12 Mart 2013 Salı

Emperyalist savaşları anlama klavuzu


Fikret Başkaya

Politika, kan dökülmeden yapılan savaştır. Savaş da, kan dökülerek yapılan politikadır”                                                                                                                                                                          Mao Zedoung

Fransız devlet ve siyaset adamı Georges Clemenceau [1841-1929], “En çok yalan, seçimlerden önce, savaş esnasında ve avdan sonra söylenir” demişti. Öyle görünüyor ki, son dönemin savaşlarında asıl yalan savaş esnasında değil, savaş öncesinde söyleniyor. Savaşlara medyatik yalanlar öncelik ediyor. Elbette yalan sadece medyanın marifeti değil. Yalanlar önce “bilim yuvası” denilen üniversitelerde, prestiji ve ünü büyük “düşünce” kuruluşlarında, think-tank’larda peydahlanıyor ve medya nöbeti devraldığında yalan “gerçek” oluyor... Her zaman olduğu gibi, şimdilerde de “barış” ve “istikrardan” çok söz ediliyorsa da, reel durum retorikten farklı, içinde bulunduğumuz durum tam da George Orwell’in “savaş barıştır” sözünü hatırlatıyor. Velhasıl, bu günün dünyası yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinde duruyor.

Kristof Kolomb’un macerasıyla dünyanın manzarası köklü bir değişime uğradı. Kapitalizmin hakim üretim tarzı haline gelmesiyle dünya, çevre-merkez şeklinde kutuplaştı. Kolonyalizm ve emperyalizm sayesinde dünyanın geri kalanının zenginliğine az sayıda kapitalist/kolonyalist/emperyalist Batılı devletin el koyması mümkün hale geldi. Dolayısıyla emperyalist/kolonyalist Batı’nın [ki, uygar dünya diyorlar] zenginliği ve refahı, dünyanın üç kıtasının [Asya, Afrika, Latin Amerika] sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Birinci emperyalistler arası savaş [1914-1918] arefesinde yeryüzünün %84,4’ü az sayıda kolonyalist/emperyalist ülkenin ya doğrudan kolonisi [sömürgesi], ya da nüfûz bölgesi [yarı-sömürgesi] durumuna indirgenmişti. Söz konusu kapitalist/kolonyalist/emperyalist dünya sisteminden ilk kopuş 1917’de Sovyet devrimiyle gerçekleşti. Emperyalist ülkeler koalisyonu devrimi boğmak üzere harekete geçti ama başaramadılar. Söz konusu yapıda ikinci önemli kopuş denemesi, ikinci emperyalistler arası savaş [1939–1945] sonrasında sömürge halklarının, anti-kolonyalist ulusal kurtuluş mücadelesi sonucu ulus devletlerin ortaya çıkmasıydı. Eğer yeni bağmsızlığa kavuşan ülkeler, gerçek bir kopuşu gerçelekştirip, bağımlılık ve sömürü  zincirini kırmayı başarsalardı [kapitalizmden başka bir şey yapabilselerdi],  bu emperyalist sistemin sonu olurdu. Böylece, yeryüzünün lânetlileri yaklaşık 450 yıldır uzak tutuldukları sofraya dahil olabilirlerdi...

Lâkin bağımsızlıklar ekseri radikal kopuşlar değildi. Gerçek kopuşlar değildi. Bağımsızlık hareketlerine önderlik edenler, kapitalist dünya sistemi dahilinde kalarak, kalkınabilecekleri, sanayileşebilecekleri, dünyanın zenginliğine ortak olabilecekleri yanılsamasıyla malûldüler. Bu durum başta tartışmasız hegemonik güç olan ABD olmak üzere, emperyalist kampın işini kolaylaşırdı. Söz konusu ülkelerin kendi ayakları üzerinde durabilen aktörler olarak ulusararası arenada yer almalarını engellemek üzere ikili bir saldırı, yıpratma, zayıflatma, çökertme stratejisi izlendi. Birincisi: Askeri darbeler, savaşlar, siyasi cinayetler, komplolar, etnik/din/mezhep temelli kışkırtmalar ve çatışmalar, genç devletlerin kendi ayakları üzerinde durmalarını problemli hale getirdi. Bazılarına birden fazla olmak üzere 50 kadar ülkeye müdahale edildi, darbeler peydahlandı, savaş açıldı; İkincisi: IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist finans kurumları vasıtasıyla, söz konusu ülkelere “yapısal uyum” veya “istikrar” proğramlarının  dayatılmasıydı... Aslında söz konusu olan emperyalizme “uyumlanmaktan”, “istikrarsızlaşmaktan” başka bir şey değildi. Ve bu ikili saldırı sonucu söz konusu ülkelerin büyük çoğunluğu komprador rejimlere dönüştüler... Ve 1989-1990’da Sovyet sisteminin de çökmesiyle, emperyalist bloka kaybettiği mevzileri geri alma yolu yeniden açılmış oluyordu... Artık ABD önderliğindeki kollektif emperyalizmin [ ABD, AB, Japonya] eli güçlenmişti. Bu durum, hegemonik güç olan ABD’nin dünyayı militarize etme emellerine uygun bir zemin yaratmıştı.

Sovyet sisteminin çöküşüyle ABD düşmansız kalmıştı. Oysa hegemonik bir güç düşmansız mümkün değildir... Bir bocalama döneminin ardından dünyaya tek başına şekil vermek üzere harekete geçecekti ama önce “uygun bir hareket alanı” oluşturmak, “zemini hazırlamak”  gerekiyordu. Bu amaçla bir dizi ideolojik manipülasyona girişildi. Samuel P. Huntington tarafından “medeniyetler çatışması” tezi ortaya atıldı [Aslında bu tezin asıl mucidi Bernard Lewis’dir]. Oysa medeniyetler çatışması diye bir şey mümkün değildir. Zira, çatışan çıkarlardır, son tahlilde mesele sınıfsaldır...] Onu İslami terör söylemi izledi ama, “islam terörü” denileni peydahlayan da ABD’nin kendisiydi...  Eperyalizmin jeostratejik, jeopolitik, ekonomik çıkarları, reel ve muhtemel rakiplerin engellenmesini, başta Çin olmak üzere “yükselen ülkeler” denilenlerin durdurulmasını gerektiriyordu. Amaç rakiplerin enerji kaynaklara, stratejik madenlere, biyolojik çeşitliliğe ortak olmasını engellemek, değilse zorlaştırmak, bunlar üzerindeki emperyalist tekeli korumaktı. Ve bir sürü uyduruk savaş gerekçeleri üretildi: “Ulus-devlet döneminin artık gerilerde kaldığı, haydut devletlerin [failed states-rogue states] ]  barışı ve istikrarı tehlikeye attığı, işte islâmi terör, kitle imha silahlarına, kimyasal silahlara sahip olma, halkı katletme, jenosit riski, terörü destekleme, demokrasi ve insan hakları zaafı, söz konusu ülkenin bir diktatör tarafından yönetiliyor olması vb...
Rejimi değiştirmek [regime change] üzere savaş açılıyor ama asıl amaç rejimi değiştirmek değil, devleti çökertmek, ülkeyi parçalamaktır. Bu amaçla ve öncelikle 1648 Westfalya Barışı’ndan beri geçerli uluslararası hukuk ilkelerinin aşılması, teamüllerin yok sayılması gerekiyordu. Bilindiği gibi, Avrupa’da 30 yıl savaşlarının ardından imzalanan Westfalya Barış Antlaşmasıyla [1648], devletler arası ilişkileri düzenleyen bir dizi önemli hukuk ilkesi kabül edilmişti: 1. “Ulus devletin mutlak egemenliği [sauveraineté absolue] ve kendi kaderini belirleme hakkı; 2. Büyük-küçük, güçlü-zayıf, fakir-zengin ayrımı yapmadan tüm ulus-devletlerin hukukî eşitliği; 3. Antlaşmalara saygılı olma ve zorlayıcı bir uluslararası hukukun geliştirilmesi; 4. Başka ülkerin içişlerine karışmama ilkesi. Bu konudaki mevzuat, izleyen dönemde, özellikle de İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulmasıyla daha da ‘olgunlaşmıştı...’ 
ABD’nin rejim değiştirme adı altında savaşlar açabilmesi için “başka devletlerin içişlerine karışmama” ilkesinin aşılması, ulusal egemenlik hakkının yok sayılması, geçerli uluslararası hukuk sisteminin by-pass edilmesi, teamüllerin çiğnenmesi gerekiyordu. Ve bu amaçla “insâni müdahale” ve “koruma sorumluluğu” tezleri geliştirildi... Bu, başka bir ülkenin “içişlerine karışma” yolunun açılması demekti... Fransa’da faşizme karşı direnişin ardından, dirennme hakkı uluslarası/devletlerarası mevzuata bir hak olarak dahil edilmişti. Direnme bir hak sayılır olmuştu. ABD bu hakkı da yok sayıp, onun yerine çatışmaları görüşmeler yoluyla çözme, [conflict resolution] “ kuralını” ikâme etti... Bir de tabii terörün uluslararası hukukta bir tanımının yapılmamış olması işi iyice kolaylaştırıyordu... Böylece bir halkın direnme hakkı rahatlıkla terör sayılabilir hale geldi.
Bu aşamadan sonra çökertilmek istenen hedef ülkeye savaş açmak artık iyice kolaylaşmış oluyordu. Önce çökertilmek istenen devlet içinde etnik, mezhep kökenli çatışmalar  körükleniyor, ülke istikrarsızlaştırılıyor ve bu “istikarsız” durumun ABD ve bir bütün olarak “uygar dünya” için, ve tabii “dünya barışı” için bir tehdit oluşturduğu, “uluslararası toplumun” bu duruma seyirci kalamayacağı söylemi medya tarafından pofpoflanıp, sürekli gündemde tutuluyor. Aslında “uluslararası toplum” denilenin kollektif emperyalizmden  [ABD, AB, Japonya] başkası olmadığının bilinmesi gerekir... Asya, Afrika, Latin Amerika’daki onca ülkeden hiçbiri “uluslararası toplum” denilene dahil değildir! Başka türlü söylersek, “uluslarası toplum“ NATO’cu emperyalist kamptan ibarettir.

Aslında savaşlarının gerçek nedenini gizlemek her zaman kuraldır, ama son dönemin yeniliği, artık  medyanın da bir tür “kitle imha silahına” dönüşmüş olmasıdır. Kapitalizm öncesi dönemde krallar, imparatorlar, hanlar, sultanlar, padişahlar... savaş çıkarmak için halkın rızasına gerek duymazlardı. Zira, egemenden tebaya doğru tek yönlü bir ilişki söz konusuydu. Modern çağda bir devletin bir başka devlete savaş açabilmesi, belirli oranda da olsa halkın rızasına dayanmayı, hiç değilse tepkiyi etkisizleştirmeyi gerektiriyor. Mâlum halk her zaman barıştan yanadır. Dolayısıyla halkı savaşa razı etmek gerekiyor ve razı etmek için de gerekçelendirilmesi gerekiyor. Ve işte bu aşamada bir dizi savaş propogandası ve yalan devreye giriyor... Birinci değişmez yalan: “Biz savaş istemiyoruz”dur. Eğer öyle olsaydı savaşlar da olmazdı. O halde neden bunca savaş var? Onu ikinci yalan açıklıyor: “Savaşı karşı taraf istiyor ve bizi müdahil olmaya zorluyor...” Böylece savaş bir zorunluluk olarak sunulabiliyor. Nitekim, Nazi Almanyasının dışişleri bakanı Joachim von Ribbentrop, Polonya’ya karşı Alman sandırısını şöyle “haklı gösteriyordu”: “Fuhrer savaş istemiyor. Bu işe gönül rızasıyla müdahil olmuyor. Fakat savaş veya barış kararını verecek olan o değildir. Karar Polonya’ya aittir. Polonya, Reich için hayati önemi olan bir çok konuda Almanya’nın taleplerini karşılamalıdır. Eğer kabul etmezse savaşın sorumlusu Almanya değil, Polonya’dır”. [1]. Körfez Savşında [1991] ve Irak savaşında [2003] kullanılan dil ve üslûp aynıydı. Bush [baba] şöyle diyordu: “Bir korsanlık eylemi söz konusuyken, herkesin her şeyden çok istediği barış bir kısım basit ödünlerle sağlanamaz. Söylemek gerekir ki, top Irak’ın elindedir“.[2] Savaş öncesinde Batı medyasında sürekli olarak Irak’ın savaşa nasıl hazırlandığına dair haberler yayınlanıyordu...   

Savaşı başlatanın bir başka gerekçelendirme aracı da savaşın ‘yüksek insânî değerler” için çıkarıldığıdır. Mesela Birinci emperyalistler arası savaşın [1914–1918], militarizmi yok etmek, küçük ulusları korumak ve dünyayı demokrasiye hazırlamak amacıyla başlatıldığı söylenmişti. Elbette insanlara, bu emperyalistsler arası savaş ekonomik, jeopolik ve jeostratejik çıkarların bir gereği olarak peydahlandı demeyeceklerdi... Yugoslavya’ya NATO saldırısıyla ilgili olarak dönemin İngiltere başbakanı Tony Blair, “Biz çıkarlarımız için değil, insânî kaygılarla müdahale ettik” demişti. Birinci Körfez savaşıyla ilgili olarak Busn [baba] “Öyle insanlar var ki, bir türlü anlamıyorlar. Mücadele petrolle ilgili değil, mücadele kaba bir saldırıyla ilgili” demişti... Yugoslavya’ya saldırının görünür gerekçesi ülkenin etnik çeşitliliğini korumak, azınlıklara yapılan kötü muameleyi son vermek ve diktatörü bertaraf etmekti. Oysa asıl gerekçe ekonomik ve jeopolitik çıkarlarla ilgiliydi ve amaç hasıl oldu...

Savaşı iyiyle kötünün savaşı olarak sunmak yaygın bir durumdur. Bu durumda savaş bir haçlı seferi niteliği kazanır ve karşı taraf, her türlü olumsuzluk ve kötülükle malül “şer ekseni”,  olarak sunulur. Bunun için de karşı tarafın şeytanlaştırılması esastır. Bütün bir halkı şeytanlaştırmak mümkün olmadığına göre, lider üzerinde odaklaşılır. Lider üzerinden koskoca bir halk gizlenir, yok sayılır... İşte Bin Ladin, Saddam, Milosevic, Kaddafi, şimdilerde Beşar Esad... Karşı taraftaki [saldırıya uğrayan] şeytandır, delidir, canavardır, çirkindir; bu tarafsa [saldıran] en yüksek insânî değelerin timsâlı ve taşıyıcıdır, barıştan yanadır, uzlaşmacıdır, yakışıklıdır... Tabii bu tür bir ideolojik manipülasyon bir başka şeyi de gizler. Bu yaklaşım idealist/metafizik tarih anlayışını besler. Buna göre tarihi yapan liderlerdir, kahramanlardır, “büyük adamlardır”.  Oysa materyalist tarih anlayışı bunun tam karşıtı zeminde yer alır ve tarihin büyük adamların oyuncağı olmadığı görüşünü vazeder.

Geride kalan yaklaşık iki on yılda emperayalistler tarafından çıkarılan savaşlar [saldırılar demek daha doğru] asla afişe edilen gerekçelerle ilgili değildi. Uyuşturucuyla savaş, terörle savaş, bir ülkeyi işgaldan kurtarma, kitle imha silahlarına sahip olma, jenosidi önleme, demokrasi ve insan hakları götürme, “insânî yardım” vb... Emperyalist kampın duruma göre dillendirdiği bu tür sözde gerekçelerin reel bir karşılığı yoktur. Olması da zaten mümkün değildir. Emperyalizmin çıkarı Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’daki rejimlerin demokratikleşmesinde değil, ne yapıp-edip muhtemel bir demokratikleşmeyi engellemektedir. Zira, gerçekten demokratik, kendi ayakları üstünde durabilen bir rejim demek, emperyalist sömürü ve dış müdahaleye kapalı bir rejim demektir. Bu yüzden en gerici, en bağnaz, en halk düşmanı ve karanlıkçı rejimler, olabilidiğince desteklenir ve işe yaramaz hale gelince de şeytanlaştırılıp bertaraf edilir.  

Aslında Libya’ya yönelik çökertme savaşı, son dönemin tüm emperyalist savaşlarının bir özeti sayılabilir. Tabii Suriye’deki de... Libya’yla ilgili emperyalist medya’nın yalanları öncekilerin tam bir genel tekrarı gibiydi: Kaddafinin göstericilere uçaklarla bombaladığı, Libya da halk çoğunluğunun Kaddafi’yi istemediği [oysa Kaddafi’yi asıl istemeyen Libya halkı değil, emperyalistler koalisyonuydu], 17 Şubat- 15 Mart arasında 6.000 kişiyi ödürdüğü, isyancıların Kaddafi rejimine muhalif barışçıl göstericiler olduğu, Kaddafi’nin Birleşmiş Milletler Örgütüyle görüşmeye/uzlaşmaya yanaşmadığı, Ulusal Geçiş Konseyi’nin [CNT] Libya’yı demokratikteştirmek isteyen sivil unsurlardan oluştuğu ve demokrasi mücadelesi yürüttüğü... Bütün bunlar medya tarafından peydahlanıp servis edilen yalanlardı ve hiçbir aslı-astarı yoktu. Elbette Libya arzulanır anlamda demokratik bir rejime sahip değildi ama yaratılan olumsuz imajla da ilgili değildi. Ve rejime önemli bir halk desteği vardı. Nitekim 1 Temmuz 2011’de Kaddafiyi desteklemek üzere yaklaşık 1,5 milyon insan sokağa çıkmıştı ki, 6 milyon nüfusa sahip bir ülke’de bu her dört kişiden birinin sokağa çıkması demektir... Aslında bu anlaşılır bir durumdu zira, Libya Afrika kıtasının sosyal göstergeler bakımandan en iyi durumda olan ülkesiydi.

Libya’da kişi başına gelir 14.192 dolardı. Her aile ferdi yılda 1.000 dolar devlet yardımı alıyordu. İşsizlere ayda 730 dolar ödeme yapılıyordu. Devlet her doğan çocuk için 7.000 dolar ödüyordu. Ev almaları için yeni evlenenlere 64.000 dolar ödeniyordu, özel iş kurmak isteyenlere 20.000 dolar veriliyordu, ağır vergiler yoktu. Eğitim ve sağlık parasızdı, kalabalık ailelere sembolik fiyattan temel gıda maddeleri sunuluyordu, birçok eczane ilacı parasız sağlıyordu, elektrik parasızdı, petrolün litresi 14 cent [yaklaşık 20 kuruştu], apartman ve araba almak isteyenlere faizsiz kredi sağlanıyordu... [3].

Aslında Kaddafi rejiminin çökertilmesi, Afrika’nın yeniden kolonizasyonun giriş kapısıydı ve o kapıdan girdiler, açılan yoldan daha şimdiden Mali’ye ulaşılmış durumda. Libya, hedefteki ülkeleri [Mali, Cezayir, Suriye vb.] işgal etmek için bir tramplen işlevi görecekti. Amaç Afrika’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına, biyolojik çeşitliliğine el koymak ve son on yılda kıtaya başarılı bir giriş yapan Çin’i Afrika’dan atmaktır. Tekrar edersek, savaşlar doğrudan jeopolitik, jeostratejik, ekonomik çıkarlar için peydahlanıyor... Asla insanlıkla, insan haklarıyla, özgürlükle, demokrasiyle, “yüksek insânî değerlerle” ilgili değil... Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatine de aykırı olurdu... Emperyalist savaşla özgürlük ve demokrasi arasında nasıl bir ilişki olabilir ki?
O halde sadede gelebiliriz: Kapitalizm varoldukça, emperyalizm kaçınılmaz, emperyalizm varoldukça da emperyalist savaşlar-çatışmalar kaçınılmaz. Her kim ki, gerçekten bu dünyada haysiyetiyle yaşamak, hayırlı bir şeyler yapmak istiyorsa, ikircikli olmayan bir tarzda kapitalizme karşı mücadele yürütmesi gerekir. Zira, öyle sanıldığı gibi emperyalizm “dışsal” bir olgu değil. Emperyalizm yerli uzantıları sayesinde varolabiliyor, varlığını sürdürülebiliyor... Velhasıl emperyalizm içimizde... Dolayısıyla anti-emperyalist olmakla anti-kapitalist olmak bir ve aynı şey... Tabii bu duruma müdahale edebilmek için de olup-bitenleri anlamak, bilince çıkarmak gerekiyor. Mâlum, anlamak aşmaktır denmiştir... Lâkin bu, bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları seyrederek, bu uzmanları dinleyerek mümkün değil... 

[1] Bkz: Anne Morelli, Principes élémentaires de proganda da guerre, Bruxelles, Aden, 2010.
[2]. Anne Morelle, “ Les dix commandements sans lesquelles nos geurres semblerait injustes, http://legrandsoir.net
[3] Rakamlar için bkz: Michel Collon, La Strategie du chaos- Impérialisme et Islam, Investig’Action-Couleur Livres, Bruxelles.

Hiç yorum yok: