29 Aralık 2013 Pazar

AKP-Cemaat Çatışmasında Kürtlerin Tavrı Üzerine…






Cemil Gündoğan


Şu sıralar güncel siyasetin temel sorularından biri Hükümetle Fetullah Gülen cemaati arasındaki çatışmada Kürt hareketinin tavrının ne olması gerektiğidir. Kürt hareketinin tavrıyla ilgili olarak mümkün üç cevabın söz konusu olabileceğini söyleyebiliriz:

1) Cemaatten yana tavır takınmak,

2) AKP’den yana tavır takınmak, ve

3) Çatışan güçler karşısında bağımsız bir çizgide yürümek.

Kürt hareketi saflarında bu çatışmada Cemaatçileri destekleyelim diyen yok gibi. En azından ben bu yönlü ifade ve tutumlara henüz rastlamadım. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Çünkü Fetullah Cemaati, AKP’yle Ordu arasındaki mutabakatın görece dışında bırakılmış Türkiye’deki iki büyük güçten biridir. (Bu mutabakatla neyi kastettiğimi merak edenler, Vate Yayınları arasında çıkan Dönemeç Yazıları adlı kitabımdaki “Bir Restorasyon Operasyonu Olarak Ergenekon Davası” başlıklı yazıya bakabilirler. Üç yıl evvel yazılmış olan bu makalede Fetullahçıların mutabakata dahil edilmediklerini de tespit etmiştim.) Diğeri Kürtlerdir. Elbette dışlanmışlık düzeyleri farklıdır, ama sonuçta, dışlanmışlardır. İki dışlanmışın, böyle kritik bir çatışma anında birbirlerine bu ölçüde karşıt pozisyonlarda duruyor olmaları veya buna mecbur kalmaları, üzerinde özel olarak düşünülmesi gereken bir husustur. Ama şimdiki asıl konumuz bu değil.

Üçüncü şıkta dile getirilen bağımsız siyaset seçeneği ise hareketin hemen her kesimi arasında taraftara sahiptir. PKK’lier, BDP’liler, Avrupa’daki Kürt muhalifler, Barzaniciler, bağımsızlıkçılar, sosyalistler, İslamcılar, liberaller vs. arasında bu düşüncede insanlar bulabilirsiniz. Ancak bunların bağımsız tavırdan aynı şeyi anladıklarını söylemek zor. Bu da başka bir yazının konusu.

Kürt hareketi saflarındaki sesi en fazla duyulan tavır ise mevcut çatışmada AKP’nin desteklenmesini öneren tavırdır. Siyasal çıkışlarını Barzani’nin parasıyla ve onun AKP’yle flörtünün açacağını umdukları siyasal ve ideolojik alan üzerine kurmayı uman Kürtler, İslamcı eğilimde bir Kürt hareketi inşa etme çabasındaki Kürtlerin önemli bir bölümü; hedeflerinden, siyasal farklılıklarından ve ideolojik renklerinden ziyade PKK’ye karşıtlıklarıyla karakterize olan Kürtler, PKK’yi eleştiren ama ona özel bir düşmanlık göstermeyen Kürtler, PKK’ye yakın legal hareketin saflarındaki Kürtler ve kısmen de PKKli Kürtler arasında bu tavrın epeyce destekçisi var. Bunlara, Kürtlerin söz konusu çatışmada Hükümetten yana tavır takınmasını öğütleyen bazı Türk liberalleriyle İslamcılarını da eklemek gerekiyor.

***

 Öncelikle belirtmek gerekir ki AKP’ye yakın bir tavır takınılması gerektiği düşüncesindeki kişi ve çevrelerin bu tavırdan anladıkları şey birbirinden kısmen farklıdır. Gerekçeleri de öyle. En azından söylem düzeyinde. Örnek olarak aşağıdaki dört ifadeye bakınız:

1) AKP dışındaki bütün partiler Kemalisttir ve Kemalizm Kürtlerin baş düşmanıdır. Kürtlerin bu kavgada Kemalistlere destek vermeleri yolunu şaşırmak anlamına gelir.

2) AKP eski statükoyu yerle bir etti. Ona karşı mücadele edenler ise eski statükoyu geri getirmek istiyorlar. Dolayısıyla Kürtlerin bunları desteklemesi düşünülemez.

3) Ergenekon ölmemiştir, geri gelebilmek için Gezi’de çevre duyarlılığı, bugün de yolsuzluk gibi kimsenin açıkça karşı çıkamayacağı noktalardan saldırarak AKP’yi devirmeye çalışmaktadır. Eğer galip gelirse Kürt sorununun çözümünü unutalım gitsin.

4) Liderimiz tarihte ilk kez bir Türk hükümetiyle müzakere masasına oturmuş durumdadır. Yapılıp edilen her şey, bu masayı devirmeye yöneliktir. Biz bu oyunu göremeyecek kadar apolitik miyiz?

 Örnekler arttırılabilir. Tümünün değişik noktalardan kalkarak ifade ettikleri ortak düşünce, AKP çökerse barış sürecinin de çökeceği, dolayısıyla AKP’yi çökertmek isteyen güçlerle aynı saflarda yer almamak gerektiğidir.

Kanımca bu tespit, hem olgularla hem de siyasetin temel kurallarıyla çelişkilidir. Önce olgularla ilgili yanına bakalım.

 I: AKP Çökerse “masa” devrilir mi: Olgular Yönünden?

Söz konusu tespitin olgularla çelişkisi, statükonun bir süreden beridir gerçek sahibi olan AKP’nin hâlâ statükoya karşı bir güç olarak tasvir edilmesiyle ilgilidir. Bir diğer deyişle, bu değerlendirmeyi yapanlar, eğer kişisel veya grupsal çıkarları öyle gerektirdiği için gerçeği bile bile çarpıtmıyorlarsa, bugünün olgularını dünün terimleriyle anlamlandırmaya çalıştıkları için yanlış yapıyorlar. Çünkü 2010 tarihli referanduma kadar belli bir anlam ifade eden “statükocu Ergenekon”, “statüko karşıtı Erdoğan” lafları, o tarihten sonra anakronizm dışında bir şey ifade etmemektedir.

İnsan düşüncesi böyledir, toplumsal değişmeyi genellikle geriden takip eder. Örneğin, Kürt hareketini oluşturan sosyolojik zemin 1950’lerde ve 60’larda oluşup gelişmeye başlamıştı, ama Kürt solcularının Kemalist Türk soluyla zihinsel bağlarını koparmaları 1970’lerin sonlarını buldu. Keza Kürtler, toplum olarak 1990’ların başlarından beri Türklerden kopmaktadırlar, ama Kürt İslamcıları hâlâ Türk İslamcılarıyla zihinsel bağlarını koparmakta zorlanıyorlar. AKP’nin anti-statükocu olduğu tezi de benzer nitelikte bir gecikmenin ürünüdür. AKP bir süredir statükonun temsilcisi durumundadır, ama bazıları ona hâlâ Erbakan dönemindeki Milli Görüş muamelesi yapıyor veya yapmayı tercih ediyor. Oysa Milli Görüş on beş yıla yakın bir süredir iktidardadır ve artık sistemin sahibidir. O kadar ki artık kendi yol arkadaşlarını temizlemeye başlamıştır. Rahat anlaşılsın diye bir benzetme yapmak gerekirse, Ekim Devrimi günlerini değil, Stalin’in 1930 yargılamalarıyla Troçki ve Buharin kliklerini tasfiye ettiği günleri yaşıyoruz. Stalin 1930’larda Sovyetler Birliği’nde ne kadar statükonun karşısında bir lider idiyse Erdoğan da bugün o kadar statükonun karşısında bir liderdir.

Kısacası, bu tezin gerçeklerle bir ilgisi yoktur. Gerçekte, Erdoğan, bugün statükonun cisimleşmiş halidir. Kafa karıştıran şey, bugünkü statükonun dünkü statükodan farklı olmasıdır. Tıpkı 1930’larda Sovyetler’deki statükonun Çarlık dönemi statükosundan farklı olması gibi. Bazıları bugünkü statükonun dünküne benzememesinden kalkarak yeni statükonun anti-statüko olduğunu sanıyorlar veya bilerek öyle lanse etmeyi tercih ediyorlar.

***

 Bu tezin olgularla çelişen boyutlarından biri de Kürt sorununu çözmek ve Türk milliyetçiliğine karşıtlık noktasında AKP’ye özcü bir nitelik atfetmesidir. “AKP giderse Kürt sorununun çözümünü unutun,” iddiası bunun ifadesidir ve olgularla çelişmektedir.

Daha evvel yazdığım için kısa geçiyorum: Kürt hareketi, bir süreden beridir Türk siyasal denkleminin önemli bileşenlerinden birine dönüşmüştür. Bu, Kürt hareketinin soykırım gibi olağandışı yöntemler kullanılmadıkça bastırılamayacak güçte bir sosyal ve siyasal dinamik haline gelmesiyle ilgili bir sonuçtur, doğrudan onun (iş)birlikçi veya bağımsızlıkçı olmasıyla ilgili değil. Bu gelişmenin konumuz bakımında anlamı şudur:

Türkiye’de iktidar savaşı veren hiçbir güç artık Kürt hareketi yokmuş gibi davranamaz veya onu denklemin dışına atamaz; tersine onu kendi iktidar mücadelesi oyununda bir yere yerleştirmek zorundadır ve bu yer sabit bir yer değildir, zamana ve koşula bağlı olarak sürekli değişir. İktidar Kürt hareketiyle yakınlaşırsa muhalefet Türk milliyetçiliğini körükleyerek Kürt hareketine düşmanlık politikasına yönelecektir; muhalefet Kürt hareketiyle yakınlaşırsa bu kez iktidar milliyetçiliği kışkırtma politikasına sarılacaktır. Ya da bir durumda “masa”ya karşı esip gürleyen bir güç, başka bir durumda “masa”nın en sıkı savunucusu olacaktır. Bir diğer deyişle Türk milliyetçiliğine oynamak, özsel, yani tek tek partilerin, kurumların vs. özlerinden gelen bir nitelik değil, durumsal bir niteliktir. Oyunun kuralı artık böyle işlemektedir ve bu oyuna, değişik kesimlerce Kürtlerin en keskin düşmanı olduğu ileri sürülen ordu, MHP, CHP ve Cemaat de dahildir. Bu durum, Türk milliyetçiliği propagandası Türk halkı nezdinde ciddi bir siyaset kartı olmaktan çıkıncaya kadar böyle devam edecektir.

“AKP giderse kimse Kürt sorununu çözmez,” tezi, bu gerçeği göremeyen bir bakış açısının ürünüdür. AKP giderse onun yerine gelenler de pekala masaya oturabilirler. Böyle olup olmayacağı koşullara bağlıdır. Mevcut iç ve dış koşullarda ise MHP’nin bile masayı kolay kolay terk etmeyeceğini söylemek mümkündür.

Bunu nereden çıkarıyorum?

Başka şeylerin yanı sıra, 28 Şubat tarihinden bu yana ordu da dahil iktidar ve muhalefet güçlerinin Kürt hareketiyle ilişkilenme biçimlerinin izlediği seyirden.

Neydi 28 Şubat?

İslamcıların bizlere ezberletmeye çalıştığı cevaba göre, ordunun müminleri ezmek için tertiplediği bir darbeydi.

Bir darbe olup olmadığı tartışması bir yana, 28 Şubatı bu şekilde tanımlamak, o gün yaşanan süreci eksik ve yanlış anlamak olur. Doğrudur, 28 Şubatın İslamcılara karşı mücadele diye bir boyutu vardı. Ama ordunun bu hamlesinin Kürtlerle ilgili bir boyutu daha vardı. İşin bu tarafına bakmadan konuştuğunuz zaman süreci anlama imkânı kalmaz.

28 Şubatın Kürtlerle ilgili boyutu şuydu ki, ordu içindeki bazı etkili mihraklar Kürt hareketiyle masaya oturmaya karar vermişti. Yani bugün Erdoğan’ı ve onun partisini bazı Kürtlerin gözünde anti-statükocu bir kahramana dönüştüren şeyi yapmaya!...

Demek ki Kürtlerin en özsel olarak en büyük düşmanı gibi görünen güç, aynı zamanda PKK ile masaya oturmaya karar veren ilk güçtür de. Bu işler özsel işler değildir derken kastedilen budur.

Peki, ordu buna karar verdi diye o dönemde anti-statükocu pozisyona mı geçmiş oluyordu?

Hayır, sadece artık sürdürülemez olan eski statükonun yerine yeni bir tanesini kurmaya çalışıyordu. Bugün biliyoruz ki o statüko, onların hesapladığı biçimde, onların istediği yerde ve onların istediği zamanda kurulamadı; İslamcıların da dahil edildiği bir şekilde, yerde ve zamanda kuruldu.

Bunun nasıl mümkün olduğunu daha önce uzunca yazmıştım: Ordu, PKK’yle savaşında tıkanmış, kendi içinde çeteleşmiş ve toplumsal ve siyasal hayat üzerindeki hegemonyacı fonksiyonunu eskisi gibi ifa edemez hale gelmişti. Dahası, ordunun gerilemesinden istifade eden İslamcı hareketler toplumsal dokuyu fethetmeye başlamıştı. Dolayısıyla ordunun iktidarını sürdürebilmek için İslamcı hareketle kapışması kaçınılmaz hale gelmişti. Fakat PKK ile savaş sürüyorken ikinci bir savaş cephesi açmak ikisinde de kaybetmek anlamına gelirdi. 28 Şubatçı mihraklar, işte bu nedenle PKK ile olan savaşı soğutmaya kararı verdiler. Savaşı bitirmek demiyorum, soğutmak diyorum, ya da şoförlük terimleriyle söylersek rölantiye almak. Hal böyle olduğu içindir ki Genelkurmayın ön kapısından 28 Şubat kararlarını aldırmak için MGK toplantısına giden generaller çıkarken, arka kapısından da PKK ile görüşmeleri başlatmak için Brüksel yolunu tutan bir albay çıkmıştı.

Demek ki “AKP dışında kimse Kürtlerle oturmaz” demek, olgularla bağdaşmamaktadır. Kürtlerin en azılı düşmanı olduğunda şüphe bulunmayan generaller, AKP’den çok önce PKK ile masaya oturmuşlardı. Dahası, generallerin çözüm için o gün öngördükleri program da bugün AKP’nin çözüm diye önümüze sürdüğü şeyin anasıydı!

Bu da nereden çıktı demeyin, on beş yıl evvel yazmıştım, tekrar edeyim; PKK ile oturmaya karar veren generallerin kafasında üç ayaklı bir çözüm vardı: 1) Karşılıklı ateşkes, 2) PKK’nin ileri düzeyde ulusal haklardan vazgeçmesi, buna karşılık Kürtçenin kullanım alanlarının genişletilmesine dayalı bazı kültürel açılımların önünün açılması, 3) Yerel yönetimler yasası marifetiyle Kürtlerin kendilerini yönetmeleri noktasında bazı esnemeler (İller idaresi yasa tasarısının ana hatları 28 Şubat döneminde hazır hale getirilmişti, bekletiliyordu). PKK veya Genelkurmay bir gün o görüşmelerin tutanaklarını yayımlarsa üç madde halinde özetlediğim bu hususları daha çıplak olarak göreceğiz.

Peki, anti-statükocu bir kahraman olduğu söylenen Erdoğan ve AKP’nin bugüne kadar bu üç madde dışında Kürt sorununun çözümü için önermiş olduğu veya gerçekleştirdiği yeni bir şey var mı?

Hayır yok. İslamcıların ve liberal çevrelerin Kürtleri kafalamak amacıyla yaptıkları köpürtmelere bakmayınız. Bugün, yani yaklaşık yirmi yıl sonra hala, generallerin koyduğu o çerçevede dönüp duruyoruz: Newroz’da ateşkes ilan edildi, PKK ulusal hedeflerden vazgeçtiğini bir kere daha beyan etti, karşılığında Kürtçenin kullanım alanları biraz genişletildi; bunun dışında, Avrupa yerel yönetimler şartına konulan şerhin kaldırılmasıyla çerçevelendirilmiş bir yerel yönetimler yasası tartışılıyor. Var mı MİT-Öcalan mutabakatında Kürt haklarıyla ilgili olarak bunun dışında bir gelişme?

Haklarla ilgili olarak yok. Var olan farklılıklar daha çok Abdullah Öcalan’ın kişisel konumunun iyileştirilmesiyle ve Suriye’yle ilgilidir. Bunlardan birincisinde belli bir iyileşme olacak gibi görünüyor. İkincisine gelince, Öcalan’la MİT’in konuyla ilgili muhabbetleri, Amerika’yla Rusya’nın Suriye konusunda anlaşmaya varmasıyla gargaraya dönüşmüş durumda. En azından şimdilik.

Durum, özetle böyledir. Ama nasıl oluyorsa, dün bu işin çerçevesini koyan generalleri dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı olarak tanıyıp tanıtırken, bu generallerin çizdiği çerçeveye sadık bir programı yarım-yamalak ve anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirecek tarzda gerçekleştirmeye çalışan Erdoğan’ı bir anti-statüko kahramanı olarak lanse ediyoruz. Sizce de bu işte bir terslik yok mu?

Sanırım mesele yeterince aydınlanmıştır: PKK ile masaya oturan ilk Türk politik gücü AKP olmadığı gibi, Öcalan-MİT mutabakatında üzerinde anlaşmaya varıldığı söylenen hususlar da -Kürtlere tanınan haklar bakımından- generallerin çizdiği çerçevenin ötesine geçmiş değildir. AKP-PKK flörtü, bir zamanlar gerçekleşen Çiller-PKK flörtünün, Erbakan-PKK flörtünün veya Mesut Yılmaz-PKK flörtünün yeni koşullardaki bir benzeridir. O flörtler de, Kürt hareketinin Türk siyasal sistemi içinde edinmiş olduğu yeni pozisyonun dayattığı durumsal politikaların ifadesiydi, bugünkü de. Aralarındaki fark, esas olarak, Ortadoğu’da, Türkiye’de ve Kürdistan’da değişen güç dengeleriyle ilgilidir. Kürt hareketinin bu gerçeği görme vakti gelmiştir. Değilse, AKP’ye olmadık özsel nitelikler atfeden bütün değerlendirmeler, sadece Kürt hareketinin AKP karşısındaki manevra alanını daraltmakla sonuçlanır, o kadar.

II: AKP Çökerse “masa” devrilir mi: Siyasetin Kuralları Yönünden?

Böylece konunun siyasal taktiklerle ilgili boyutuna gelmiş oluyoruz. Fakat bu arada yazı da epeyce uzadı. Maddeler halinde ilerlersek:

1- Sistemin asıl sahibi Fetullah cemaati değil, Erdoğandır ve iki güç arasında Erdoğan lehine büyük bir güç dengesizliği vardır. Dolayısıyla bu kavgada güçlü olana destek vermek, sadece onu daha fazla güçlendirmek anlamına gelir. Unutmayın, güçlendireceğiniz adam masada karşınızda oturan veya oturacak olan adamdır.

2- “Erdoğan giderse masa tehlikeye girer” endişesi, yukarıda belirttiğim nedenlere ilaveten Kürt sorunu artık çözümü ertelenemeyecek bir noktaya dayandığı için de gerçeklerle bağdaşmıyor. Türkiye ya Kürt sorununu çözer, ya da çok kanlı hesaplaşmalardan geçen bir bölünmeye konu olur. Yugoslavya veya Suriye türü bir süreç yani. Bunun ortası kalmamıştır. Hem PKK, hem devlet, hem de konuyla ilişkili diğer bölgesel ve küresel güçler bu gerçeğin farkındadırlar. Dolayısıyla Erdoğan gitse de kalsa da devlet “masa”yı korumaya çalışacaktır. “Masa”yı yıkmak, hem PKK açısından hem de devlet açısından Erdoğan’a endekslenecek bir şey değildir. Erdoğan, Gezi olaylarıyla birlikte tarihsel dönüş noktasına girmiştir. En az bir dönem daha iktidarda kalması yüksek olasılık olmakla birlikte, özellikle ekonomide yaşanacak koşullara bağlı olarak kısa sürede yıkılması da mümkündür. “Masa”nın bu tür hareketli faktörlere uyarlı olarak kurulmuş olduğunu sanmıyorum. “Barış” sürecinin, dünkü Ergenekon-Hükümet çatışmasının görece dışında kalmış bir aktör olan MİT eliyle yürütülmesi ve ordu tarafından desteklenmesi bunun ifadesi olarak anlaşılabilir.

3- Devletin sözde barış sürecindeki en büyük kozu, PKK’yi ve kitlesini yeniden Öcalan’ın arkasına toplama operasyonunu başarıyla tamamlamış olmasıdır. Cezaevleri direnişleri ve Sakine Cansız cinayeti üzerinden gerçekleştirilen bu operasyonu mümkün kılan ana faktör, PKK’nin dağ kadrosunun basiretsizliği olmuştur. Onlar 1999’da yaptıkları hatayı 2013’te bir kere daha tekrarlamış ve kafalarını kendi elleriyle cezaevine hapsetmişlerdir. Bu basiretsizliğin de katkısıyla devlet, düşmanının iradesini kendi avucundaki bir tutsak dolayımıyla eline almayı başarmıştır. Bu nedenle Cemil Bayık “barış süreci” konusunda iyi kükreyen, ama elinden fazla bir şey gelmeyen bir yönetici konumuna düşmüştür. Bunu devlet de, PKK de, bölgedeki diğer aktörler de iyi biliyorlar ve bizzat bu durumun kendisi PKK’nin elini kolunu bağlayan bir siyaset faktörüne dönüşmüş durumdadır.

Şimdi soru şudur: Devlet, kolay kolay ele geçmeyecek böylesine avantajlı bir durumu, sadece Erdoğan gitti, Erdoğan yara aldı veya Erdoğan’ın yerine başkası geldi diye sabote eder mi? Bu soruya evet cevabı vermek, Makyavelli’nin Prens’inden bu yana yazılmış siyaset bilimleriyle ilgili bütün temel metinleri tersyüz etmeden mümkün değildir. PKK, bugün söz gelişi “Öcalan’ı tanımıyoruz” diye bir açıklama yapsa, devletin masayı devirmesi ihtimali vardır, ama sadece Erdoğan gitti veya yara aldı diye, yani sadece o nedenle masayı devirme ihtimali hesaba katmaya değmeyecek kadar küçüktür.

Olaya bu noktadan bakıldığında da AKP’nin gitmesinin veya kalmasının masanın durumunu kökten etkilemeyeceği sonucu çıkar. Siyasette hiç bir şey mutlaklık terimleriyle ifade edilemez; ama durum bugün esas itibarıyla böyledir.

Hal böyle olunca, Kürtler açısından sorun şuna dönüşmektedir: Mevcut “masa”da karşınızda güçlü bir muhatap mı görmek istiyorsunuz, yoksa en yakın müttefikleriyle bile dalaşan, morali bozulmuş, zemin kaybetmiş, ayakta kalsa dahi kolu kanadı kırılmış bir muhatap mı? Sanırım, Hükümet-Cemaat çatışmasında Kürtlerin tavrı ne olmalı sorusunun cevabı, mevcut konjonktürde büyük ölçüde bu sorunun cevabından kalkılarak verilebilir.

Bu koşullar altında tavır ne olmalıdır?

Cemaate destek vermeyebilirsiniz. Kanımca bunu yaptığınız için çok büyük bir kaybınız olmaz.

Cemaate destek verebilirsiniz. Bu durumda kaybınız olabilir ama hayati bir nitelik taşımaz.

Ama AKP’ye destek verirseniz baltayı kendi ayağınıza vurmuş olursunuz.

Yapılamayacakları böyle sıralayınca yapılabilecek kendiliğinden ortaya çıkar: çatışmanın doğrudan tarafı olmayan üçüncü bir çizgide yürümek.

Fakat bu üçüncü çizgi, pek çoklarının anladığı gibi “karışmayın, yesinler birbirlerini” tavrı demek değildir. Böylesi, apolitik bir tavır olacaktır. Tersine, Kürt hareketi bu işe karışmalıdır. Ama “masa”da bugün oturan veya yarın oturacak olan kişinin daha fazla zayıflaması için ne yapılması gerekiyorsa onu gerçekleştirmek çerçevesinde karışmalıdır. Bir diğer deyişle, üçüncü yol çizgisi pasif bir seyircilik politikası değildir, duruma göre tavır alan pro-aktif bir politikadır. Hatırlayanlar olacaktır, Referandum döneminde de böyle bir tutumu formüle etmiş ve adına hareketli bir üçüncü çizgi/pozisyon adını vermiştim. Benzer bir politika bugünkü koşullarda da doğru görünüyor: üçüncü bir pozisyon, ama hareketli bir üçüncü pozisyon.

Bu tavır, mevcut konjonktürde denklemin başka boyutlarını etkileyebilecek en etkili araçlardan biri olduğu için de tercih edilmelidir. Şöyle ki:

Erdoğan devlet içinde mutlak otorite durumunda olduğu için Öcalan’ın Erdoğan’a karşı manevra yapma imkânı çok sınırlıdır. Öcalan’ın mevcut tutsaklık koşullarında yapabileceği en “muazzam politika”, devletin değişik kliklerinden -eğer Aydınlık gazetesinde bugünlerde yayımlanmakta olan kendi ifadelerindeki deyimi kullanırsak- “taşeron”luk talebinde bulunmakla sınırlı kalmaktadır. Bu da bir politikadır, ancak PKK’nin gövdesinin sığmayacağı darlıkta bir politika. Barış adı verilen sürecin en sorunlu noktalarından birisi buradaki tersliktir.

Ama geldiğimiz gün itibarıyla, PKK açısından burada tartışılacak bir şey kalmamıştır. PKK yönetimi, Newroz’da, hiçbir sınır çizme gereği görmeden Öcalan’a itaat edeceğini söylemiş, deli gömleğini kendi elleriyle kendi sırtına geçirmiştir (Hatırlayanlar olacaktır, Newroz dönemi yazılarımda barış masasına evet demenin doğru olduğunu, ancak bu işi Öcalan’ın muhataplarına Öcalan’ın sınırlarını göstererek yapmak gerektiğini yazmıştım). Siyasetin kuralları noktasından bakıldığında, böyle bir açmaz içinde kıvranıyorken izleyebileceğiniz mümkün politikalardan biri, Öcalan’ın manevra alanını genişletici sonuçlar doğurabilecek bir politika olabilir. Bunun, başarıyla gerçekleştirilse dahi derde deva olup olmayacağı ayrı bir konudur. Sorun bu değil. Sorun, bunun şu anda PKK açısından neredeyse tek seçenek durumuna gelmiş olmasıdır. Çünkü PKK “irademiz Öcalan’dır” demiştir ve Öcalan savaştıkları gücün elinde tutsaktır. Açmaz bu kadar açık ve sadedir.

Bu açmaz sürdüğü ve iktidarın kontrolü Erdoğan’ın elinde kaldığı müddetçe, Öcalan görece AKP’ye yakın bir çizgide yürümek zorunda kalacaktır. PKK’nin Gezi’deki tavrı bunun ifadesiydi. Ama merkezde sözü edilen türden değişiklikler gerçekleşirse, yani iktidar içi çatışmalar ve kaymalar yaşanırsa durum bir ölçüde değişebilir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için Öcalan’ın bir zamanlar “Ergenekon”la iş tutarken merkezdeki çatışma ve iktidar kaymalarından sonra Erdoğan’la iş tutmaya başlamasına bakılabilir. Buradan, mevcut çatışmada AKP’ye destek vermeyip merkezdeki çatışma ve çekişmeleri derinleştirmeyi hedefleyecek bir siyaset izlemenin (hareketli üçüncü yol çizgisi) Öcalan’ın politika yapma alanını genişletmek ve dolayısıyla PKK’yi biraz daha rahatlatmak bakımından da yararlı ve gerekli olduğu sonucu çıkar.

Ancak bunun kolay bir iş olmadığını belirtmek lazım. Çünkü bu iş, bir dereceye kadar Öcalan’a karşı yapılmak durumundadır. Öcalan’ın AKP-Cemaat çatışmasıyla ilgili neler söylediğini veya önerdiğini henüz bilmiyorum. Ama Gezi’de olduğu gibi, PKK’yi görece AKP’ye yakın bir çizgide tutan bir politika telkin edeceğini tahmin ediyorum. Elbette büyük çeşitlilik gösteren taraftarlarının meseleyi kendilerine göre yorumlamasına imkân tanıyan yuvarlak laflarla süsleyerek (peygamberler, herkesin kendisini içinde bulabileceği yuvarlak laflarla konuşmaya mahkumdur). Ama hangi söylemi kullanarak yaparsa yapsın, böyle bir politika, PKK’yi, baltayı kendi ayağına vurmaya zorlaması anlamına gelecektir. Bahsedilen zorluk bu ilişkiden kaynaklanmaktadır.

Öte yandan özel olarak PKK, genel olarak Kürt hareketi uzunca bir süredir sahip olmadığı bir uluslararası pozisyonu yakalamaya doğru ilerlemektedir. PKK yöneticilerinin andığım basiretsizliğinden kaynaklanan açmaz, onu bu pozisyonun avantajlarını kullanmaktan da bir ölçüde alıkoymaktadır. Amerika ile Avrupa Birliği’nin büyük ülkeleri başta olmak üzere bazı uluslararası güçlerin Türk devletiyle ilk kez açık çelişkiler ve çatışmalar içine girmelerinden söz ediyorum. Çok yavaş ve bu nedenle fark edilmesi kolay olmayan bir şekilde ilerleyen bir süreç olarak böyle bir çatışma gelişmektedir. Erdoğan-Cemaat çatışmasının bile bu süreçle bağlantısı vardır (özellikle de Halk Bankası halkasında).

Eskiden NATO’nun sadık müttefiki bir Türkiye söz konusuydu. Dolayısıyla onula çatışma halindeki Kürt hareketi Batılı emperyalist güçlerin karşısında konumlanmaya mecbur kalıyordu. Nitekim PKK, otuz yıldır NATO karşıtı uluslararası güçlere mahkum olarak yaşadı ve savaştı. PKK’nin bu konumlanışının sadece PKK’nin ideolojik tercihleriyle veya Abdullah Öcalan’ın korkaklığıyla veya “ajan”lığıyla ilgili bir şey olduğunu sanmak, siyasetin en temel kurallarından habersiz konuşmak olur. Türkiye bir NATO ülkesiydi ve Kürt hareketi bunun doğurduğu yapısal sorunlarla boğuşmadan, bunların dikte ettiği konumlanışların zorunlu kıldığı ekstra bedelleri ödemeden kendine bir politik alan açma şansına sahip değildi. Nitekim PKK, bu bedelleri canımızdan ve kanımızdan ödedi ve böyle bir alan açmayı başardı.

Fakat bir süreden beridir Kürt hareketine ekstra bedel ödeten bu yapısal terslik değişme sinyalleri veriyor. İlk kez PKK ile bazı büyük güçlerin menfaatleri kısmen ve yavaş bir şekilde üst üste düşmeye başlıyor. Suriye’de yaşananlar bu dönüşümü gözleyebileceğimiz bir laboratuvar niteliğinde. El Qaide türü yapıların Ortadoğu’daki tehditleri de bu dönüşümü hızlandıran bir rol oynuyor. Peki, tam böyle bir süreçte Kürt hareketi veya PKK hangi politik rasyonalite gereği uluslararası güçlerin yavaş yavaş didiklemeye başladığı Erdoğan ve AKP’nin muhafızlığını yapmaya kalkışacaktır? Çünkü AKP-Cemaat çatışmasında Erdoğan’a yapışmanın anlamı tam da budur.

Sağa sola çekiştirilebilecek bir durum yok: PKK’nin bu çatışmada Erdoğan’ı sahiplenmesi, Erdoğan’la uğraşan bazı Batılı güçler nezdinde, PKK’nin 1990’ların ortalarında Almanya’da otoyolları işgal edip yakmasına benzer bir anlama gelecektir. Hem de PKK ile bazı Batılı güçlerin çıkarları arasındaki çelişkilerin önemini yitirmeye başladığı bir dönemde! Kürt hareketi otuz yıldır kendi elinde olmayan yapısal faktörler nedeniyle ekstra bedeller ödedi. Bu kez de “Ne yapalım, liderimiz Erdoğan’ın elinde tutsak,” diyerek mi ödeyecektir aynı bedelleri? PKK ve Kürt hareketi bu soru üzerinde ciddi biçimde düşünmek zorundadır.

***

Toparlarsam: 1) Kürt hareketinin kurulu “masa”daki pozisyonunu görece güçlendirmek, 2) Öcalan’ın manevra alanını genişleterek PKK’nin sırtına geçirilmiş deli gömleğini birazcık olsun gevşetebilmek ve 3) uluslararası denklemde olumluya doğru dönen bazı göstergelerin zarar görmesini engellemek noktalarından kalkılarak yapılacak bir analiz, AKP-Cemaat çatışmasında en yanlış tavrın Erdoğan’ı desteklemek olacağını gösteriyor.

Aslında buradaki analizin bir ayağı daha var. Bu çatışmanın Kürt hareketinin iç dengeleriyle olan bağlantılarıyla ilgili bir ayak. Fakat bu ayağı bilerek yazıya dahil etmedim. İlk olarak o konuyla ilgili yazacağım birkaç paragrafın yazıdaki bütün tezlerin üzerini kapatacak kör bir tartışmaya yol açması ihtimalinin varlığı nedeniyle. İkinci olarak da yazacaklarımın Kürt hareketinin iç ilişkilerini olumsuz etkilemek amacıyla kullanılması ihtimalinin varlığını düşünerek. Gerçi ben onları yazmasam da o faktörler öylece durduğu müddetçe hükümlerini icra ederler. Böyle olmakla birlikte, yukarıda sunulan analiz, kör bir tartışmaya kurban gitmesin diye ben o bölümü kurban etmeyi yeğledim. Varsın bu seferlik de böyle olsun. Okurun anlayışla karşılamasını ummaktan ve bu tür sıkıntılar yaşamadan fikir üretebileceğimiz koşullara bir an evvel kavuşma dileğini tekrarlamaktan başka yapılacak bir şey yok.

Kaynak: Özgür Üniversite


Hiç yorum yok: