19 Ocak 2014 Pazar

NE MUTLU KÜRDÜM DİYENE…



Yalçın Küçük

İnsan söz konusu olunca, kapitalizm, bir yabancılaşma düzenidir. Kapitalizmde insan yarattıklarına yabancılaşıyor; kapitalizmde insanın yarattıkları insanı eziyor. Meta, emeğin yarattıklarındandır; ancak insan, kapitalizmde, kendi yarattığı metalar tarafından esir düşüyor.

Esaret, belki de kölelikten iyi sayılıyor ve bu nedenle kapitalizm, Orta Çağ’a göre bir ilerleme kabul ediliyor. Kapitalizmi izleyen tekeller düzeninin bir ilerleme olduğundan pek çok kuşku duyuyorum. Tekeller düzenini, Orta Çağ’ın işkence sistemlerinden hareketli duvarlar mekanizması olarak algılıyorum, bu düzende bir duvar, yavaş yavaş, ancak sürekli olarak insanı tepeden aşağıya, sıkıştırıyor.

Eziliyor ve posası çıkarılıyor; insan, sürüye dönüşüyor.

Bu düzeni bir kapıdan insan alan ve diğer kapıdan sürü çıkaran bir fabrika olarak görüyorum.

Fakat yine de insanın tükenmeyeceğine inanıyorum. İnsan tükenmez; evrenin en güçlü ve en çok canlı yaratığının insan olduğundan kuşku duymuyorum. İnsan hep kendisini yeniden yaratıyor ve insanoğlu hep kendisini yeniden sıçratıyor.

Bu serüvendir; tarih ve sınır tanımıyor. Tekeller düzeni insanı her gün gıdım gıdım, “mutterid” ve “mütecaviz” darbelerle eziyor, küçültüyor ve sürüye çeviriyor. İnsan buna karşı, düzensiz, apansız ve hep sıçramalı kalkışmalarla cevap veriyor; düzen sürekli olarak eziyor ve küçültüyor, buna karşılık insanlık ise, birdenbire, beklenmedik bir yerde, zembereğini kırarcasına, cevap veriyor. Her cevapta insan biraz daha yükseliyor ve kaybettiklerini kazanmakla kalmıyor, daha da sıçrıyor.

İnsanın yükselişi sıçramalıdır.

İnsanlık, yükselişini, ancak zemberekleri parçalayarak gerçekleştiriyor.

İnsanlık bir bütündür, bir yerdeki sıçrama, bir coğrafyadaki zemberek parçalama, hemen bütün insanlara mal oluyor.

Bu yüzyılda insanlık, önce 1917 yılında, Rus kimliğiyle, Petersburg’da ya da Moskova’da görünüyor; Lenin ve çocukları, Rusya’da insanlığın üzerine gerilen duvarları parçalıyorlar. İnsanlık sıçrıyor. 1920 yıllarında Anadolu’da bir teğet olup, 1930’lu yıllar İspanya’da patlıyor. 1930 yıllarında insan, İspanya’da iç savaştadır ve dünyanın diğer yörelerinde yaşayanlar insanlıklarını hatırlayarak, İspanya dağlarına koşuyorlar. Kurtarmak istedikleri kendi insanlıklarıdır; insanın patlayışı, 1940 yıllarının başlarında, Fransa’da Fransız giysileriyle Fransız resistansındadır. Kırk yıllarının ikinci yarısında insan, Çin’lidir, bütün insanlık, önde Başkan Mao bir büyük yürüyüştedir. 1950 yıllarının sonlarına doğru insan, Küba Adasında zincirlerini dağıtma savaşı veriyor. Başkan Castro ve Che Guevara, sadece kendi onurları için değil, bütün insanlık için savaşıyorlar. 1960 yıllarında insanlığın sıçrayışı Vietnam renklidir. Yiğit Vietnam halkı insan olmanın ancak yiğit olmakla mümkün olduğunu bütün insanlığa öğretiyor. Eylemli olarak kanıtlıyor. İnsanlık, daha sonraki yıllarda Angola ve Nikaragua’da patlıyor; ne yazık güdük kalıyor.

Bu bölgede Osmanlı düzeninde, Ermeniler, uluslaşma sürecine çok geç giriyorlar. Uzun yıllar “sadık millet” olarak yaşıyorlar. Türkler, Ermenilerden de geç kalıyorlar ve kime sadık olacaklarını pek bilemeden daha çok Ermenilere tepkiyle ulusçuluğu öğrenmeye başlıyorlar. Kürtler daha geç kalıyorlar ve belki de bu gecikmeleriyle, insanlık için bir şans yaratıyorlar.

Şimdi dünyanın umutsuzluğunun kara bulutlarıyla bastırıldığı bu tarih döneminde insanlık Kürdistan’da patlıyor. İnsanın doğuşu Kürdistan dağlarındadır.

İnsan gıdım gıdım, milim milim değil, sıçramalarla yükselen yaratıktır. Ezilmiş Kürt, kimliği yasaklanmış Kürt, dili kesilmiş Kürt, ezikliği kişilik yapmaya zorlanmış Kürt, sürüleştirilmek istenen Kürt, şimdi zemberekleri kırmaya başlıyor. Bu patlama buradan geliyor. Bu çığlıklar, bu ağıtlar, bu bayramlar, bu hüzünler, bu heyecanlar her doğumda ve her yeniden doğumda, rönesans, duyulan seslerdir; sesler insanın doğuşunu haber veriyor. Şimdi insanın doğumunu ve yükselişini mücadele eden Kürt’te görüyorum ve duyuyorum.

Eziklik yükselişe sıçramanın heyecanını görüyorum ve duyuyorum.

Beka Vadisi’ndeydim; hepsi gençti ve gençlerden birisi yaklaştı. Hukuk fakültesini bitirmiş ve öğrenciliğinde konferanslarıma, panellerime dinleyici olarak katılmış olduğunu söyledi. Gerilla üniformasıylaydı, ama yine de ne yaptığını sordum. “Ceza Mahkemesi Başkanıyım” dedi. Çok büyük heyecan duydum. Bir şansla, belki de 20 – 25 yıl sonra ve mutlaka Kürt kimliğini reddetmek koşuluyla baş ceza yargıcı olabilecekti. 23 yaşındaki Ceza Mahkemesi Başkanı’na gıpta ettim.

İstanbul’da Gazeteciler Cemiyeti Lokali’ndeydim. Cemal Süreya’nın ölümüne 2 ay kadar bir zaman kaldığını bilmiyordum. Cemal, aynı lokalde Pazartesi Toplantıları’nı yapıyordu. Yıllardır sık sık görüşmesek de bir yakınlığımız vardı. Cemal, masasından kalktı, yanıma geldi, sarıldı, öptü ve kulağıma “Yalçın, ben de Kürdüm” dedi. Yıllardır Cemal’i bilmeme karşın ben Cemal’in Kürt olduğunu bilmiyordum. Belki Cemal de bilmiyordu.

Cemal Süreya, Kürtlüğü’nü, kökünü duyarak öldü. Mücadele sayesindedir. Cemal Süreya, ölümüne yakın kimliğine kavuştu. Mücadele sayesindedir.

İnsanın yükselişi mücadelededir.

Mücadelede bir yükselişi, bir doğuşu buluyorum. Bunun tüm insanlık için olduğunu düşünüyorum.

İnsanlık bütündür ve nitelikseldir.

Ekim ayı ortalarında Avrupa’daydık. Basel’deki toplantılarımıza Xemgin de katıldı. Güneydenmiş; çok güzel türküler söylüyordu ve kitleler, Xemgin’i alkışlıyordu. Mücadele sanatçı Xemgin’i yaratmış olmasaydı, Xemgin ezik kişiliğiyle kimliksiz bir çoban ya da işçi olarak kalacaktı. Stuttgard’da Zozan bize katıldı. Ünü şimdiden Avrupa’nın göçmenlerini tutmuş görünüyor. Ev kadınıymış; mücadele olmasa, kocasının çoraplarını yamamakla yetinecek ya da sadece çocuk bakıp bulaşık yıkayacaktı. Şimdi bir sanatçı doğuyor. Sanatçı, insanın en üst türlerinden birisidir, mücadele sayesindedir.

Lyon ve Paris’te Ozan Comert bizimle oldu. Paris’te Türkçe ve Kürtçe türkülerin arasında “Conkbayırında Türkler ve Kürtler omuz omuza mücadele ettiler, haydi” diye sesleniyorlardı. Salon alkışlarla doluyor, mücadele sayesindedir.

İnsan mücadele ile doğuyor ve yükseliyor.

Aristotateles, insan politik bir hayvandır, diyor. Fransızlar buna insanın düşünen hayvan olduğunu ekliyorlar. Bu tanımların geride kaldığını düşünüyorum. İnsan, mücadele eden yaratıktır. Mücadele etmeyene sürü deniyor.

Bu topraklarda şimdi, Kürt mücadele ediyor; İnsan doğuyor.

Ne mutlu mücadele edene!

Ne mutlu Kürdüm diyene!

Ne mutlu yükselişin bayrağını tutana; Doğan insana!
------

Kaynak:  (“Emperyalist Türkiye”, sayfa: 150-3, Başak Yayınları, Temmuz 1992, Ankara.).

Hiç yorum yok: