9 Kasım 2014 Pazar

Teşkilat-ı Mahsusa (2)





Sait Çetinoğlu

Trakya’dan seçilen Rum mebuslar, savaş sonrasındaki meclis toplantılarında bu durumu meclise taşırlar, ancak bir sonuç elde edemezler: 11 Aralık 1918'de, Tekfurdağı Mebusu Dimistoklis ve Çatalca Mebusu Tokinidis Efendiler, Ayvalık, Edirne ve Ça­talca bölgelerinden zorla yaptırılan göçler konusunda da sayılar bildirmişlerdir. Buna göre Edirne ve Çatalca bölgesinde, evleri ve mallan yağmalanan ve zorla Yunanistan’a göçe zorlanan Rumların sayısı 300 bindir. Ayrıca bölgede çeteler katliamlar düzenlemişlerdir. Dilekçe sa­hipleri bölgedeki Ermenilerin de katledildiklerini aktardıktan sonra, yapılan katliamları, Masakar Blanc/massacre blanc olarak tanımlamış­lardır. Toplam kayıp 500 bin olarak bildirilmiştir… Efkalidis Efendi, olaylar üzerine Talât Paşaya başvurduk­larında,Talat’ın kendilerine, Biz Türkiye'den kat'iyyen mem­nun değiliz, biz Venizelos'un fırkasına mensubuz. Yunanistan'a gideceğiz... Niçin bize müsade etmiyorsunuz?,  biçimindeki ifa­delerin yer aldığı telgraflar gösterdiğini aktarır. Bundan daha da önemlisi, milletvekili olmasına rağmen kendi malı mülkü de yağma edilmiştir.  Mallarını geri istediğinde ise, yörede kurul­muş komisyona başvurup hakkını orada aramaya yönlendirilmiştir. Dimistokli Efendi Tüm bu kıyımların İttihat ve terakki Hükümetinin Balkan Savaşı sonrası sistemli olarak gündeme soktuğu Türkleştirme polikasının parçası olduğunu söylemiştir. [1]  Operasyon’un başarısından dolayı bölge idarecileri ödüllendirilir; Edirne Valisi Hacı Adil Bey [Arda] Osmanlı Meclisi başkanlığına, Tekfurdağı Mutasarrıfı Zekeriya Zihni Bey [Baj] Edirne Valiliğine terfi ettirilmiştir. Bu şahsiyetler 19151 Soykırım sürecinin aktörleri olarak Patrik Zaven’in exterminators listesinde yer alırlar.
Ege ve Trakya’daki Etnik temizlik  üzerine tartışmalar “12 Aralık meclis oturumunda da devam etmiştir. Tartışmalara katılan Ermeni Mebus Nalbantyan Efendi, bu temizlik operasyonu ile Ermeni Kırımı arasındaki paralelliğe dikkati çekmiş; gerçi Türkler tekrar tekrar yapılan zulümlerin, eylemlerin aleyhinde olabilirler, fakat yapılan mezalim Türkler namına yapılmıştır, demiştir. Eylemler 1913 yılından itibaren izlenen sistemli politikaların sonucudur ve Türk hâkimiyetini sağlamak" adına yapılmıştır. Dolayısıyla Türklerin kolektif so­rumluluğu söz konusudur[2] Nalbandyan,  iki dönemdeki iki süreç arasındaki benzetmesinde haklıdır.
Teşkilât-ı Mahsusa,  bağlılık ve sadakatleri daima şüphe ile karşıladığı  Türklerden gayri ırk ve milletle­rin ekseriyet teşkil ettikleri yerlerde aldığı tedbirlerle, hüküme­tin görünürdeki kuvvetlerinin başaramayacağı hiz­metleri görmüştür. İç Düşmana , yani İmparatorluğun gay­rimüslim unsurlarına yönelik eylemler,  örnekler de görüldüğü gibi  I. Dünya Savaşı öncesi başlamıştır. Trakya ve Ege'deki Rum nüfusun terörle sürülmesi, milli iktisat politikasının parçası olarak mallarına el konulması… Gibi genel bir planın parçası olarak Ege ve Trakya’da hayata geçirilen bu etnik temizlik planı başarılar  ışığında gözden geçirilerek daha büyük ölçeklisi tarihi Ermenistan’a uygulanarak, etnik temizlik Soykırıma taşınmıştır.

Ege ile ilgili bir çalışmada uygulanan bu sistematik terör ve Türkleştirme politikası ayrıntılı olarak incelenir[3]:
Operasyonun iktisadi boyutu çerçevesinde Milli İktisat adı verilen yeni bir ekonomik politikanın uygulanmasına da başlanıldı. Balkan Savaşı sırasında baş­layan Yunan mallarına boykot hareketi, imparatorluğun en ücra köyündeki Rum bakkalına kadar genişletildi.
Her şeyden önce, iktisadi yönden güçlenmiş Rumları çö­kertmek, yıkmak gerekiyordu. İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba demiryolları boyunca sıralanan istasyonlardaki bakkalların hepsi Rumdu. Köy, kasaba ve ilçelerdeki bakkal ve ticaret­hanelerin de tamamına yakını Rumların elindeydi. Geriye kalanları Yahudi ve Ermeniler işletiyorlardı. Türkler ancak büyük ilçelerde ve şehirlerde güçsüz bir biçimde iktisadi varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı.


İşte boykot hareketi bu şartlar altında başlatıldı ve ilk ağızda gerçekten başarılı sonuçlar alındı. Görünüşte, bu ha­reketin hükümetle hiçbir ilgisi yoktu. Avrupa’ya karşı halkın bir tepkisi olarak gösterilmek isteniyordu. Dışarıya kar­şı böyle bir hava yaratılmaya çalışılırken, İttihat ve Terakki, Rumlarla Yunanlıların çoğunlukta bulunduğu bölgelerde, örgütleri aracılığıyla “Türk’ün Türk’ten alışverişi” ve “Rum, Yunan tüccarlarıyla her türlü ilişkinin kesilmesi” düşünce­sini halka yayıyordu. Türk halkı, Balkan Savaşları’nın etki­siyle boykot hareketini tutmuş, elinden geldiği ölçüde des­teklemeye başlamıştı.
İttihat ve Terakki, bu kadarıyla Rum ve Yunanlıların ik­tisadi güçlerinin kırılmayacağını biliyordu. Bu hareketi bir­takım mali ve ticari kurumlarla desteklemezlerse boykot bir süre sonra başarısızlıkla sonuçlanacaktı. Çünkü ortaya şöyle bir sorun çıkıyordu: Türk halkı ve köylüsü, Rumlarla Yunanlıları boykot ettiğine göre, alışverişlerini, ticari iliş­kilerini kimlerle yapacaktı? İhracat Rumların, Yunanlıların, öteki azınlıkların, levantenlerin, Fransız, İtalyan, İngiliz ve Amerikan uyrukluların elinde bulunuyordu Ege’de. Bunların karşısına Türk tüccarıyla Türk ticaret kurumlarıyla çıkmak gerekiyordu. Yoksa, boykot duygusal bir hareket olmak­tan öteye geçemeyecekti. Uzun bir süre sonunda yapılan­lar unutulup heyecan kaybolunca, Türk halkının iliğini ke­miğini sömüren eski düzen yine egemen olacaktı. Böylece boykot hareketiyle birlikte, İttihat ve Terakki bir Türk bur­juvazisi yaratmak için çaba göstermeye başladı. Ege’ye özgü bankalar ve kooperatifler kuruldu. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra yabancı uyrukluların yürüttükleri iş­ler Türklere devredildi…Rumların ve Yunan uyrukluların bir bölümü, boykottan sonra Ege Bölgesi’nden ayrılmak zorunda kaldılar. Balkan Savaşlarıyla aklı başına gelir gibi olan Osmanlı ülkesinde bundan böyle eskisi gibi kolaylıkla tatlı kârlar elde demeye­ceklerini anlamışlardı.
Yine de boykot, Ege’de Rum ve Yunan nüfusunda önemli bir azalma meydana getirmediği gibi, ekonomik güçlerini de geniş ölçüde etkilemedi. Çünkü, Türk ticari ve mali kurumlan daha yeni yeni filizlenmekteydi. Tam anla­mıyla etkili olabilmeleri için yıllar gerekliydi…
Tıpkı boykot hareketinde olduğu gibi, tehcir­de de hükümet, resmen eylemin içinde değildi. Tehcir, yani göç ettirme hareketi Batı Anadolu’daki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin örgütleriyle Teşkilatı Mahsusa tarafından el al­tından yönetilmekteydi. Çeşitli yollardan Rumlar rahatsız ediliyor, yapılan baskılarla göçe zorlanıyorlardı. Teşkilatı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey’in emrindeki Türk çe­teleri; özellikle Söke dolaylarında Yunanistan’a ait Sisam Adası’yla sıkı ilişkileri bulunan Rum köylerine baskınlar ya­pıyorlardı…Tehciri Ege’de merkezi İzmir’de bulunan 4. Kolordu Kumandanı Pertev (Demirhan) Paşa, bu Kolordunun Kurmay Başkam Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa ile İttihat ve Terakki’nin İzmir Kâtibi Mes’ulü Mahmut Celal (Bayar) Bey yürütmekle görevlendirilmişlerdi. İlk ağızda yüz binden fazla Rum, Yunanistan’a gitmiş ya da Anadolu içlerine sürülmüştü. Bu işlem gelişigüzel yapıl­mamıştı. Yunan Adaları’na yakın kıyı şeridindeki Rumlarla, Türkleri azınlıkta bıraktıkları bölgelerde oturanlar göçe zor­lanmıştı. Bergama, Foça, Çeşme ve Karaburun Rumları göç ettirilenlerin başında geliyorlardı. Siyasal nedenlerle İzmir içindeki Rumlara dokunulmamıştı. İzmir fazla göz önündey­di. Büyük devletlerin konsolosluklarının bulunduğu bir şe­hirde göç ettirme işlemine girişmek sakıncalı bulunmuştu.
Aslında tek bir Rum'a bile açıkça “Yunanistan’a git” de­nilmiyordu. Yalnızca o güne dek görmedikleri birtakım an­garya ve yükümlerle Rumların rahatları kaçırılıyor, tedirgin ediliyorlardı. Eli silah tutan Rum gençleri, Amele Taburları adı altında toplanıyor; bunlar yol, orman ve yapı işlerinde çalıştırılıyorlardı…Amele Taburları’yla Rumlar, kontrol altına alınmış oluyorlardı. Angaryaya da­yanamayan Rumlar, sonunda birer ikişer ya da toplu halde Yunanistan’a kaçtılar, göç ettiler…29 Ekim 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girince teh­cir yeniden başlatıldı. Bu kez kaçan kaçıyor, kaçamayan kıyıdan 500 kilometre içerilere sürülüyordu.
Tehcir sırasında Ayvalık[4] iki bölüme ayrıldı. 1914 yılı­nın Mayısından itibaren uygulanmaya başlayan göç işlemi, İzmir bölgesinde sayılan Araplar Deresi’ne kadar olan ke­simde başarıyla uygulanmıştı. Araplar Deresi’nin kuzeyin­deki Ayvalık ve Yunda (Ali Bey) Adası Rumları, türlü ne­denlerle ilk göç ettirme hareketinin dışında kaldılar.
Ayvalık ve çevresinde tehcir hareketi Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar aralıklarla devam etmesine rağ­men, yine de Rumlardan tam olarak temizlenememiştir. Ayvalık’a sırf bu sorunla ilgili olarak Talat ve Liman von Sanders Paşalar da gelmişlerdir. 5. Ordu Kumandanı Liman von Sanders, Türk hükümetine verdiği bir raporda, “Yunanlılar göç ettirilmedikçe, ordunun güvenliğini sağ­lama sorumluluğunu üzerine alamayacağını” bildirmişti. Yorgo Sakkaris Sanders’in “bu gavurları hala denize atamaya muktedir olamadılar mı?[5] Diyerek tehcirin bir an önce başlamasını istediğini kaydeder. 1914 Mart ayında Arap Deresi güneyindeki Rumlar; Balıkesir, Kepsut, Susurluk ve sındırgı gibi Türklerin çoğunlukta oldukları bölgelere gönderilmişlerdi.

Tehcirler savaş boyunca devam ettirilerek Ege ‘deki kalan Rum nüfus ölüm yolculuklarında yok edilmeye çalışılır. 1917 tehcirleri ile ilgili geniş bir belge arşivi bulunmaktadır
Bursa Metropoliti Dorotheos’ un Muhtırası
24 Nisan 1917

Bir kaç günden beri  burada yayılan haberlere göre, bir çok başka yerlerde olduğu gibi, Ayvalık’tan da çocuk ve kadınları ile beraber acımasızca tehcir edilen soydaşlarımızın buralara yerleşeceği veya başka söylentilere göre Bilecik veya Yeni-Şehir istikametine gönderilerek orada iskan edileceği haberi dolaşıyordu. Anlaşıldığı kadar, tehcirin ve naklin yetkililikler tarafından mümkün olduğu kadar sesiz yapıldığından,  pek bilgi alınmamasına rağmen bugün bir Rum askerden bana doğrudan bilgi vererek bir çok Ayvalıklı ailenin buradan bir saat mesafesinde Bileciğe gönderilip çadırlarda feci halde konaklandığını ve benden ölmemeleri için ekmek gönderme çağrısı yaptıklarını bildirdiler. Bu haberi aldığım zaman hemen  Sayın Vali ve öbür yetkilileri aradım ve bunun üzerine hemen ekmeğin hazırlanıp gönderilmesi için emirler verildiğini tespit etmeme rağmen bunun gerçekleştirildiğini bilmiyorum. Bu sebepten Sayın Validen kendim şahsen zavallı Hristiyanların konaklanma yerine gitmek için izin istedim ve  Sayın Vali serbest olduğumu söyledi.

Evvelden yazdığım gibi,  geçenlerde açlık  ve cefalar yüzünden  feci ve korkunç durumda makamıma gelen 25 erkek, kadın ve çocuklardan ağlayarak inanılmayacak geçirdiklerini anlatılar. Sürgün Vayion (Paskalyadan evvelki Pazar) günü başlayıp bütün Büyük Hafta boyunca devam etti ve Aziz ve Büyük Cuma günü genel bir şekilde yayıldı. Sürgüne yollanalar 50-55 kişilik gruplar şeklinde hiç bir şey almaları yasaklanarak yalnız elbiseleri ile yollara döküldüler... şimdiye kadar 180 ölü sayıyorlar...

Bursa Metropoliti Dorotheos’ un Muhtırası
1 Mayıs 1917

Buraya peyderpey varan muhacir Ayvalıklı kardeşlerimiz için geçen ayın 24’sinde yazdığım muhtıranın devamında, Büyük Kiliseye geçenlerde şahsen Bursa ovasında Platanya mevkilisinde buradan bir saat mesafede çadırlarda konaklanan muhacirlere yapıtlığım ziyaret için bildirmek istiyorum.
Feci durumlarını anlatmaya teşebbüs etmeyip yalnız bu zavallı varlıkların görüntülerinin merhamet dileyen karmakarışık büyük ve küçük yürüyen iskeletlerin olduğunu yazmak istiyorum.
Bu 2500 zavallı mahlukların beni hıçkırıklar ve ağlaşmalar ile teselli bulmak için boş umutlar içinde nasıl karşıladıklarını anlatmam mümkün değildir.
42 gün boyunca yayan yürüyen bu grup Yeni-Şehir'e ve varmak için bir çok gün daha yayan yürümeye mahkûmdur. Bu zavallılara 2 bin kuruş dağıtım ama bu yardım okyanusa bir damla atmak gibidir.  Bana bu bulundukları mevkiinde kalmalarına ve eğer bu mümkün değilse, bitkin ve çok yorgun olduklarından yürümek kuvvetleri olmadığından  burada biraz kalmaları için yalvardılar. Maalesef Vali bir kaç gün için İstanbul'da olduğundan onun temsilcisi Defterdardan yalnız bir kaç gün erteleme alabildik. Yolda çektikleri çileler inanılmaz olup 180 kişi yollarda ölüp hendeklere atıldılar ve bazıları yollarda yarı ölü bırakıldı, doğum veren kadınlar ısız yollarda bebeklerini bırakıp sürülen konvoyları korkunç jandarmalardan acımasızca dayak yememek için zorla takip etmeye çalışıyorlardı. Şahsım ırkımıza karşı yapılan bu gibi dehşet dolu sürgünleri görmek talihsizliğini geçmişte yaşamamıştım, ama bu duygusuz cellatların bu derecede sert  davranışı ve tulumunu hiç bir zaman görmedim. Sürülenlere yaşam yakından geçtikleri yaşam yerlerine girip kendi paraları ile yiyecek almaları bile yasaklanmaktadır. Bu durum yetkili makamlara söylendiğinde aldığımız cevap “bunu başakları düşünsünler” idi. Tarafımızdan sürülenlere kişi başına 100 gram ekmek yollanması için çaba sarf edildi ama bu ekmekler küf ve unun kötü durumundan yenilmez durumdaydı. Evvelde sözü geçen ovada konaklayan grup 500-600 ailelerden oluşmaktadır. Ama her gün yeni guruplar varmakta ve söylediklerine göre takiben gelenler daha çok olup 10-12 kişiye varmaktadır. Geçenlerde yazdığım gibi bunlar kafilelerle nakil olmakta son gurup vatanlarını Paskalyadan bir hafta sonra son kafile terk etmiştir. Ulubat yöresinde buradan iki saat uzaklığında bulunan Tahtalı ve Yıalaıcak köylerinde kalıcı olarak 150-200 aile çok yoksul durumda iskan etmişlerdir. Bunlar her gün buraya sadaka almak ve ekmek almak için yayan gelmektedirler. Metropolitliğiz  elinden geldiğini yapmakta olup, ama bu derecede yaygın sefalet için imkanlarımız yetmemektedir.   Bu arz ettiğim sebeplerden, evvelki muhtıramda söylediğim gibi, kardeşlerimizin karşı bulundukları facia ve sefaletleri Büyük Kiliseden yardım dileyip olanları bildirmek vazifesini yapıyoruz. Sürülünler her gün ölmektedirler.
Sözümü  söyledim ve konuştum ve arzınızda saygılarımla duruyorum.


Yunanistan Dış İşleri Bakanlığına varış tarihi 17/2/1917                                                                                                                                                       
Gönderiliş tarihi 2/2/1917

Protokol Numarası . 1737
Istanbul Yunanistan Elçiliği

Posta ile gönderilmiştir

Haldias Metropoliti Giresun Rum halkının trajik durumu hakkında şunları yazmaktadır. Trabzon'un Ruslar tarafından işgali sonrasında Giresun sancağına on binlerce Türk muhacirleri gelip Rum köylerini yağma edip  arkalarında  kolera ve tifo bırakarak gittiler.  Trabzon valisinin eylemi sonrasında Giresun Rumlarına kovalanması başlayıp bilhassa zengin Rumların tevkif edilmesi ve sürgüne gönderilmesi başlamıştır. Çok sayıda Alman subaylarının kont Sholeburg komutası altına varması  ile şehirlerde sürgünlere biraz ara vermekle beraber köylerde Hristiyanlara saldırıların artmasına sebep olmuştur. Genel Kurmay tarafından Rumların Karadeniz sahillerden uzaklaştırılma kararı alındığı zaman bu Trabzon valisi ve onun yardımcıları tarafından en kötü şekilde uygulandı. Adı geçen Alman kont Metropolite Alman Elçisinin telgrafını açıklayarak sürgüne gönderilenlerin kalacak yerlerini kendilerinin seçebilecekleri, ne istediklerini beraber alabileceklerini ve mal mülklerinin dokunulmayacağını bildirdi. Bu telgrafa ve üçüncü ordu komutanının teminatlarına rağmen  tehcir en feci şekilde 24 saat içinde sürülenlere   hiçbir yardım verilmeyerek, hiç bir  yiyecek, elbise  ve taşıyıcı  hayvanlarını almayarak,  şiddetli  yağmur  altına yapıldı.  Sürülenler çok güçlü jandarma denetimi altında korkunç soğuk hava şartları altında geçeleri açık sahalarda geçirdiler. Hiç bir mekanda Metropolit ile irtibat kurulmasına izin verilmedi. Sürülen Rumların yerlerinden ayrılmasından sonra evleri ve servetleri  Türk memurlar ve halk  tarafından yağma edildi. Boşaltılan köylerin sayısı 38 olup toplam nüfus 28 bindir. Bu nüfusun yaşayabilmesi ayda 600 lira masraf gerekmektedir. Giresun Rum cemaati elinden gelenleri yapmasına rağmen dıştan yardım gerekmektedir.
 İstanbul'da Yunanistan Kraliyet Elçiliği fon eksiliğinden yardım gönderme imkanından yoksundur. Her ne halde verilecek yardım gereken masraf seviyesinden yetersizdir.  Eğer Kraliyet Yunanistan hükümeti önemli miktarda yardım gönderemiyorsa belki Amerika'daki Yunanlılara yardım çağrısı yapılıp Trakya’da, Küçük Asya’da ve Karadeniz’de badireler ve sefalet içinde bulunan binlerce soydaşlarını  yardımsız  bırakmazlar. Aynı zamanda İzmir Genel Konsolosluğu çevresindeki muhacirler için para yardımı istemektedir ve Kraliyet Dışişleri Bakanlığına telgraf göndererek yardım istediğini bildirmemi dilemektedir.  Samsun yardımcı Konsolosu mektupla irtibatın yasaklanması sebebinden buraya gelip durumu anlatacaktır. Olayları Alman, Avusturya ve Amerikan Elçilerine bildirdim.
Kalergis




 ----------------------------------------------------------------------------------


YUNANİSTAN KRALİYET ELÇİLİĞİ                                                   İstanbul  21/4/1917

Protokol Numarası : 548

Sayın Bakan,

 Giresun civarında Rum nüfusun sürülmesi olaylarını evvelki 119 sayılı ve 24 Ocak telgrafımla bildirmiştim aynı konuda 3 Şubat yazımla aynı konu hakkında Kraliyet Dış İşleri Bakanlığına bilgiler göndermiştim.  Şu anda size bu yerin Rum nüfusun akıbeti hakkında altı rapor yolluyorum. Aralık 1916' dan Şubat 1917 sonu ayları arası seksen sekiz Rum köyü boşaltılıp yakılmıştır (çoğu tamamen bazıları kısmen). Otuz  bin soydaşlarımız bunların büyük kısmı kadın, çocuk ve yaşlı olup yanlarına beraber hiç bir şey almadan, kar kış zamanında  Ankara vilayetinin köylerine sert soğuk hava şartları, hastalıkların yaygın durumu altında ve ilaçlardan mahzur durumunda sürülmüşlerdir.  Bu halkın  ¼  ölmüştür (çoğunluğu çocuk). Bütün yaşam vasıtalarından yoksun olduğundan dolayı kalan  3/4 halk da mezara doğru yol alacaktır..
  Bu sürgünlerin vesilesi Amasya Metropolitinin doğruladığı bilgilere göre  sayısı 300 geçmeyen asker kaçağıdır. Tabii ki Türk Hükümetinin görevi bu asker kaçaklarını kovalayıp ve  şiddetle cezalandırmasıdır.  Ama binlerce mahvolan  Rum köylülerin ve yakılan köylerinin günahı nedir?  Devletin güvenliği bir bahane olup, her zamanki bilinen bahane, bunun arkasında yine çok zamandan beri kararlaştırılan Rum unsurunun imha edilme planı  olup ve bu yapılanlar   Ermenilere yapılanların aynısıdır .

İmza
Kalergis


Bir yabancı çalışmada Ege ve Trakya operasyonları sonucunda oluşan tabloyu sunar: “Teşkilat-ı Mahsusa’nın içlerinden birçoğunu ülke dışına sürgün eden bir terör saldırısına da maruz kalan Rum ve Ermeni giri­şimcileri idi. Sırf batı kıyı bölgesinden, 130.000 Rum Yuna­nistan’a göçtü. Bunların şirketleri yeni Müslüman girişimci­lere verildi.”[6]  Araştırmacı burada 130.000 sayısını vermektedir. Ancak hiçbir acının istatistiklere konu olamayacağını aklımızdan çıkarmamamız gerekir...



[1] Taner Akçam, İnsan Hakları…s 192-194
[2] Taner Akçam, İnsan Hakları…s 194
[3] Nurdoğan Taçalan Ege’de kurtuluş hareketi Başlarken bilgi Y. 2007 s 7- 84

[4] 1914 yılında Ayvalık’ın ekonomik, toplumsal ve kültü­rel durumu şöyleydi: Kasabada 22 zeytinyağı fabrikası, 1 pirina fabrikası, 15 büyük sabunhane, 6 un değirmeni, çoğu buharla çalışan 80 debbağhane vardı. Bunlardan başka Ayvalık’ta 6 eczane, 20 doktor, 10 avukat bulunuyordu. 30 bini aşkın nüfus, 5.500 binada yaşamaktaydı. Sayısı 500’e varan ticarethanesiyle Ayvalık; işlek, hareketli bir beldeydi. Nüfusun tamamına ya­kını Rum olduğu gibi, fabrikalar ve öteki işyerleri de onlara aitti. Yunan harfleriyle kitap, dergi ve gazete basan iki matbaa faaliyetteydi. Bu matbaalarda Kirikıs adlı günlük bir gazete ile Eolikos Astir adlı on beş günlük bir dergi yayımlanıyordu.

[5]  Yorgo Sakkaris KİDONİE'nin TARİHİ. Yayınlayan Faydalı Kitapları Yayınlama Cemiyeti (Atina) 1920.  Liman von Sandres'in söyleyişi sayfa 210'da
[6] Erik Jan Zürcher, Modern Türkiye’nin Tarihi, Çev. Y.S. Gönen, letişim, 2006. s 184

Hiç yorum yok: