1 Temmuz 2013 Pazartesi

Polis devleti...



Fikret Başkaya

12  Eylül 1980’de Amerikancı Askeri cunta’nın iktidarı ele geçirmesinden yaklaşık üç yıl sonra yeniden seçimler yapıldı ve “sivil” bir hükümet kurulduğu söylendi. O günden beri bıktırırcasına bir “demokrasi”, “demokratikleşme” söylemidir devam ediyor. Ağzını açan Türkiye’nin demokratikleşme yolunda ne büyük hamleler yaptığını ballandıra ballandıra anlatıyor... Tabii bu sadece yerli egemenlerin ve “her konunun uzmanı” olan ideolojik uşaklarının,”  söylemi değil, demokrasinin timsali sayılan emperyalist Batı’nın da söylemi... Acaba bu zevat hayatlarında bir kerecik olsun demokrasinin ne olduğu, ne olmadığı konusunda düşünmüş müdür? Öyle bir şey yapabilirler mi? 12 Eylül darbesiyle iki şey yapıldı: 1. Türkiye’de devlet terörü rejimi kurumsallaştırıldı ve 2. rejim “yeniden kompradorlaştırıldı”. Tabii devlet terörü rejimi kompradorlaşmayı dayatmanın hizmetinde olmak kaydıyla... Komprador rejim demek, oradaki rejimin dışarının ihtiyaçları doğrultusunda dizayn edilmesi demektir. Başka türlü söylersek, rotayı esas itibariyle dış odakların, dışarıdan belirlenmesi demektir. Tabii rotanın dışarıdan belirlenmesi esas olsa da, bu işin kotarılması içeri- dekilerin dahli olmadan mümkün değildir. Tercih aynı zamanda varlığını ve bekâsını emperyalizme borçlu olan Türkiye’nin mülk sahibi komprador hakim sınıfının da öncelikli tercihiydi. Durum böyle olunca, istediğiniz kadar ve sabahtan akşama demokrasiden söz edilsin, bir kıymet-i harbiyesi olmazdı... Zira, ondan sonraki tüm gelişmeler 12 Eylülle oluşturulan komprador devlet terörü rejiminin rotasında yol almak zorundaydı. Bu rotada ilerlemenin koşulu da her türlü muhtemel demokratikleşme girişimini engellemek, etkisizleştirmek olabilirdi. Gerisi laf-ı güzaftı... Aradan 33 yıl geçti ve hâla 12 Eylül rejimi her şeyiyle yerli yerinde duruyor ve kaldığı yerden yoluna devam ediyor. Elbette değişen şeyler var ama; değişimi önlemek için. Nerdeyse, “hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştiriyorlar” veya değiştiriyormuş gibi yapıyorlar. Mesela kanunların adını veya numarasını değiştiriyorlar, yeni kurumlar oluşturuyorlar, yeni söylemler geliştiriyorlar ve bütün bunları hiç bir şeyi değiştirmemek için yapıyorlar... Tabii egemen oligarşinin manipülasyon amacıyla yaptıkları, bir de “demokratikleşme” olarak sunuluyor... Yeni her şey, her söylem, her kurum ve mekanizma eskiyi yeniymiş gibi sunmanın hizmetinde... Velhasıl söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk var.

O halde AKP’nin demokratikleşme söylemi neden müşteri buldu?

Türkiye’de “çok partili sisteme” geçildiği 1946’dan beri Türk demokrasisinden söz ediliyor. Neden? Siyasi partiler var, seçimler yapılıyor diye. İyi de, seçim=demokrasi diye bir kesinlik mi var?  Eğer bir başına seçim, demokrasinin garantisi olsaydı bu dünya’da işler ne kadar kolay olurdu. Türkiye’de siyasi partiler olsun, seçimler olsun, bunların asıl varlık nedeni, demokrasinin, demokratikleşmenin önünü kesmektir. Dolayısıyla demokrasiyi gerçekleştirmenin araçları değil... Aslında seçimler boğucu bir yasaklar okyanusunda gerçekleşiyor... Her şey yasak, bir tek oy kullanmak serbest ve kullanılan oyun da hiç bir değeri ve karşılığı yok. Bir seferinde oyunu kullanıp seçim sandığından dönerken karşılaştığım bir tanıdığım, gerinerek, “vatandaşlık hakkımı kullandım hocam” demişti... Belli ki, kullandığı oyun bir karşılığı olduğuna inanıyordu... Ona bu partilerin de, bu tür seçimlerde kullanılan oy’un da “vatandaşlığın gerçekleşmesiyle” bir ilgisinin olmadığını, oligarşi cephesinin bir oyunu olduğunu anlatmaya çalışmıştım... Aslında daha önce de yazdığım gibi, seçimlerde oy kullanmak vatandaşlığın gerçekleşmesi değil, tüm vatandaşlık haklarından vazgeçtiğini beyan etmek demek. Dolayısıyla olmayan şeyi varmış gibi görme ve gösterme aymazlığından artık kurtulmak gerekiyor.

Bizzat AKP, demokrasi yokluğunun bir sonucudur. Burası asgari demokrasinin geçerli olduğu bir yer olsaydı, ne AKP diye bir parti olurdu ne de iktidar olurdu. AKP 12 Eylül devlet terörü rejiminin serasında yetişti, yetiştirildi ve piyasaya sürüldü. Arkasında  bu toplumun varını yoğunu sömüren, yağmalayan, talan eden yerli “iş dünyası” ve emperyalizm var. 1923-1950 aralığında CHP, 1950-1960 arasında DP, 1960’lı 1970’li yıllarda AP, 1983 sonrasında ANAP ve 2000’li yıllarda AKP, Türkiye’deki mülk sahibi sınıflar koalisyonunun partisi oldular. Tabii “bal tutan parmağını” yalar da denmiştir... AKP kendinden önce iktidar olan partiler gibi 12 Eylül zemininde yol aldı, alıyor. Değişen yegane şey üslûptur. Elbette bir fark da yok değildi. AKP, neoliberal küreselleşme çağında ABD ve bir bütün olarak “kolektif emperyalizmin” ve yerli mülk sahibi komprador sınıfların ihtiyaçlarına cevap veren bir parti. Emperyalizmin soğuk savaş döneminden beri mayalandırdığı “Islâmi” gericiliğin Türkiye’deki versiyonudur. ABD ve vasâlları Türkiye’yi  “ılımlı İslam” modeli yapıp,  Müslüman dünyaya örnek olarak sunmak istiyordu. Diğer düzen partilerinin artık iflas bayrağını çektiği, kitleleri oyalama/aldatma yeteneklerini kaybettiği 2000’li yılların başında, neoliberalizm timsali AKP’nin iktidara taşınması bu bağlam dahilinde anlaşılabilir. Aslında emperyalizmin genel olarak “politik İslam” ve özel olarak da, “ılımlı Islam” projesi, Müslüman toplumları içine sürüklendikleri çıkmaza hapsetmek anlamına geliyordu. Zaten “ılımlı İslam” emperyalist Batı’nın bir uydurmasıydı. Radikaliyle ılımlısı arasında bir fark yok ve olması da mümkün değildir. Kadir Cangızbay bu ikisi arasındaki fark “bir fotoğrafın negatifiyle pozitifi arasındaki fark kadardır” derken gerçek durumu çok iyi ifade ediyor... Ilımlı İslam’ın ve genel bir çerçevede “politik İslamın” alternatif bir toplum projesi yok. Tam bir neoliberal teokrasi. Bırakın demokrasi diye bir derdi olmasını, varlığı demokrasinin inkârına, engellenmesine bağlı... Toplumu olabildiğince gericilik girdabına sokarak, iktidar olmayı, tüm devlet kurumlarını ele geçirip, kendi meşrebine göre dizayn etmeyi amaçlıyor. Ve tabii bunu da nam olsun da kâr olmasın diye, vatan-millet aşkına yapmıyor. Asıl amaç bütçeyi ve hazineyi yağmalamak... Yaptıkları ve yapmak istedikleri ortadayken, bu konuda daha fazla söze ihtiyaç yok. Emperyalist güç odakları bu partiyi onca zamandır neden kesintisiz destekledi? AKP gibi partilerin iktidar olması demek, [ Mısır’daki, Tunus’taki, Müslüman Kardeşler iktidarları gibi] toplumun önünü kapatmak, kendi ayakları üstünde durmasının koşullarını ortadan kaldırmak, geleceğini karartmak demek de ondan.

Gerçek durum dinci gericiliği kurumsallaştırmak, olabildiğince kalıcılaştırmak iken, nasıl oluyor da bir de AKP gibi bir partiyle demokrasi arasında “olumlu yönde bir ilişki” varsayılıyor? Pre-modern eğilimler taşıyan, Osmanlı İmparatorluğunu ihya etme kuruntusuyla yanıp-tutuşan bir siyasi partiyi bir de demokrasi şampiyonu saymak ne menem bir şeydir? [Kaldı ki tarihte geriye dönüş mümkün değildir, hareket halindeki otobüste geriye gidiş ne kadar mümkünse işte o kadar geriye gidilebilir ancak...] Bunu “başardılar”, çünkü bu ülkede yurttaş denilenler henüz yurttaş mertebesine yükselmiş değildi. Siyasetin gerçek öznesi değildi.  Lâkin insanlar şimdilerde 12 Eylül’de saklandıkları kuyudan çıkma iradesini ortaya koyuyorlar. Gezi’yle artık o dönem kapanmakta ve yeni bir dönemin kapıları aralanmakta. Saygıdeğer Rosa Luxemburg, “ hareket etmeyenler zincirlerini fark etmezler” demişti... Şimdilerde bu toprakların insanları da, başka yerlerde olduğu gibi hareket etmeye başlıyorlar ve hareket ettikçe zincirlerini fark ediyorlar... Tabii hareket ettikçe “demokrasi” olarak sunulan sirk oyununun nasıl bağnaz bir polis devleti olduğunu da fark ediyorlar... Demokrasi dedikleri, kitleler sessiz, hareketsiz ve tepkisizken mevcut... Rejimin gerçek yüzünü göstermesi için azıcık hak ve özgürlük talebi yetiyor...

Tabii son dönemde ideolojik hegemonyayı ele geçiren pre-modern gerici İslamcı cephe, AKP’yi sadece demokrasinin timsali olarak sunmuyor, ekonomiyi de hoplattığından şüphe etmeyenler az değil. Ekonomik başarı denilen aslında kimin başarısı? Kimin için ne anlama geliyor? Büyümeyle öğünüyorlar ve bu alanda harikalar yaratıldığı tevatürü yerli-yabancı herkesin ağzında.... Birileri çıkıp ve zahmet edip ne büyüyor, neresi büyüyor, ne pahasına, nasıl büyüyor, büyümenin sonuçları nasıl paylaşılıyor diye soruyor mu? GSYH [ Gayri Safi Yurtiçi Hasıla] artışı her zaman ve her koşulda bir başarı sayılabilir mi? Türkiye’ye değerlenme amacıyla ve tabii değersizleşme riskini bertaraf etmek amacıyla gelen spekülatif sermayeye dayalı bir büyümeyle daha nereye kadar gidilebilir? Kompradorlaşma rotasına kilitlenmiş bir gidişin sonu ne olabilir? Eğer büyüme doğal çevre tahribatı pahasına, yaşamı yok etme pahasına, insanların geleceğini karartma pahasına gerçekleşiyorsa, hâlâ bir başarıdan söz edilebilir mi? Ekonomik büyüme ekolojik tahribatı derinleştiriyorsa, neden bir başarı sayılsın? Birilerinin [ oligarşinin] herkese [ socium] ait olması gerekeni özelleştirme adı altında yağmalaması, talan etmesi neden bir başarı öyküsü olarak sunuluyor? Aslında büyüme söylemi egemen oligarşi cephesi için üç işlev görüyor: 1. Gelir bölüşümü dengesizliğini, dolayısıyla toplumsal eşitsizliği gizliyor; 2. Doğal çevre tahribatını, ekolojik bozulmayı gözden uzaklaştırıyor, böylece ekolojik yıkım “yok sayılıyor”; 3. GSYH artışı, alınan vergileri artırarak dış borçların çevrilmesine imkân veriyor. O halde toplumsal eşitsizliği büyütmeden, dışa bağımlılığı ve kırılganlığı azdırmadan, doğa tahribatını derinleştirmeden yol alamayan bir büyüme neden sorun edilmiyor?

Aralarında liberallerin ve kimi “eski-solcuların” da bulunduğu bir kesim, devlet aygıtı içindeki güç dengelerini değiştirmekle, rejimin demokratikleşmesi arasında doğru yönde bir ilişki olduğunu sanıyor. Askeri kanadın, dolayısıyla askeri vesayetin etkisizleştirilmesini demokrasinin zaferi sayıyorlar... Sanki AKP’nin gerçekten demokratikleşme diye bir derdi varmış gibi... Demokrasi aşkına mı askeri etkisizleştirmek istediler, yoksa ranta daha kolay el koymak için mi? Elbette askeri etkisizleştirme bahsinde emperyalizmin [ABD’nin dahlini de hatırlamak kaydıyla...] AKP askeri 2 adım geri çekip, polisi 3 adım öne çıkarınca rejim demokratikleşmiş mi olacaktı? Oligarşik burjuva egemenliği yerli yerinde kaldıkça, devlet aygıtı içi güç dengelerini değiştirmek, o aygıtı yeni dönemin ihtiyaçlarıyla uyumlandırmak, devleti takviye etmek içindir. Dolayısıyla güçlendirilen demokrasi değil, oligarşinin iktidarıdır. Velhasıl demokratikleşmeyle bir ilişkisi olması gerekmiyor...
Toplumsal eşitsizliğin çığ gibi büyüdüğü, insanların “yüksek büyüme” oranlarıyla aldatıldığı, toplumun ortak kullanımına sunulması gereken ne varsa yağmalandığı, birlikte yaşamanın temelinin hızla aşındırıldığı, kentsel ranta el koymak için her türlü gayri-insani ve gayri ahlâki uygulamanın kural haline geldiği, özelleştirilmedik hiç bir şeyin kalmadığı, dolayısıyla ortak yaşam alanlarının bir bir yok edildiği, ekolojik tahribatın derinleştiği, polis devletinin her türlü asgari insan hakkını ve özgürlüğünü yok ettiği...  koşullarda hâla demokrasiden, demokratikleşmeden söz edilmesi abesle iştigal etmek değil mi?


Hiç yorum yok: