6 Ekim 2014 Pazartesi

TİHC (Türkiye İmam Hatip Cumhuriyeti)...



Fikret Başkaya

“Dil sorununun şu ya da bu biçimde başgösterdiği her durumda, bu bir dizi başka sorunun kendini dayattığını gösterir: yönetici sınıfın biçimlenip genişlemesi, yönetici gruplarla ulusal halk kitlesi arasında daha yakın ilişkiler kurma gereksinimi, yani kültürel hegemonyanın yeniden örgütlenmesi…”
                                                                                                                             Antonio Gramsci

Her ne kadar kısa bir yazıda, TC’nin (Türkiye Cumhuriyeti)  neden ve nasıl TİHC’ ye  (Türkiye İmam Hatip Cumhuriyeti) dönüştüğünü anlatmak zor olsa da, bu bir deneme girişiminde bulunmamıza, bir başlangıç yapmamıza engel değil.

Osmanlı İmparatorluğu’nun  son yüzyılında, özellikle de 1830’lu yıllardan başlayarak, çekingen, ikircikli ve güdük de olsa bir sekülerleşme süreci yol alıyordu. Cumhuriyet’e geçişle bu süreç hızlandı. Özellikle eğitim ve hukuk alanlarında olmak üzere, önemli gelişmeler sağlandı. Velhasıl TC, laiklik tercihi yaptığını ilân etmişti. Fakat tevatür edildiğinin aksine, retorik realiteyle pek örtüşmüyordu. Hilafetin ve onun temel aracı olan “Meşihat Makamı” ve Şeyhülislamlık tasfiye edildi ama onların  yerini Diyanet İşleri Başkanlığı aldı. Başka türlü söylersek, din, devletin göbeğinde yer almaya devam etti.

Oysa, gerçek anlamda laiklikten söz edebilmek, üç koşulun varlığıyla mümkündü: 1. Devlet tüm dinler, mezhepler, inançlar, kültürler ve etnik unsurlar karşısında nötr ve eşit mesafede durmalıydı – Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum devletin merkezini işgal ederken, bu koşul gerçekleşmezdi- ; 2. Emekçi halk kitleleri lehine dönüşümler gerekiyordu, politik-ideolojik planda yapılan reformlara, sosyal reformların eşlik etmesi, insanların yaşamında bir iyileşme yaratılması gerekiyordu. Topraksız az topraklı köylüleri topraklandırmak, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önünü açmak gibi; ve 3. Geleneksel ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma gerekiyordu. Başka türlü söylersek, dinde bir reformasyon yapılması gerekiyordu. Son tahlilde din de bir ideolojidir ve bu niteliğinden ötürü de yoruma tabidir. Zamanın ihtiyaçlarıyla uyumlu, toplumun önünü açıcı yeni bir din (İslam) yorumu gerekiyordu. Öyle bir şeyin o zamana kadar yapılmamış olması, onun imkânsız olduğu anlamına gelmezdi... Aksi halde yalpalamalar ve geri dönüşler kaçınılmazdı.

Cumhuriyet rejimi ilk yıllarında ikircikli bir yol izledi ve seçici davranma yolunu seçti. Hilafetin ve Saltanatın tasfiyesiyle ayrıcalıklı statülerini, pozisyonlarını ve prestijlerini kaybeden unsurların muhtemel etkinliğini kırmak amacıyla, yer yer dini baskı altına alınırken, rejim yanlısı din uleması da ödüllendiriyordu. Nitekim, Mustafa Kemal tarafından mebus (milletvekili) tayın edilen şeyhler vardı... 1945-50’den sonra dine yaklaşım değişti. 1948 yılında ilkokulların 4 ve 5’inci sınıflarına isteğe bağlı din bilgisi dersi ve aynı yıl İmam Hatip Yetiştirme Kurslarıyla başlayan süreci, ilahiyat fakültelerinin açılışı izledi. 1949 yılında da 10 ilde 10 ay süreli  İmam Hatip Kursları açıldı. 1950’de tüm vaizler maaşa bağlandı. Ayı yıl Arapça ezan okuma yasağı kaldırıldı (aslında ezanın nasıl okunacağına devletin değil, ilgililerin karar vermesi gerekirdi, dolayısıyla ezana karışmak yanlıştı), devlet radyolarında Kur’an-ı Kerim yayınları başlatıldı. İlkokul öğretmenlerine Din derslerini verme mecburiyeti getirildi... Ve 1951’de 4 ilde 7 İmam Hatip Okulu açıldı. 1953’de Ankara Radyosunda “Din ve Ahlâk Saati” başlatıldı. 1954 yılında 4 yıl olarak tasarlanan İmam Hatip Okulları’na 3 yıllık lise kısımları da eklenerek, öğretim yılı 7’ye çıkarıldı... 1959 yılında Yüksek İslam Enstitüsü kuruldu. 1961’de de Din Eğitimi Müdürlüğü kuruldu... 1976 da bir “yenilik” daha yapılarak kız öğrenciler de İmam Hatip Okullarına alınmaya başlandı...

1970 yılından itibaren, din temelli siyasi partilerin faaliyetine izin verildi. 12 Eylül askeri darbesiyle de Türk-İslam Sentezi, devletin başat ideolojisi haline getirildi. Zorunlu din dersi dayatıldı. O zamandan sonra rejimi [devlet aygıtını] ve toplumu dinîleştirmek üzere sinsi ve açık bir rota izlendi. Türkiye Cumhuriyeti  islâmi rejim hüviyeti kazanma yolunda hızlı bir tempoyla yol almaya devam etti. Artık İhvan’ın [ Müslüman Kardeşler] Türkiye versiyonu gerçekleşme yolundaydı...

28 Şubat “post-modern” darbesi sonrasında 8 yıllık temel eğitime geçişle, İmam Hatip Okullarının ve öğrenci sayıları azalsa da, bu geçici bir durumdu. 2002 yılında AKP’nin iktidara gelişiyle süreç hız kesmeden devam etti. 2013-14 eğitim yılında İmam Hatip Ortaokulu ve liselerindeki öğrenci sayısı yaklaşık 700 bini, okul sayısı da 2 bin 300’’aşmıştı...

İmam Hatip Okulları, sadece İmam ve Hatip yetiştirme amacıyla açılmadı!

Eğer amaç gerçekten İmam-Hatip ihtiyacını karşılamak olsaydı, o zaman ihtiyaca cevap verecek kadar okul açılır ve öğrenci alınırdı ama asla kızlar bu okullara alınmazdı. Söz konusu olan bir meslek okuluysa ve kızların İmam-Hatip olmaları da dinen mümkün olmadığına göre... (Aslında kızların bu okullara alınması, toplumu dinîleştirmenin etkin bir aracı olarak görülüyordu).  O halde bu abartılı yaklaşımın asıl nedeni ne  idi? Asıl amaç, özellikle 1950’li yılların sonralarından itibaren toplumun sola meyletmesini engellemek, eşitlikçi, özgürlükçü bilincin yeşerip-filizlenmesini, toplumsal uyanışı engellemek, civcivi yumurtadayken ezmekti. İmam Hatip Okullarının açılması ve sayılarının hızla artmasıyla, devlet destekli “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurulmasının aynı zamana rastlaması bir tesadüf değildi... Böylece Türkiye’nin gerici mülk sahibi sınıfları kendilerini güvenceye almak istiyorlardı. Amaç genç nesillerin bilincini köreltmek, onları eleştirel düşünceden uzaklaştırmak, itaatkâr, soru sorma, şüphe etme, gerçeğin peşine düşme yeteneği olmayan, egemen sınıfların ihtiyacına cevap veren bir nesil yetiştirmekti...  Elbette o zaman “asıl amaç” bu günkü netlikle ifade edilmiyordu. Açıkça “dindar bir nesil yetiştiriyoruz” demiyorlardı...

Fakat dinin solun ve demokratik yükselişin önünü kesmek üzere ‘araçlaştırılmasını’ isteyen sadece Türkiye’nin mülk sahipleri sınıfları değildi. Dönemin yeni hegemonik gücü olan ABD’nin de, sola yönelişin engellenmesi için, dinin araçlaştırılmasında çıkarı vardı. Zira, Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü “soğuk savaşın” bir de “sıcak ayağı” vardı: Üçüncü Dünya’da kabaran ulusal bağımsızlık mücadelelerini, özerkleşme iradesini ve kalkınma çabalarını engellemek, dolayısıyla emperyalizmden kopuş girişimlerinin önünü kesmek... Bunun için de tüm Müslüman ülkelerde dinin emperyalist çıkarlar için araçlaştırılmasını ve kullanılmasını sağlamak! İçerde bu amaca uygun hareket eden bir kesim de, dini [İslam’ı] bir kâr, kazanç, rant  ve servet edinme aracı olarak gören ve o amaçla kullanmak isteyen, İslamcı ve/veya “Siyasal İslamcı” denilen unsurlar, tarikatlar, cemaatlerdi... Bunların ortak amacı seküler-laik-özgürlükçü-eşitlikçi-demokratik yükselişi etkisizleştirmekti... Bu vesileyle , “Siyasal İslam” denilenin aslında bir ABD-Suudi ortak yapımı olduğunu da unutmamak gerekir

Laiklik pratiğinin sakatlığından kaynaklanan bir dizi uygulama da, oportünist dincilerin ve dini kullanarak siyasi iktidarı ele geçirmek isteyen unsurların işini kolaylaştırdı...Yetişkin bir üniversite öğrencisinin başını örtmesini yasaklamak gibi... Fakat “Türban kozu”, toplumu kutuplaştırmanın bir aracı haline getirilmişti. Böylece Türban tartışmaları hem ülke gündemini meşgul etmenin, asıl sorunların tartışılmasını engellemenin etkin bir aracıydı ve hem de oportünist dincilere iktidar mücadelesinde önemli bir avantaj sağlıyordu (1). Aslında türban bu kesimler için çok zengin bir maden cevheri keşfetmek demekti... O kadar ki, 9-10 yaşındaki kız çocuklarına  türbanı dayatırken, bunu hâlâ özgürlük adına savunabiliyor olmaları ibret vericidir. Aslında bu çocuklar için değil anne ve babalar için bir “özgürlüktür”... Ve kadını bir cinsel obje olarak görmek, ayrımcılığı ilkokul çağından başlatmaktır. Üstelik başını açıp-kapatmanın da özgürlükle uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur... Sadece bireysel bir tercihtir son tahlilde... Fakat hızları bir türlü kesilmiyor. Nitekim opera ve bale sanatçılarının kolsuz penye, şort ve tayt giymelerini yasaklamaları, daha nereye kadar gidebileceklerinin de  bir göstergesi sayılmalıdır. Oysa türban takmayı bir “özgürlük kategorisi” olarak sunmaya çalışanların bu dünyada ve hiç bir zaman, özgürlük, sosyal eşitlik, kadın hakları, demokrasi diye bir sorunları olmadı ve zaten olması da mümkün değildi. Zira varlıklarını ancak bunların yokluğuna borçlu olduklarını çok iyi biliyorlar... Türkiye’de kadınların yegane sorunu türban mıydı? Kadınların maruz kaldıkları onca ayrımcılığı, haksızlığı ve eşitsizliği, aşağılanmayı hiç sorun ettiklerini duydunuz mu?  Oysa, asıl amacın kadınları özgürleştirmek olmadığı, eve hapsetmek, köleleştirmek olduğu ilgili herkesin malûmudur... Amaç kadınların sosyalleşmesini, sosyal yaşama aktif ve etkili katılımını, görünürlüklerini engellemektir. Akılları-fikirleri cins ayrımını kaşımak ve dayatmak, toplumu kutuplaştırarak iktidar olup, ranta el koymak... Malûm, iktidar olmanın öteki adı bütçeyi ve hazineyi yağmalamaktır. 12 yıllık AKP iktidarına bak anlarsın denecektir...

İmam Hatip Okulları’ya ilgili “resmi söylem”, asıl niyeti gizliyordu. İşte “İmam Hatip, ihtiyacını karşılamak”, “Aydın din adamı yetiştirmek!”, vb... Süleyman Demirel 1960’lı yıllarda başbakan iken, hızını alamayıp, bu okulların “taassuba karşı açılmış aydınlık pencereler” olduğunu söylemişti...  Eğer öyleyse tüm okulların İmam Hatibe dönüştürülmesi iyi bir fikir olmaz mıydı?.. Nitekim bu gün bu yönde çabaların yoğunlaştığını söylemek mümkün... Cumhurbaşkanının oğlu Bilal Erdoğan ve ekibinin Türkiye’yi “aydınlık pencerelere açma” konusundaki gayretleri biliniyor...

Aslında İmam Hatip Okulları aracılığıyla “bilinç dünyasının” biçimlendirilmesi, Türkiye’deki mülk sahibi tüm kesimlerin ve yönetici politik sınıfın bilinçli bir tercihiydi... Nitekim, 1960- 1966 yılları arasında Genel Kurmay Başkanı, 1966- 1973 yılları arasında da Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay: “Bu günkü okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullardan mezun olan gençlere Devlet idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi iş başına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam Hatip Okullarını bir “alternatif” olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda yetiştireceğiz”, demişti... Netice itibariyle yetiştirdiler ve yerleştirdiler... Devlet aygıtına öylesine yerleştirildiler ki, şimdilerde “yerleşikler” arasında şiddetli bir iktidar ve rant savaşı devam ediyor... Birlikte “yerleşenlerin” bir bölüğü diğerini tasfiye etmeye çalışıyor. Bu iktidar mantığının bir gereğidir... Cumhurbaşkanı olan bir zâtın, bu ülkenin gençlerini düşman olarak görüyor olması acaba hiç sorun edilmiş midir?

Tümgeneral Mahmut Boğuşlu’ da Amerikancı cunta yıllarında (1981) etkin bir mevkide iken, şöyle diyordu: “ Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten; hakimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından, yeni tür bir din adamı yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan İmam Hatip Okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik, vs. hüviyetler kazandırılmalıdır”... Aslında artık generalin arzusunun gerçekleştiğini, reel olarak tüm okulların  adı konmamış birer İmam Hatip Okulu’na dönüşmekte olduğunu söylemek bir abartma sayılmaz... Eğer bu rotada ve bu hızla ilerlenirse, yakın bir gelecekte Cami ve mescitlerle okullar arasındaki ilişki bütünüyle değişecek ve okullar camilerin birer mütemmim cüzü haline gelecek...

Din, inanç, bireyin özelini, kişisel alanı angaje eden bir şeydir ve öyle kalması gerekir. Dinin başka amaçlar için araçlaştırılması kabul edilebilir değildir. Din kamu alanına “karıştığında”, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır. İşte bu nedenle laiklik ilkesi son derecede önemli ve vazgeçilmezdir. Laikliğin olmadığı yerde  özgürlükler güvence altında olmadığı gibi, demokrasi de mümkün değildir. Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir...

Demokrasi diye diye: Faşizme koşar adım...

AKP, 2010 anayasa referandumundan sonra artık gerçek niyetini gizlemeyi bir yana bıraktı ve rejimi hızla bir parti-devlet rejimine dönüştürdü. Zaten etkisiz olan parlamento bütünüyle by-pas edildi ve TBMM bir tür parti-devletin yasa fabrikası haline getirildi... Parti-devlet rejimi geçerliyken, kuvvetler ayrılığının da artık esâmesi okunmaz. Özgürlükler de parti-devletin ağzıyla konuşanların  özgürlüğüne indirgenir. Basın özgürlüğü “birlik ve beraberliğin” ve “istikrarın” düşmanı olarak görülür. Yargı, parti yargısına dönüşür. 17-25 Aralık rezaleti sonrasında yargının ne menem bir şey olduğu âyan-beyan ortaya çıktı... Artık tek adam, tek parti rejimi çoktan yerleşmiş bulunuyor. Gerçek durum böyleyken, parti-devletin adamları ve akademinin bazı çok ünvanlı üyeleri, her ağızlarını açtıklarında “demokrasiden” söz ediyorlar ama “her söz her ağıza yakışmaz” denmiştir. Türkiye’nin içine sürüklendiği durum artık, “sivil vesayet”, “otoriterleşme” gibi kavramlarla ifade edilebilir cinsten değil. Hızla faşizme doğru yol alınıyor. Gerici, halk düşmanı neoliberal politikalarda böylesine bir inatçı ısrar söz konusuyken, faşizme yelken açmak kaçınılmaz ama bu gidişatın karşısına dikilmek ve oyunu bozmak da gayet mümkün... Bunun için de gerçekten sorumlu yurttaşlar gibi davranmak ve haysiyetli bir tavrın gereğini yapmak yeterli... Eğer birileri böyle yapıyorsa, siz de neden başta türlü yapmayasınız? Böyle kritik bir durum söz konusuyken, iki türlü tavır mümkün: Şeyleri, olup-bitenleri uzaktan seyretmek, “istikrarlı” birer sayın seyirci olmaya devam etmek; veya bu kepazeliğe müdahale etmek üzere ayağa kalkmak... Velhasıl bir üçüncü yol yok!


(1). Bkz: Fikret Başkaya “Başörtüsü üzerinden yürüyen iktidar mücadelesi veya Siyasal İslam’ı  anlamak! ”, www.ozguruniversite.org



Hiç yorum yok: