi, Kılıçdaroğlunu köşeye sıkıştırma taktiği olarak da ifade edilmesine rağmen.

2. Bedelli kanununu çıkararak gençleri ve ailelerini memnun etti. Hiçte adil olmamasına rağmen.

3. Yapılacak tahsilatın şehit ailelerine verileceğini açıklayarak, ilerde PKK için yapılacak düzenlemelere fazla itiraz olmamasını planladı.

4. Yerel idarelere imkânları artırarak ( Sezer’in veto ettiği kanun) BDP nin sesini kısmasını temin edeceğini düşündü. Yeni anayasada ( Anayasal vatandaşlık ve anadilde seçimli dil eğitimi serbestisi getirilecek), PKK lılara yarı af ve Öcalan’a ev hapsine geçilmesi için USA dan magnetik kelepçeyi ısmarladı. Şubatta bu kelepçelerin geleceğini basın duyurdu. En mühim mi KAN AKMASINI DURDURACAK. Türkiye de barışı sağlamış olacak.

5. Başkanlık yahut ta yarı başkanlık sistemini getirerek Cumhurbaşkanı olmağı hak ettiğini kamuya kabullendirmiş olacak.

6. Bu niyetlerin önüne geçecek Muhalefet de mecliste yok. Türkiye’nin bu gelişimlerden yararlı çıkacağını düşünüyorsam da Erdoğan’ın TEKADAM konumunu perçinlemesi tehlikeli olabilir. Tehlikelin ilk alameti Suriye’ye savaş ilanına karar vermesi ile ortaya çıkabilir.


Antalya, 01.11.01

DERSİM ANEKTODLARIM…



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Lise tahsilim sırasında çok çalışkan ve zeki bir arkadaşım vardı. İftihar listesine geçerdi. Sonra İstanbul da Tıbbiyeyi birlikte bitirmiştik. Ben Almanya da çalışırken ondan bir mektup aldım. Almanya da ihtisas yapmak istediğini, tavassutumu rica ediyordu. Bir profesör arkadaşımdan ona davetiye göndermesini istedim. Oda Almanya ya gelip cerrahi branşın da uzman. Sonra duydum ki ‘’ Ermeni cemaati başkanı olmuş.’’ O güne kadar, belki de korktuğundan, Ermeni asıllı olduğunu en yakın arkadaşı bana söylememişti. Geçen sene beni ziyarete geldiğinde hayat hikâyesini anlattı. Ermeni asıllı babasının Dersim de bakkal dükkânı varmış. Dükkânından Kürtler alışveriş yaptığı gerekçesiyle ailesi sürgüne gönderilmiş. Gönderildikleri kasabada lise olmadığı için Malatya da terzilik yapan dayısının yanına gelmiş. İstanbul’a geldiğinde de babasına Kumkapı da (Ermenilerin yoğun yaşadığı) bir bakkal dükkânı açmıştı. Demek ki Dersim de sadece Kürtleri ve Alevileri değil, o zaman ki devlet Dersim halkını yok etmeği planlamış.

Adıyaman’ın Samsat ilçesinde Hacı Bedir ağanın damadı Hacı Şeyh Ağa’nın oğlu Hicri veremden mustaripti ve İstanbul da Yakacık’ta ki verem sanatoryumunda tedavi oluyordu. Kendisini ziyaretimde bana Ermeni tehcirinden enteresan bir anekdot ‘dan bahsetti. Babası tehcir sırasında çok sayıda Ermeni asıllı vatandaşları saklamış ve onların yok edilmesini önlemiş. Yahudileri Nazilerden saklayan ve onların yaşamını sağlayan Hollywood’da Oscar ödülü alan Schindler’in listesi adlı bir film vardır. Adıyamanlı ve halen İstanbul milletvekili olan Süreyya Önder’in bu hadiseyi araştırıp bir senaryo yazmasını isterim.

1926 da Şeyh Sait İsyanı sırasında Mırdıs’lı Hacı Bedir ağanın damadı Şükrü ağa ve kardeşi Nuri ağa, dedem Zeynel bey Diyarbakır istiklal mahkemesine verilmişti. Hacı Bedir Ağa’nın Mustafa Kemal’den ricası üzere af edilmişlerdi. Fakat Telgraf Diyarbakır’a varıncaya kadar Şükrü ve Nuri Ağa’lar asılmış bulunuyorlarmış. Dedem affa uğruyor, fakat Mersin’e sürgüne gönderiliyor ve hapse atılıyor. Kardeşine çok düşkün olan Hacı Bedir ağa dedemin mahpusu yetine çok üzülüyor ve kalp sektesinden vefat ediyor. Bazılarının iddiasına göre Hacı Bedir ağa da, milletvekili olmasına rağmen Mersine sürgün edilmişti. Kâhta’da ki mal ve mülkleri hazineye intikal ettirilmişti. Gerek Kâhta da ki gerekse Mersin de ki Çiftliğin bedelleri varislerinden tahsil edilmişti. Dengir Fırat’ın TBMM arşivinden bu anlatılanların doğru olup olmadığını araştırmasını beklerim.

Nuri Ağa’nın oğlu (Kürt şairi)Osman’ı Sabri Suriye ye kaçıyor ve orada vefat ediyor. Kâhta da dava vekilliği yapan Osman Bakırcı Diyarbakır İstiklal mahkemesi savcısının iddianamesini ezbere bilirdi ve dedemin isteğiyle o tiradı tekrar ederdi.

Bu anekdotları anlatmaktaki maksadım eski yaraları kaşımaktan ziyade bunların tarihte kayda geçmesi ve gelecek nesillerin bilgisine sunmak içindir.

Türkiye’nin dış politikası sıkıntı içinde. Daha dün sıfır problemi olduğumuz ülkeler düşmanca politikalara mı dönüşüyor. Suriye Scud füzelerini Türkiye ye çevirmiş., Irak THK inin Irak üstündeki uçuşlara yasak getirmiş, Petrol ihalelerine Türkiye firmalarını sokmamış, İran Türki ye deki kalkan füzelerini vuracaklarını bildirmiş. Cumhurbaşkanı Gül Kıbrıs ta iki devlet gerçeğini tatbikata koyacağını açıklamış. Dahilde Kürt avukatlar hapse atılıyor, 60 dan fazla gazeteci hapiste.. Kürt açılımı dumura uğradı. Ermeni açılımı hakeza. Azerbaycan’la münasebetler limoni.

Bedelli askerlik yapmak isteyen18 yaşındaki gençler 30 bin lirayı nereden bulacaklar. Vicdansız bir karar.

Antalya, 28.11.01

20 Kasım 2011 Pazar

Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair [I]




O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir. Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor? Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer özel mülkiyet diye bir şey olmasaydı, sözlüklerde zenginlik ve yoksulluk kelimeleri de olmazdı... Eğer insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“ sahip olsalardı, özel mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat olmasaydı, zenginlik de yoksulluk da olmazdı.


Fikret Başkaya


Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli artıyor ve artmak zorunda? Göreli ve mutlak yoksulluğun sürekli büyümesinin sebebi nedir? Neden hep “yoksullukla mücadeleden” söz edildiği halde yoksulluk çığ gibi büyüyor. Yoksullukla mücadele söylemi neyi gizliyor? Bunun doğrusu zenginlikle mücadele olması gerekmiyor mu? Eğer öyleyse neden hiç “zenginlikle mücadele” diye bir şey akıl edilmiyor? Zenginlikle mücadele akla gelmiyor zira zengin ve zenginlik bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır... Tabu söz konusu olduğunda, ondan söz etmek yasaklanır. Kimse ağzına almak istemez, almaya cesaret etmez... “Ayıbı açığa vurmanın âlemi yok” denecektir... Bir şarkıcının iki saatte kazandığını, asgari ücretle çalışan biri nasıl olup da tam 11 yılda kazanabiliyor? Bir şirket patronunun veya yöneticisinin [ CEO’su densin] bir saatte kazandığı 2783 dolar neden sorun edilmiyor? Bu “yetenekli”, “akıllı”, “becerikli”, “işbitirici” kişi, saatte 2783 dolar kazanırken, çalıştırdığı işçiler de saate 28 cent kazanıyor... Hesap ortada... Aradaki yetenek, akıl, beceri farkını bir düşünün... Ve bir tek kişinin 74 milyar dolar servete sahip olduğu bir dünyada 1 milyar insanın açlıkla cebelleşmesine şaşmak niye? Soruları çoğaltmak mümkün ama aslında durum sanıldığı kadar karmaşık değil!

Mâlûm, kelime ve/veya kavram çifti diye bir şey vardır. Bu, bir kelimenin veya kavramın, başka bir kelime veya kavrama gönderme yaparak varlık kazanmasıdır. İşte zenginlik ve yoksulluk kelimeleri bu gruba dahildir. Zenginlik olmadan yoksulluk olmaz veya yoksulluk olmadan zenginlik olmaz. Efendi ve köle, zâlim ve mazlûm, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, sıcak ve soğuk, vb. kelime/kavram çiftine dahildir. Bu tür kelime ve/veya kavram çifti durumunda, çifti oluşturan kelime veya kavramdan her biri diğerini varsayar, ona gönderme yapar veya imâ eder. Elbette burada bizi ilgilendiren zenginlik ve yoksullukla ilgili olarak belirleyicilik ilişkisine açıklık getirmek önemlidir. İlişkinin yönü, zenginden yoksula doğrudur. Zenginlik olduğu için yoksulluk vardır. Öyleyse yoksulluğu gerçekten sorun eden birinin çözümü nerede bulacağı bellidir. Eğer zengin olmasaydı yoksul da olmazdı...

O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir. Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor? Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer özel mülkiyet diye bir şey olmasaydı, sözlüklerde zenginlik ve yoksulluk kelimeleri de olmazdı... Eğer insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“ sahip olsalardı, özel mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat olmasaydı, zenginlik de yoksulluk da olmazdı. Tabii akla, mantığa, izâna, sağduyuya aykırı kapitalist sistem de geçerli olmazdı. Doğal yaşam tehdit altında olmazdı... Demek ki, insanlığın ve uygarlığın şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun gerisinde, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara, yaşamı var eden ve sürekliliğini sağlayan kaynaklara küçük bir azınlık tarafından el konulması keyfiyeti yatıyor. Başka türlü ifade edersek, bu günkü kepazelik bir sapmanın sonucu... Herkese ait olması gerekenin, herkesin ortak kullanımına sunulması gerekenin, küçük bir azınlık tarafından gasbedilmesi de hukuk sistemiyle korunup, sürekliliği sağlanıyor... Birilerinin herkese ait olması gereken yaşam araçlarına el koyup, sahiplenmesi, başkalarının kullanımının yasaklanması, hukuk sistemiyle meşrulaştırılsa da, ne meşrudur, ne haklıdır ve ne mantıklıdır, ne de kabûl edilebilir bir şeydir... O zaman geçerli hukuk sisteminin aslında neyi ifade ettiğini de tartışma gündemine getirmek gerekecektir. Hukukla ilgili tartışmayı şimdilik başka zamana bırakarak, asıl konumuza dönelim ama geçerken şu “hukuk” denilenin hukukçulara, “konunun uzmanlarına” bırakılmaması gereken bir şey olduğunu da hatırlatarak...

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde özel mülkiyet diye bir şey bilinmiyordu. İnsanlar ortak üretip, ortak tüketip, ortak yaşamayı başarıyorlardı. Uygarlık belirli bir eşiği aştığında, gücü ele geçiren sınıflar, zor ve savaşla insanları köleleştirdi, kendilerine tâbî duruma getirdiler, herşeyin sahibi oldular, herşeye hükmeder duruma geldiler. Sadece birikmiş zenginlik, toprağın altı ve üstü değil, insan toplulukları da bir kralın, hükümdarın, prensin, sultanın, hanın... kulları, köleleri, tebaları durumuna geldi. Yaratılan zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplandı. Bu güçlü olanın şiddete başvurarak topluluğa ait olması gereken yaşam araçlarına el koyması demekti. Sistem şiddete ve zora dayalı olarak kendini var ediyordu ama bir meşrulaştırmaya da ihtiyaç duyuyordu elbette... Bu amaçla ideolojik kölelik veya gönüllü kulluk devreye sokuluyordu... Geçerli durumun “Tanrı’nın arzusu olduğu, efendinin de Tanrı’nın iradesinin temsilcisi olduğu düşüncesi yerleştiriliyordu.

Kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, önceki dönemdeki zorun, şiddetin ve kaba kuvvetin yerini para alacaktı. Elbette bu şiddetin sahneden çekildiği anlamına gelmiyordu. Zira egemenlik, tahakküm ve zulüm düzeni mutlaka iki şeye ihtiyaç duyar: Şiddet, zor, kaba kuvvet, baskı ve zulüm ve gönüllü kulluk veya ideolojik egemenlik. Zaten kapitalizmle birlikte ortaya çıkan burjuva düzeni, Eski'nin mirasçısıydı, önceki dönemde atılmış temeller üzerinde yükselmişti... Fakat, yeni sistemin paraya dayanması, zora, kaba kuvvete dayalı sistemden farklı bir nitelik taşıyordu, zira, para parayı çekiyor... Parası olan her seferinde daha çoğuna sahip oluyor, sürecin her ileri aşamasında sosyal eşitsizlik büyüyor, zengin-yoksul uçurumu derinleşiyor. Paraya dayalı düzen reel bir karşılığı olmayan, özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi söylemlerle meşrulaştırma yoluna gidiliyor. Özü itibariyle anti-eşitlikçi bir sistem olan kapitalizm geçerliyken, adaletten, barıştan, özgürlükten, insan haklarından, vb. söz etmek ikiyüzlülük değil midir? Herkesi herkese düşman etmeye göre kurgulanmış, emek sömürüsüne dayalı kapitalist sistemde barış mümkün müdür? Eğer gerçekten barış amaçlanıyorsa, adaletin amaçlanması, adalet amaçlanıyorsa da eşitliğin amaçlanması gerekir. Her kim ki, sosyal eşitlik için mücadele etmiyorsa, barış ve adaletten söz etmesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur... Kapitalizm geçerliyken özgürlük, sadece mülk sahibi sınıfların, sermaye sahiplerinin, paraya hükmedenler sınıfının özgürlüğüdür...

Özel mülkiyetin yüceltilmesinin, kutsanmasının ve dayatılmasının gerisinde Batı burjuva düşüncesinde içkin [ mündemiç] bir anlayış bulunuyor ve bu anlayışın kökleri Greko-Romen ve Yahudi- Hrıstiyan [ Judeo-Chretien] ve burjuva gelenekte bulunuyor. Nitekim Eski Ahit de: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı... "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” dedi. [Eski Ahit [Tevrat]. 27-28. ayetler]. Dikkat edilirse, “tüm canlılarla birlikte yaşayın, varolun” denmiyor, kendi dışınızdaki şeylere “egemen olun” deniyor... O halde herkese ait olanın özel mülkiyet konusu olması nasıl meşrulaştırılıp/ dayatıldı? Bu işin de bujuva ideolojisinin ve liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri ve kendisi de bir burjuva olan İngiliz John Locke tarafından kotarıldığı anlaşıyıyor. J. Locke, “ An Essay Concerning the True Orijinal Extend and End of Civil Government”, The Second Treatise of Civil Government, [1690, chapter 5 ] adlı eserinde, Tanrı’nın insanlığa sunduğu kaynağın bir kısmının özel kullanıma, özel mülkiyete evrilmesininin, başkalarının kullanımdan dışlanmasının gerekçesinin ‘o kişinin harcadığı emekle’ açıklıyor. Eğer, diyor John Locke, “ Toprak ve tüm aşağı yaratıklar Tanrı tarafından tüm insanlara bahşedilmişse, her insanın da kendine ait olması gerekir”.... Eğer doğanın ürünlerine bir emek harcanarak sahip olunuyorsa, emek ona bir ilave yapıyorsa, kendi emeğiyle elde edilenden başkalarının hak iddia etmeye hakkı yoktur...” diyor. Bu durumda bireysel sahiplenme [mülkiyet
dışında kalan da başkalarına ait olacaktır... Oysa birilerinin ortak olanı sahiplenip/kullanması, başkalarının her türlü mülkiyetten dışlanması demeye gelir. Eğer özel sahiplenme [mülkiyet] doğanın kaynağını ve geçmişin mirasını yok ederse, başkalarına ne kalacaktır? Aslında İngiltere'de ve İskoçya'da ortak kullamın konusu olan toprakların özel mülke dönüştürülmesi, toprak lordu kapitalistler tarafından gasbedilmesi, Locke’dan önce başlamıştı, vahşi özelleştirme dalgası ondan sonra da devam etti... Döneme köylü isyanları ve komünist hareketler [ komünist “Diggers” hareketi gibi] damgasını vurmuştu. Artık geçerli burjuva anlayış, ortak kullanım konusu olan şeyleri değersiz sayıyordu. Bir şeyin değerli olmasının koşulu, o şeyin özel mülkiyet konusu yapılmasıydı... Özetlersek, Locke, ‘ birey çalışmasıyla, harcadığı emekle kamuya, topluluğa ait olan ama bir değeri olmayanı, değerli bir hale getiriyor ve tabii ona sahip olmayı da hak ediyor...’diyor İngilizcede işlenmeyen toprak, telef edilmiş toprak [waste land] sayılıyor ve Locke oradan hareketle de özel mülkiyeti meşrulaştırıyor. Ve baklayı ağzından çıkarıyor: “Eğer kullandığımız şeyin gerçek değerini lâyıkıyla tahmin etmek istersek, farklı maliyetleri hesap edersek, emeğe ve doğaya ait olanı ayrıştırırsak, emeğin payının %99 olduğunu görürüz...” Daha sonra faizin devreye girmesi ve kapitalist sürecin olgunlaşmasıyla “paranın parayı çekmesi” süreci de hızlanıp derinleşecek, her şey çığırından çıkacaktı...

Elbette bu tür bir mantık ve düşünce sistemi geçerli olunca, özel mülkiyetin meşrulaştırılması, kutsanması, yüceltilmesinde şaşılacak bir şey olmazdı. O zaman nasıl olup da bir şarkıcının 2 saatte 80 bin TL “kazandığı” da sorun edilmezdi... Çünkü bu parayı emeğinin karşılığı olarak kazanmıştır... öyle ya... Aslında şarkıcının ‘kazandığını’ sandığı ve lüks harcamalarda kullandığı para, gerçekten bir emek harcanarak yaratılmıştır ama bunda şarkıcının dahli son derecede önemsizdir. Asıl emeği harcayan işçilerdir ve şarkıcıya ‘yeteneği’ karşılığında transfer edilen emek sömürüsünün sonucu olandır. Mafyanın el koyduğu için de aynı şey söz konusudur ve emek sömürüsü sonucu yaratılan ve kapitalist sınıf tarafından el konulan değerin mafya tarafından hileye ve şiddete başvurularak el konulan kısmıdır, yani bir transfer söz konusudur. Artık sadede gelebiliriz. Gerçekten John Locke’un iddia ettiği gibi mülkiyet nerdeyse tamamiyle emeğe, bireyin tekil emeğine mi dayanır? Ya da böyle bir şey mümkün müdür? Eğer bu mümkün olsaydı, âdil sayılabilir miydi? Farzedelim ki, son derece yetenekli, akıllı, becerikli, “işbitirici” biri, bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve şans eseri ıssız bir adaya çıkmayı başardı. Bu kazazede dışarıyla bağ kurması imkânsızken neleri ne kadar yapabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir, neye ne kadar sahip olabilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç, v.b. avlayarak ya da yenebilir bitki ve varsa meyveleri toplayarak geçirecektir. Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını pişirerek yiyebilir, kendine ağaçlardan ve otlardan bir baraka, belki ağaçlardan bir küçük kayık yapabilir... Zamanla bazı bitkileri sınırlı bir şekilde yetiştirebilir... Avlayabilirse hayvan derisinden veya bitkilerden örtünecek bir şeyler yapabilir... Bir gün adadan kurtulma umuduyla sevgilisine, eşine ve çocuklarına hediye edeceği deniz kabukları biriktirir... Daha fazlasını yapması pek mümkün değildir... Aynı kişi bir sanayi işletmesinin veya finans grubunun CEO’su olsaydı nelere sahip olabilirdi... Belki istediği her şeye... Demek ki, insanın neye sahip olacağı bireysel emek ve çabasından başka faktörlere bağlı, sadece kendi çabasından, yeteneğinden, ustalığından, becerisinden neşet eden bir şey değil... Başka türlü ifade edersek, emeğin hangi koşullarda harcandığı büyük önem taşıyor.

Değerin veya zenginliğin üç kaynağı vardır: 1. Doğanın katkısı; 2. Geçmiş nesillerin mirası olan bilgi, beceri teknik yetenek, alet-edevat, kültür, v.b. ; 3. Yaşayan neslin gerçekleştirdiği işbirliği [sosyal emek]... İşte bu gün emek verimliliğinin ve yaratılan zenginliğin gerisinde esas itibariyle bu üçü bulunuyor ve orada bireyin tekil katkısı ihmal edilebilir değilse de son derecede sınırlıdır. Bu da demektir ki, toplam ortak ürün doğanın, geçmiş ve mevcut nesillerin ortak çabasının ürünü olarak tezahür ediyor. Eğer öyleyse, herkese ait olması gerekenin özel sahışlar tarafından ele geçirilmesi, sahiplenilmesi, özel mülkiyet konusu yapılması, mantıklı, haklı ve âdil, meşru, dolayısıyla kabul edilebilir değildir... Lâkin hukuka uygundur... Yasaldır... En zengin Amerikalı Bill Gates’in 59 milyar dolar serveti olduğu biliniyor. Yukarıda saydığımız üç unsur dikkate alınsaydı, Bill Gates’in sahip olması gereken en çok ne kadar olabilirdi dersiniz? Bu gün sahip olduğunun kaç milyonda birini hak ederdi? Elbette ortak zenginliğin özel kişiler [kapitalistler ve çevresi] tarafından bu şekilde ele geçirilmesi, özel mülk durumuna getirilmesi, lüks tüketimle yok edilmesi, sadece insânî, sosyal, politik olumsuzluklar ve kötülükler ortaya çıkırmakla kalmıyor, doğa tahribatına, ekolojik bozulmaya, velhasıl yaşamın temelinin aşınmasına da neden oluyor. Bu temel dengesizlik ve eşitsizlik, bir dizi tehlikeli dengesizliğe de kaynaklık ediyor. Özel mülkiyetin geçerli olduğu üstelik kutsandığı bir dünyada, ahlâktan söz etmek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır zira özel mülkiyetle ahlâk bağdaşır değildir. Hem insanlığın ortak çabasının ürünü olan servet [zenginlik] küçük bir mülk sahibi kapitalist sınıf ve çevresi tarafından yağmalanacak, bir de oradaki devlete “hukuk devleti” denilecek ve etikten, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından söz edilecek... Bu durumun sürdürebilirliğine kim daha ne zamana kadar inanabilir?

Kaldı ki, belirli bir eşik aşıldığında maddi zenginlik bir refah unsuru olmaktan çıkar. Sahip olma, her seferinde daha çoğuna sahip olma tutkusu tarafından rehin alınmış bir insan, aslında sahip olduğu şeyler tarafından sahip olunan durumuna düşer. Bu, sahip olanın sahip olunması durumudur... Zira, artık o yola giren bireyin iradesi devre dışı kalmıştır. Bu bakımdan gerekli olanla, gereksiz ve vazgeçilebilir olan ayrımının yapılması önemlidir. Sahip olma dürtüsü de , farklı olma isteğinden bağımsız değildir. İnsanlar başkasının sahip olduğundan fazlasına sahip olmayı bir mârifet sayıyorlar. Okullarda verilen eğitim de “farklı olma”, “herkes gibi olmama” bilincini yerleştirmeyi amaçlıyor...

Kapitalist sınıf üç alt-unsurdan oluşuyor: 1. Sermaye sahipleri, [paraya sahip olanlar, hisse senedi sahipleri, faiz karşılığı borç verenler]; 2. girişimci [müteşebbis] denilen işletme yönetici ve sahipleri ve; 3. üretilen malları tüketiciye ulaştıran tüccarlar. İşte bu üçü çevresindekilerle birlikte toplumun üretici gücünü/kapasitesini, toplumsal servetin de en büyük bölümünü ellerinde tutuyorlar ve burjuva sınıfını oluşturuyorlar. Bilindiği gibi burjuva sınıfı sadece mülk sahibi sınıflardan ibaret değildir. Politikacılar, sivil ve militer bürokrasinin yükseklerindekiler, üniversite üyeleri, medyada etkin kesim, sanatçılar, eğelence sektörünün kaymak tabakası, vb. burjuva sınıfnı oluşturuyor. Üretim araçlarının ve yaşam araçlarının özel mülkiyetine sahip olmaları, mülksüzleştirilmiş, emeklerini satarak geçinen işçi sınıfının ve bir bütün olarak emekçi sınıfların emeğinin ürünü olana el koymalarına imkân veriyor.

Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışlığının da aşılması gerekir: Birincisi, mülkiyetten söz edildiğinde bir kere özel mülkiyet kastediliyor; ikincisi, insanın yaşamı için gerekli olan üretim ve tüketim araçları mülk tanımı dışındadır. Arabaya sahip olmakla o arabayı üreten fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir. Mülkiyet başkasının emeğini sömürmeye, başkasınının emeğinin ürününe el koymaya imkân veren, üretim ve yaşam araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyacanı mütevazı düzeyde sağlayan üretim ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet değildir...

İnsanlığın ortak serveti [zenginliği] ve yaşam kaynağı olanın özel şahışlar tarafından sahiplenmesini haklı gösterecek hiç bir haklı ve mantıklı gerekçe yoktur. Öyleyse özel mülkiyetin tasfiyesini amaçlayan, ‘genel toplum yararını’ veya “insanlığın ortak iyilğini” esas alan bir rotaya girmek için de hiç bir engel yoktur...

Zaten özel mülkiyetin gerekliliği ve vazgeçilmezliğine dair ileri sürülen bildik argümanların hiçbir inandırıcılığı yoktur. Gelecek yazıda özel mülkiyetin neden ortadan kaldırılması gerektiğine dair tartışmayı sürdürebiliriz...

19 Kasım 2011 Cumartesi

Emre Ulus’un Kürtlere sunduğu HAVUÇLAR



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Almanya da bir zamanlar eczacıları (teasing) kızdırmak için, alaya almak için bir söylenti vardı. Havuç var mı (Hat tu Möhren ). Çok bilmiş ( Arapça Akilden üretilen bir kelime var. Onu söylersem belkide hakaret sayılabilir.) USLU Kürtlerde öfke, Humor (Fransızcadan ürettiğimiz bir kelime) sahiplerince güldürücü bulunan 10 çözüm önerisi var ki; TARAF gazetesinin onu yazar olarak kabullenmesi insanı incitiyor. Aklıselim sahibi Ahmet Altan’a mektup yazıp onun yazarlığının Taraf gazetesine yakışmadığını, köşe yazarlığına son vermesini istirham edeceğim.
Uslu diyor ki YABANCI DİLLER babında Kürtçe kurslar açılsın. Yabancı diller terimi Kürtleri öfkelendiriyor. Öfkeli gençler dağa çıkmağa devam ediyor. Çünkü onların babaları zindanda işkence görüyor. Kardeşleri dağda katlediliyor. O taş atan çocuklar o küçük yaşta dağa çıkmağa motive ediliyor. Bir Filistinli şair şöyle diyor. ‘’Daha çocukken kardeşimin, babamın İsrailli askerlerce katledilmelerini pencereden seyreder ve İsraillilerden nefret ederdim.’’

Uslu’ya göre dağa çıkanlar belki de saf GUEVERA’dır, yahut ZAPATA. Yüzde 30 u Suriyeli, yahut İranlı Kürtler ise soruna enternasyonal zaviyeden bakmak lazım. PKK bitirilse bile yenileri türer ta ki Kürdistan ASLINA RUCİ ( Restutio ad Rem) gerçekleşinceye kadar. Almanların Kürt Gerillalarına duygudaşlık yapmalarının sebebi, kendilerinin de 45 sene boyunca ikiye bölük yaşamış olmalarından ötürüdür. Bir sakat PKK’lılar kampını ziyaret ettiğimde gördüm ki elini sıkmak istediğim gencin kolu yok, selam vermek istediğim genç kızın yüzü yanık, kör olmuş, bir başkasının ayağında tahtadan protez var. Üç gün kusmaktan, ağlamaktan kendimi alamadım Gecelerce rüyama girdiler. Bunlara Almanya kızıl haçı kucak açmışsa, başbakanın dediği gibi yataklık yapmıyorlar. İnsani temelde duygudaşlık yapıyorlar.

Kaç bin Suriyeli rejim karşıtını Hatay da barındırıyorsan, İranlı kaç bin Fedai’yi barındırıyorsan, kaçbin Çeçeni barındırıyorsan, sana sormazlar mı yataklık yapıyorsun diye. Hamas’a gösterdiğin alakayı, seçimle gelmiş BDP’lilere gösteriyor musun?

Atatürk Dersim de Sabiha Gökçen vasıtasıyla 50 bin suçsuz Kürtleri ve Alevileri katletmesine rağmen İzmit’te Ahmet Emin Yalman’a doğru bir söz söylüyor. ‘’Kürtler bizden ayrı yaşayamazlar , fakat onlara bölgesi ÖZERKLİK tanınmalı. Diğer doğru yapmağa çalıştığı hadisede Misaki Milli hudutlarından vazgeçmek istememesi idi. Fakat İngiliz hava kuvvetlerinin bombardımanına karşı çıkmak imkanını bulamadı. Atatürk’ün bu iki görüşü de geçerli. Fakat Askeri vesayetin, Ergenekonların, baskısından kurtulamayan Erdoğan Atatürk’ün ve sonraları da ÖZAL’ın ileri görüşlerini kale almamaktadır. Maalesef şunun farkında değiller. De Facto Kürtler Türklerden yaşam itibari ile ayrışmış durumda. Bunu Diyarbakır’ı ziyarette müşahede edebilirsiniz. Van depreminde çocuklarla, gençlerle yapılan röportajlarda onların Kürt aksanı ile Türkçe ifade ettiklerini görmekten acizler mi?

Büyük Kürt aydını İsmet Şerif VANLI vefat etmiş, sanki Van depreminde duyduğu acıya kalbi yenik düşmüş. Allah rahmet eylesin. Rahmetli ile 30 sene önce Lozan da Beau Rivage de buluşmuş, maalesef Kürtçe söyleşi yapamamıştım. Çünkü ben baba dilini öğrenmekten mahrum kalmıştım. Onunla ancak Fransızca hasbıhal yapmıştım. Orhan Miroğlu’nun son makalesinde onun şu söylediklerine makalesinde yer veriyor. ‘’Eğer Pan-İslimizim, Pan-Türkizim varsa, neden Pan-Kürdizim olmasın’’.

MHP ve CHP Kürdistan da oy alamıyorsa bu onların bu iki partiyi istemedikleri, o partlilerinde Kürtleri sevmedikleri ortaya çıkar. Buna rağmen ne hakla bu iki partide masa üstünde Kürt hakları hakkında söz sahibi oluyorlar. MHP li bir IĞDIR milletvekili var. Kürtlerin gözünün içine baka baka diyor ki ‘’ Siz sonunda bir Kürdistan devleti kurmak istiyorsunuz’’. Kürtlerin Üniter bir devlet kurmaları ahlaksızlık mı? İnsan haklarına aykırı mı? Ayıp mı? Günah mı? Kürtler ömrü billah dörde bölük yaşamak zorunluğunda mı? İşte Vicdanların susmuş olduğu, utanç duygularını sustuğu bir hezeyan. MHP ye kalsa Kürtleri Türkiye’den kovmak yahu ifna etmek.
‘’Ne Mutlu Türküm diyene’’ sözünü savunanlar diyorlar ki Atatürk ‘’ Ne Mutlu Türk olana ‘’dememiş. Aslında demiş ki yalnız Türk olanlar değil Kürt olduğu halde kendine Türküm diyen assimile olanları kastetmiş. Daha da Irkçı bir söz. Kaç milyon vereyim ki, ne kadar zulüm edeyim ki bir Türk’e ne mutlu Kürdüm desin(!)?.
Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir. Eninde sonunda bu dörde bölüklük ıstırap günün birinde bitecek. Atatürk’ün de ön gördüğü gibi Kürtlere üniter yapı içinde yerel bir Özerklik tanınacak. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi. Suriye Kürt kartını oynamıyor. Kürtlerin hakkını teslim ediyor ve özerkliklerini tanımak üzere. İran da PAJK ile anlaştı. Silah kes yaptı. O halde bu dört özerk bölge birleşecek. Bunu AB de, USA da böyle istiyor. Üç memlekette özerklik tanınınca Türkiye de ki Kürtlerin özerklik istekleri daha da kuvvet kazanacak.Tıpkı Arap baharı gibi. Bu gelişmeye karşı çıkılırsa iç savaş çıkabilir. Bunu ne Kürt’ler, ne de Türkler istemektedir. Yeni Anayasanın sosyolojik gerçeklere dayanan tarzda yapılırsa Türkiye Sulha kavuşur. Kan akması sona erer. Çankaya’nın bu milletin kaderini değiştirebilecek konumunda olmasını ümit ediyorum. Şayet Gül ile Erdoğan’ın eninde sonunda demokratlık anlayışında konflikte düşmesi olasılığı açığa çıkmazsa.

Hikmet Bayur Atatürk’ün hususi kalem müdürü idi. DP listelerinde müstakil aday oldu. Sonra Muvazaa iddiası ile 20 ye yakın DP’nin ağır topları partiyi terk edip Millet partisini kurdular ve Bayur parti başkanı oldu. Şöyle demişti. ‘’ Ne zaman ki Ulus meydanında bir cumhurbaşkanı korkmadan, yalnız başına dolaşırsa Türkiye de Demokrasi geldiğine inanacağım.’’ Şimdi değil Cumhurbaşkanı, polisi, jandarması dahi çelik yelekle dolaşamıyor. Her gün bir kadın vatandaş boğazlanıyor, kurşunlanıyor. İşte Türkiye de ki İLERİ DEMOKRASİ. 60 gazeteci hapishanede. Bunlar yargının işi diyerek AK partililer dürüst mü davranıyorlar. Haksız, sebepsiz hapisse gönderilenleri kim tesbit ediyor. İç işleri bakanına bağlı polis teşkilatı değil mi? Millet bu türlü demagojiğe inanır mı?.

Erdoğan’ın her fırsatta ‘’ şu kadar yol inşa ettik, şu kadar dershane açık, şu kadar ihracat yaptık demesi bana bir müminin ‘’ Bismillah, bismillah, Allah Ekber, Allah Ekber, suphanallah, suphanallah diyerek tesbih çekmesini hatırlatıyor. Cılız muhalefet kalıpta, ‘’ Cari açık, cari açık, insani gelişme skalasın da doksanıncı sıradayız, ithalatta 60 milyar açık var, 301 den şu kadar mahpus var. Diyemiyor. Dese Erdoğan onları vatan haini ilan eder, Elinden gelse hepsini hapishaneye tıkar. Dokunulmazlık zırhına dokunamadığı için.

Marmara da şehir hatları vapurunu kaçıran gencin öfkesi nelere kadir kılıyor? Zira kimliklerine yapılan saldırı gençlerde IRZINA GEÇİLMİŞ psikolojisini tetikliyor. Benda Avrupada kimliğimi alçatanlara karşı ayni öfkeye kapılırdım.
Belçika da BRÜGGE diye eski yapısını muhafaza eden bir şehir vardır. Burada iki müşahedem oldu. Birincisi bir papazın kollosal bir heykeli idi. O papaz zamanında kralı tenkit ettiği için DİLİ KESİLMİŞ: Hani Yaşar Kemal’in Kürtlerin dilini kestiler demesi gibi.

İkincisi de zamanında zenginlerin fakirlere ev yapmış olması. Bizde bugünlerde zenginler için GÖKDELENLER yaptırılıyor. Ya o zenginlerde fakirlere birer ev yapsalar ya. Depremden dolayı insanlar hayatlarını kaybetmediler. Müteahhitler ve onları kontrol eden bürokratlar para uğruna o insanları feda ettiler.

Kalkmış Taraf köşe yazarı Kürtler’e 10 tane havuç vermeğe kalkıyor. Sen o havuçlardan vazgeç de problemin enternasyonal oluşunu düşünmeğe bak. Aklını peynir ekmekle yemediysen.


Antalya, 12.11.01

6 Kasım 2011 Pazar

Bu bir uygarlık krizidir...

Fikret Başkaya


1. Bu günün burjuva toplumlarının gerisinde, her ikisi de az-çok eşzamanlı olarak XVIII. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış iki devrim veya ‘kopuş’ bulunuyor: İngiliz sanayi Devrimi ve Büyük Fransız Devrimi. Bunlardan birincisi kapitalist ekonominin üzerinde yükseldiği teknolojik temeli oluştururken, ikincisi de politikanın nasıl yapılacağının kurallarını vaz ediyordu. Elbette kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı daha önceye rastlıyor. Genel bir çerçevede, yeni ve orijinal bir üretim tarzı veya uygarlık modeli olan kapitalizmin, Kristof Kolomb’un macerasıyla [1492] başladığını söylemek mümkündür. Başka türlü ifade edersek, kapitalizmin tarihi yaklaşık beş yüz yol kadar gerilere gidiyor.

İngiliz sanayi devrimi geleneksel üretim ve yaşam koşullarını tasfiye edip kapitalizmi dünyanın geri kalanına dayatırken, Fransız devrimi de geleneksel egemenlik biçimlerini ve politika yapma yöntem ve kurumlarını tasfiye etti. Artık egemenlik miras yoluyla devam etmeyecek, geleneğe ve dine dayalı sistem geçerli olmayacaktı. İnsan haklarına ve ‘genel iradeye’ dayalı bir yönetim tarzı geçerli olacaktı. Geride kalan iki yüzyılı aşkın dönemde, insan haklarını güvence altına almak üzere yürütülen özgürlük ve eşitlik mücadelesiyle, mülk sahibi [sermaye sahibi] sınıfların burjuva egemenliğini dayatma ve sürdürme mücadelesi devam etti. Esasen kapitalizmle demokrasinin, özgürlüklerin ve insan haklarının uyuşması zaten mümkün değildir. Zira, sermayenin büyümesi, ancak geniş toplum kesimlerini mülksüzleştirerek, yoksullaştırarak, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksunlaştırarak, proleterleştirerek mümkündür. Dolayısıyla yaşam araçları küçük bir mülk sahibi [sermaye] sınıfının elinde toplandıkça ve aradaki uçurum da zorunlu olarak derinleşmeye devam ettikçe, Fransız Devriminin temel sloganları olan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik [fraternité] içi boşluktan kurtulamazdı ve kurtulamadı. Zaten eşitliğin olmadığı yerde özgürlük, mülk sahibi ve/veya güç ve iktidar sahibi sınıfların özgürlüğüdür. Zira özgürlük, adâlet ve demokrasi, zorunlu olarak eşitliği varsayar. Eğer bir sistem eşitsizlik temeli üzerinde yükseliyor ve kendini ancak eşitsizlikleri daha çok derinleştirerek var edebiliyorsa, orada demokrasiden, özgürlükten, adâletten, insan haklarından söz etmek abestir...

Gerçi kapitalizmin “yaratıcı yıkıcılık” olduğu söylendi [J. Schumpeter ve başkaları] ama sistemin yıkıcılığı her dönemde yaratıcılığına baskındı. Her aşamada yaptığından daha çoğunu yıkarak yola devam edildi ama insanlara yıkılan, yok edilen değil, yapılan gösterildi. İnsanlar daha çok yapılanı görmeyi ‘yeğlediler...’ Velhasıl, burjuva egemenliğinin demokrasi, özgürlük ve insan hakları... söylemiyle meşrulaştırılması geride kalan yaklaşık iki yüzyılın rahatsız edici çelişkisiydi...

2. Kapitalizm, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kriz üretmeye mahkûmdur. Başka türlü söylersek, kapitalizm krizsiz yol alamaz. Zira, kapitalizm koşullarında üretimle tüketim arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır. Üretim kararları anarşik bir ortamda binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insan [müteşebbis] tarafından veriliyor. Her bir kapitalis toplam artı-değerden daha çok pay almak zorunda. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye, sermayesini büyütmeye zorluyor. Belirli bir eşik aşıldığında üretilen mal stoğu satılamıyor ve sistem krize giriyor. Aşırı sermaye birikimi oluşuyor. İşte kriz, bu sermaye fazlasını yok etme işlevi görüyor. Eğer kriz yeterli tasfiyeyi yapamaz ise, savaş devreye giriyor. Dolayısıyla krizler de, savaşlar da kapitalizmde içerilmiş [mündemiç] durumdadır. Bu yüzden kapitalizmin tarihi krizlerin ve savaşların, başka türlü ifade edersek, yıkımın tarihidir... Krizler de iki şekilde tezahür ediyor: Yaklaşık 3-5-7 yıllık aralıklarla ortaya çıkan devrevi krizler ve 20-25-30 yıla yayılan yapısal krizler. XIX. yüzyılda devrevi krizler daha sık ortaya çıkıyordu. Zira o dönemde işçi sınıfı tüketimi köylü üretimine ve aile içi üretime dayanıyordu. Bu durum sürekli bir talep yetersizliği durumu ortaya çıkarıyordu. XX. yüzyılda bir dizi yeni unsurun devreye girmesiyle- işçi sınıfının kapitalist işletmelerin mallarını daha çok tüketmesi, kamu personeli sayısının artmasıyla talebin görece istikrara kavuşması, pazarlama ve reklam endüstrisinin devreye sokulması, tüketici kredileri, vb. devrevi krizlerin hem sayısını azalttı hem de yoğunluğunu küçülttü. Elbette kriz üreten temel dinamik ve eğilimler var oldukca, bütün bunlar kapitalist krizleri ortadan kaldırmak için yeterli olmazdı...

3. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında kapitalizm üç odak tarafından “uyumlanmaya” zorlandı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfının pazarlık gücü faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla arttı. Reel ücretler yükseldi, sermayeden alınan vergiler dolayısıyla kamu hizmetleri ve sosyal amaçlı harcamalar büyüdü. Bunun anlamı sermayenin kâr oranlarının düşmesiydi. Mâlûm, ücret seviyesi yüksekse kâr oranı düşüktür... İkincisi, sömürge halkları kolonyalizme baş kaldırmışlardı ve bir aktör olarak tarih sahnesinde ilk defa boy gösteriyorlardı. Üçüncüsü de ‘planlı ekonomilerin’ veya Sovyet sisteminin varlığıydı. Bu üçünün yarattığı baskı, sermayeyi ödünler vermeye zorlamıştı. Savaşın ortaya çıkardığı yıkımın sonucu olan genişleme 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde sınırına ulaştı ve kapitalizm 1974-1975 de yeniden krize girdi ama söz konusu olan sadece bir ‘devrevî kriz‘ değildi. Artık kapitalist dünya sistemi yapısal krize girmişti. Neoliberal saldırı sonucu söz konusu üç odak etkisizleştirildi ve sermaye önceki dönemde kaybettiği mevzileri birer birer geri almayı başardı. Reel ücretler düştü, sosyal harcamalar kısıldı, hantal, çevre kirlenmesi yaratan, kapitalist işletmelerin çoğu ‘ucuz işçi cenneti‘ denilen Çevre ülkelere taşındı, borç faiz ödemeleri, kâr transferleri ve eşit olmayan ticaret sayesinde değer transferi, yani Güneyin yağması derinleştirildi, bizde bir zamanlar KİT denilen Kamuya ait ekonomik işletmeler özelleştirildi, daha sonra özelleştirme tam bir tsünami gibi tüm kamu ve sosyal hizmet alanlarını da [eğitim, sağlık, iletişim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.] kapsar hale geldi... Artık sermayenin bir kâr alanı ve aracına dönüştürmediği hiçbir şey kalmamıştı... Dünyanın her yerinde işçi örgütleri etkisizleştirildi, tabii kâr oranları yükseldi... Gelir dağılımı mülk sahibi [sermaye] sınıflar lehine daha da bozuldu. Yukarda sözünü ettiğimiz tüm bu nedenlerin sonucunda kârlar yükseldi ama bir bütün olarak talep de daraldı. Kapitalist rasyonelliğe uygun olarak yatırılması [değerlenmesi] mümkün olmayan devasa bir “sermaye fazlası” ortaya çıktı. Bunun anlamı sermayenin değersizleşme riskiyle karşı karşıya gelmesidir... İşte finanslaşma ve spekülasyon bu duruma bir çözüm olarak peydahlandı. Bu, parayla para kazanma çılgınlığıydı ama ‘bilimsel’ söylem başka dili konuşuyordu...

Krizin genelleştiği ve tüm ekonomileri etkisi altına aldığı 1974-75 sonrasında sermaye lehine yapılanlar, kâr oranlarını restore etmeyi başarsa da, bunu ekonominin temelini aşındırma pahasına gerçekleştirebildi. Peşi sıra gelen bir dizi finansal krizin ardından, 2007’de sistemin sürdürülebilir olmadığı ABD’deki subprime kriziyle gözler önüne serildi. Kapitalist devletler sermayenin imdadına yetişti, kamu kaynakları oligopollere [büyük sermaye gruplarına] transfer edildi ve edilmeye devam ediyor...

Söz konusu olan sadece finansal-ekonomik kriz değil

4. Artık kapitalizmin derinleşen krizi, bildik ekonomik krizden ibaret değil, sadece sermayenin dar anlamda kendini yeniden üretmekte zorlanmasıyla ilgili bir durum da söz konusu değil. Kriz sadece ekonomik veçheyle sınırlı olsaydı, kapitalizmin öncekiler gibi bu son krizin de üstesinden gelebileceği söylenebilirdi. Lâkin kriz toplumsal yaşamın tüm veçhelerini kapsar hâle gelmiş durumda... Sadece finansal-ekonomik kriz değil, aynı zamanda ekolojik kriz, iklim krizi, enerji krizi, gıda maddeleri [beslenme] krizi, insan ilişkileri krizi, politik kriz, kent krizi, eğitim krizi, aile krizi, vb... Velhasıl “krizler”, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsar duruma gelmiş bulunuyor... Netice itibariyle bir uygarlık krizi ki, uygarlık krizi söz konusu olduğunda, geçerli durumu tanımlamak, adlandırmak için uygun kavram veya kelime de artık kriz değil, dekadans olabilir. Bilindiği gibi latince cadere’den türetilmiş bir kavram olan décadence, çöküş başlangıcı anlamındadır. Ekseri Roma İmparatorluğunun uzun zamana yayılmış çöküşüne gönderme yapılıyor. Eğer hastalık bünyenin tamamını sarmışsa, o durumu anlatmak için kriz kelimesi artık yeterli değildir. Zira kriz, genellikle normal durumdan bir sapma, arizî, ekseri geçici ve beklenmedik bir durumu ifade eder. Geçerli denge durumundan bir sapmayı ifade eder ve krizin sonunda eski duruma dönüş imkân dahilindedir. Ortaya çıkan yeni durum décadence kelimesiyle ifade edildiğindeyse, artık onu eski haline [ normal hale] döndürmenin mümkün olmadığı bir durumdan söz ediliyor demektir... Biyolojiden bir metafor yapmak istersek, bunama haline gönderme yapabiliriz. Bunama bir çöküş başlangıcıdır ve geri dönüşü yoktur. Süreç hafifletilebilir, belki belirli sınırlar içinde yavaşlatılabilir ama asla geri döndürülemez... Zira söz konusu olan zamana yayılmış bir çöküştür... Şimdilerde burjuva uygarlığının içine sürüklendiği durumdan çıkış artık mümkün değil. Zira burjuva uygarlığının kendi çelişkilerini aşma yeteneği yok, üstelik insanlığa teklif edeceği bir şey de yok... Zaten uygarlıkların kendi iç çelişkileri sonucu tarih sahnesinden silindikleri bilinen bir gerçektir [Arnold J. Toynbee].

Elbette bunu söylemek ölümün an meselesi olduğunu söylemek değildir. Toplum yaşamı insan yaşamından daha uzundur. Söylemek isteğimiz şu: artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir ve bir belirsizlik durumu söz konusudur. Kesin olan çöküş olmakla birlikte, sürecin nasıl seyredeceği, egemenler cephesiyle, egemenlik altındakilerin, yeryüzünün efendileriyle yeryüzünün lânetlilerinin bu durum karşısında alacakları tavra bağlı olacaktır. Bu süreçten zarar görenler, yaşamı savunmakta ve kurtarmakta çıkarı olanlar, durumun bilincinde olsalar, bilinçli ve örgütlü olsalar, alternatif bir toplum perspektifine sahip olsalardı, dekadans durumu aşılabilir, araç ve rotası vakitlice değiştirilebilirdi. Zaten dekadans tam da bu durumun yokluğunu ifade ediyor. Yeryüzünün efendilerinin, burjuva aristokrasilerinin dayattığı çürümekte olan düzeni aşma iradesinin yokluğu veya yetersizliği, dekadansın varlık nedenini oluşturuyor. Ne yazık ki, gönüllü kölelik durumu şimdilik aşılmış değil. İnsanlar hâlâ çürüyen ve çürüten burjuva uyarlığı dahilinde durumlarının iyileşeceğini sanıyor. Hiç değilse öyle düşünenler çoğunlukta... Oysa, acele etmeyi gerektiren bir durum söz konusu... Eğer geç kalınırsa, ekolojik dengenin daha da bozulması kaçınılmaz ki, bunun anlamı canlı yaşamın temelinin hızla aşınmasıdır. Zaten kritik eşiğin aşılıp-aşılmadığı tartışmalı ama henüz aşılmamış bile olsa, bu yolun sonunda aşılması mukadder... Bu kadarını yapan neden sonunu getirmesin?

İki seçenekten biri...

5. İnsanlığın ve uygarlığın ulaştığı ‘kritik eşik’ ortadayken, ufukta sadece iki seçenek görünüyor: Birincisi, bu günkü eğilimlerin ve süreçlerin devam etmesidir ki, maalesef şimdilik hakim eğilim bu yönde. Bunun sonucu, başta ekolojik yıkım ve sosyal kötülükler olmak üzere, her türden krizin derinleşmesi, müzminleşmesi olabilir. Zira sistemin kendi yarattığı sorunları çözme, krizleri aşma yeteneği yok. Üretimin yönü, tüketim alışkanlığı, yaşama tarzı, doğaya ve insana bakışın radikal olarak değişmediği koşullarda, aracın beklenmedik, tehlikeli bir rotaya girmesi kaçınılmazdır. Bu da bu gün tahayyül etmekte bile zorlanacağımız XXI. yüzyıl faşizmleri, her türden otoriter rejimler, sıkı yönetimin sıradanlaşması, emekçi sınıflara yönelik katliamların, kıyımların ve şiddetin derinleşmesiyle sonuçlanabilir. Elbette daha kötüsü de ihtimal dışı değildir. Zira, kitle imha silahları çoktan insanlığı ve uygarlığı yok edecek büyüklüğe ulaşmış bulunuyor. Velhasıl, insanlık ve uygarlık kitle imha silahlarının [nükleer kazalar, nükleer savaş riski başta olmak üzere], son dönemde sayıları ve yoğunluğu artan ekolojik felâketlerin, sorun çözme yeteneğinden yoksun rejimlerin girdabında koyu bir barbarlığa sürüklenebilir...

İkinci seçenek, sistemin krizini bir şansa ve olanağa dönüştürmekte çıkarı olan geniş emekçi kitlelerin, yeryüzünün lânetlilerinin sürecin yönünü değiştirmek üzere sahneye çıkmasıdır. Başka türlü söylersek, sosyal-politik-ideolojik mücadelelerin iflas etmiş geçerli paradigmanın dışında alternatif bir uygarlık projesi ortaya koymasıdır... Eğer bu başarılırsa - ki, imkân dahilindedir- kapitalist olmayan, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, dayanışmayı, doğaya saygıyı, bölüşme ve paylaşma bilincini esas alan, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplum düzenine giden yol aralanabilir. Elbette bu, bugünden yarına gerçekleşecek bir şey değildir. Ancak uzun bir geçiş döneminden söz edilebilir. Uygarlık krizi derinleştikçe, bu süreçten zarar görenlerin duruma müdahale şansı ve yeteneği de artabilir ama müdahalenin vakitlice yapılması da büyük öneme sahip olmak kaydıyla... Solun şimdilik bir alternatif toplum ve uygarlık projesi olmasa da, dünyanın her yerindeki sisteme yönelik tepkiler, itirazlar, isyanlar, ayaklanmalar, devrimler... alternatifin oluşması yönündeki arayışlara bir temel oluşturuyor diyebiliriz. Geçiş döneminin başlangıcında özgürlükler alanını genişletmek ve özgürlüğü bir retorik olmaktan çıkarmak, bu amaçla yeni yöntemler ve araçlar keşfetmek, sosyal eşitlik ilkesini bir olmazsa olmaz durumuna getirmek, dayanışmayı ete-kemiğe büründürmek, insan-merkezli [ antropocentrist] olmayan bir bilinç oluşturmak, hiyerarşik olmayan, demokratik işleyişi esas alan yatay örgütlenme modelleri geliştirmek, demokrasiyi içselleştirmek, burjuva uygarlığının unutturduğu doğada yaşadığımızı hatırlamak ve gereğini yapmak, uzun geçiş için iyi bir başlangıç olabilir... Tabii inandırıcı, uygulanabilir, güven veren projelerle insanların karşısına çıkmak gerekiyor. Aksi halde solun ekseri yaptığı gibi “biz gelirsek işler yoluna girer” aymazlığının bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Dönüştürücü kapasitenin sürekli yenilenmesi gerekir. Bu da ancak pratik mücadele sayesinde kazanılabilir. Tabii politika yapmanın yeni araç ve yöntemlerinin de keşfedilmesi şartıyla... İtibar edilmemesi gereken bir şey de, geleneksel solun tüm sorunların çözümünü iktidarın ele geçirilmesi anına erteleme aymazlığıdır. Değiştirme ve dönüştürme, yeniyi yaratma, belirli sınırlar içinde kapitalist düzen dahilinde de pekâlâ mümkündür. Eskinin içinde yeniyi yaratmaya gerçekten bir engel var mı? Bu da, kapitalizmen çıkışın bu günden başlatılmasının mümkün ve gerekli olması demektir...

İşte size bir örnek...

6. Şimdilerde insanlık, sürekli olarak derinleşen, çeşitlenen ve birbirlerini azdıran bir krizler sarmalına hapsolmuş durumda. Gıda krizi bunların özel bir öneme sahip olanı, zira insan yaşamını doğrudan angaje ediyor. Neoliberal küreselleşme çağında insan haklarından çok söz ediliyor. Beslenme, karnını doyurma hakkı insan haklarına dahil değil mi? Görünen o ki, bu bir temel hak sayılmıyor... Aksi halde her beş saniyede on yaşın altında bir çocuk açlıktan ölmezdi... Bir milyar insan da açıkça açlık sınırında yaşamazdı... Öyleyse neden insanlar açlıktan ölüyor? Yeteri kadar yiyecek maddesi üretilemediği için mi? Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü [ FAO], dünya tarımının 12 milyar insanı besleyebileceğini ileri sürüyor. Ve dünyada her 7 kişiden biri açlıkla cebelleşiyor! Neden? Nedeni çok açık, emperyalist ülkeler tarımsal dumping uygulayarak, dünyanın geri kalanındaki [Güneydeki] tarımsal temeli çökertiyorlar. Bu ülkeler geçtiğimiz yıl kendi tarımlarına [ üretim ve ihracat aşamasında] tam 345 milyar dolar sübvansiyon yaptılar. Bu sübvansiyonlu tarım ürünleri [besin maddeleri] Afrika’da ya da başka bir Güney ülkesinde nasıl bir manzara ortaya çıkarıyor? Bu Avrupa-Amerika kökenli besin maddelerinin yerli üretim maliyetlerinin üçtü biri fiyattan satılması demektir. Yerli tarım bu saldırı karşısında varlığını sürdürebilir mi? Afrika’daki açlığın birinci nedeni bu. İkincisi, sanki doğrudan kolonyalizm dönemine geri dönülmüş gibi, Afrika toprakları çokuluslu tekeller, oligopoller ve Güney Kore gibi devletler tarafından ya satın alınıyor ya da 99 yıllığına kiralanıyor ve insanlar topraklarından kovuluyor... Geçen yıl 41 milyon hektar verimli toprağın satıldığı veya kiralandığı söyleniyor... Aç ve çaresiz insanlar can havliyle Kuzey’e geçmeye tevessül ettiklerinde karşılarında silahlı güçleri, askerleri, polisleri buluyorlar... Topraklarından kovulan bu insanların “barınabileceği” yegane yer kentlerin gecekondu bölgeleri. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları 2009 yılı sonunda 2100 milyar dolardı ve ihracattan sağladıkları gelirin nerdeyse tamamı faiz ödemelerine gitti... Tunus’ta devrim öncesinde ekmek fiyatı üç kat artmıştı... Gıda maddeleri fiyatlarının yükselmesinin gerisinde sadece büyük hububat üreticisi ülkelerde [ Rusya, Avusturalya] meydana gelen kuraklık yoktu. Bu nedenlerden biriydi sadece ve asıl neden de değildi. Asıl iki neden, gıda maddeleri üzerinde sürdürülen spekülasyon ve biyo-yakıt [ agrocarburants] üretimiydi. Spekülatörler finansal kriz günlerinde gıda fiyatlarını %37 oranında yükselttiler. Geçen yıl sadece Amerikalılar 144 milyon ton mısırdan ve bir kaç yüz milyon ton buğdaydan biyo-dizel ve biyo- etanol ürettiler. 2010 yılında ABD’de hububat üretiminin %35’i biyo-yakıt üretmek için kullanıldı ki, dünya hububat üretiminin %14’üne eşit... Bu, gıda maddesini yakmaktan başka nedir? Eğer bunlar her 5 saniyede bir çocukun açlıktan öldüğü, her 7 kişiden biri açlığa mahkûm edildiği bir dünyada yapılıyorsa, hangi insan haklarından söz ediliyordur?

Gıda maddeleri mülk sahibi sınıfların elinde bir meta, bir kâr ve spekülasyon aracı olmaya devam ettikçe, sermayenin çıkarı insanların temel ihtiyaçlarının tatmin edilmesinden ve yaşamdan daha önemli sayıldıkça, açların sayısının artmasıyla, egemen sınıfların sürdürülebilir kalkınma ve demokrasi söylemi birlikte varolmaya devam edecektir...

7. Kapitalizm, iki eğilime göre işliyor: Birincisi, mülk sahibi sınıflarla mülksüzleştirilmiş sınıflar arasındaki farkı her seferinde daha çok büyütüyor, derinleştiriyor; İkincisi, sermaye sınıfı içinde de rantiye sermayesinin, finans sermayesinin el koyduğu kaynağı büyütüyor. Bunun anlamı, sistemin ‘denge durumundan’ uzaklaşması, başka türlü ifade edersek, krizin kaçınılmaz olmasıdır. Mülkiyet sorun edilmeden, öyle bir sorun yokmuş gibi yapılarak, üzerinden atlayarak olup-bitenleri kavramak mümkün değildir. Geçerli düşünce sisteminde mülkiyet bir tabudur, dolayısıyla ‘yasaklanmış, korunmuş’ alandaki bir şeydir. Bu da mülkiyet kavramının bulanıklaştırılmasıyla sağlanıyor. Sırtımdaki ceket, üzerinde oturduğum sandalye, cebinizdeki çakı, bir çiftçinin küçük toprağı, bir çift öküzü veya traktörü, kap-kacakla... bir çok devletin sahip olduğundan daha çok servete sahip olan bir kapitalistin sahip olduğu üretim araçları sanki aynı şeymiş gibi bir algı yaratılmış durumda... Oysa, yaşam için gerekli olan şeyler mülkiyet tanımına dahil edilemez. Mülkiyet başkasının emeğinin ürününe el koymaya, sömürüye imkân veren araçlara sahip olmaktır... Mülkiyetin kutsandığı, üstelik bir tabu mertebesine yükseltildiği bir dünyada, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten söz etmek insanlarla alay etmek değil midir? Sosyal eşitliğin olmadığı yerde adaletten söz etmek tam bir ikiyüzlülük değil midir? Deniyor ki, senin özgürlüğün, benim özgürlüğümün bittiği yerde başlar! Üçyüz bin dönüm verimli toprağa sahip olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter, üçyüz metre kare toprağı olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter? Dünyanın en zengin ‘işbitirici’ kapitalisti Meksikalı Carlos Slim Helu’nun 74 milyar dolarlık serveti var. İyi de sadece 74 doları olanın özgürlüğü nerede başlayıp nerede bitiyor dersiniz? Zenginlik demek aynı zamanda güç ve iktidar demektir ve mülkiyetin sorun edilmediği yerde, bir dizi insânî ilkeyi dillendirmek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir, dolayısıyla bir kıymet-i harbiyesi de yoktur... Demek ki, işe, şeyleri adlarıyla çağırarak ve şeylere dair gerçeği söyleyerek başlamamız gerekiyor...