28 Haziran 2014 Cumartesi

Üretmek, tüketmek, yok etmek!





Fikret Başkaya


Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.

Bir insan ihtiyacı olmayan şeyleri satın almaya, her seferinde daha çoğunu satın almaya nasıl ikna edilebilir? Eğer refahın ve mutluluğun daha çoğa sahip olmaktan geçtiğine inanırsa... Refah ve mutluluğa ulaşmanın daha çok maddi şeye sahip olmaktan geçtiğine dair bir yanılsama içindeyse. Tabii, kapitalizm dahilinde herkesin üretilen ve satılan her şeye sahip olması mümkün değildir. Zira birilerinin (azınlığın) daha çoğa sahip olması için, başkalarının (çoğunluğun) satın alamaz duruma getirilmesi gerekiyor. Sistemin işleyişinin bir sonucu olarak, zenginlik giderek küçük bir grubun elinde toplanıyor. Çoğunluk yeterli bir gelire ve dolayısıyla satın alma gücüne sahip olamıyor. Netice itibariyle, toplum çoğunluğu sürecin dışına atılıyor. İşte üretimin her seferinde “lüks mallara”, gereksiz ve zararlı şeylere yönelmesinin, insanların da ihtiyaçları olmayan şeyleri satın almasının sebebi bu. Ve sonuç ortada: Bir tarafta en hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olan, açlıkla, yoksullukla cebelleşen, sefalet ortamına itilmiş milyarlarca insan, diğer tarafta dünyanın zenginliğine el koyan ve yön veren dar bir küresel oligarşi ve çevresi ve onu taklit edebilen bir küresel orta sınıf... İşte “büyüme”, “kalkınma”, “ilerleme”, “demokrasi’, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, vb. dedikleri böyle bir şey...

Fakat hepsi bu kadar değil, aşırı düzeyde zenginlik ve yoksulluk üreten ve aradaki uçurumu derinleştiren bu süreç, bir de ekolojik bozulmaya neden oluyor. Başka türlü ifade edersek, insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atacak düzeyde canlı yaşamın temelini aşındırıyor. Her geçen gün sosyal mahiyetteki sorunlar büyüyor, ekolojik riskler derinleşiyor ve insanlara “ilerde” işlerin yoluna gireceği” söyleniyor... Ve hedef ufukta bir çizgi gibi uzaklara kayıyor... Küresel oligarşinin adamları ve onların uzantıları ve müttefikleri olan “yerel” mülk sahibi sınıfların sözcüleri, “yoksulluğun kökünü kazımaktan” söz ediyorlar. En son verilen tarih 2015’ti ve 6 ay sonra doluyor. Lâkin vaad edilen sürede yoksulluk daha da artmış bulunuyor. Hem neoliberal çılgınlık, saldırganlık ve küstahlık pupa-yelken yol almaya devam edecek, her şey özelleştirilecek, metalaştırılacak, parayla alınır-satılır hale gelecek ve hem de yoksulluğun kökü kazınacak! Bu, insanlarla alay etmek değil midir? Eğer gerçekten yoksullukla mücadele diye samimi bir kaygı olsaydı, açlık 6 ay içinde insanlığın gündeminden çıkardı. Zira dünyada akıl almaz bir “zenginlik” stoku var. Ve yapılacak iş de çok basit... Nasıl, bir zamanlar kölelik yasaklanmıştı, o zaman hemen yoksulluğu da yasaklarsınız, aşırı gelir dağılımı adaletsizliğine son verirsiniz, olur- biter. Herkesin olan, hepimizin olan, toplumdan gasp edilen, asıl sahiplerine iade edilir! Birilerinin yoksulluğu, başkalarının herkese ait olana ve olması gerekene el koymasının sonucu olduğuna göre... Daha önce de yazdım, eğer dünyadaki zenginlik [gelir] eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19, ayda 570, yılda 6840 euro düşecekti. Bu 5 kişilik bir aileye yılda 34 200 dolar [yaklaşık 95 760 TL] düşecek demektir... Öyleyse neden yoksullukla mücadele söylemi hep gündemde? Böylece küresel oligarşi ve bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri kendi konumlarını “meşrulaştırmak” istiyorlar. Asıl amaç asla yoksullukla mücadele değil... Amaç oyalamak için aldatmak... Bu nedenle, “yoksullukla mücadele söylemi” yoksullar cephesini değil, zenginler taifesini angaje ediyor!

Aşırı üretim ve tüketime endeksli geçerli neoliberal kapitalist işleyiş, akıl almaz bir israf ve yok etmek anlamına geliyor. Sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, satın alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme hızını artması gerekiyor. Bu amaçla da reklamlar devreye sokuluyor. Tabii medyanın ve moda endüstrisinin rolünü de unutmamak gerekir. Aksi hale sistemin işlerliği mümkün olmazdı. Satın alınan şeyler, eskimeden kullanımdan düşüyor, normal ömrünü doldurmadan çöpe atılıyor. Bu amaçla modeller sürekli olarak yenileniyor. Ürünlerin, eskime/demode olma ömrü önceden, üretim aşamasında programlanıyor. Bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğine üretici şirket karar veriyor. Buna “programlanmış eskime” deniyor... Bir insanın sapa sağlam bir aleti, kullandığı bir nesneyi atıp, yenisini alması, bu tür bir saçmalığa tevessül edebilmesi ancak düşünme yeteneğini yitirdiğinde, sorumluluk duygusundan arındığında mümkündür. Yedek parça üretimi bilinçli olarak savsaklanıyor ve yedek parçaya ulaşım zorlaştırılıyor. Dört yaşındaki arabasını yenileyen birine: “Neden böyle bir şey yaptığını” sorduğumda, “bundan sonra çok masraf çıkarır...” cevabını vermişti... İnsanlar öyle bir reklam bombardımanı altında, öylesine reklam kölesi olmuş durumdalar ki, elindekini atıp yenisini almadan edemiyor... Buna çöpe atma-satın alma refleksi de diyebilir siniz... Yani tam bir “şartlı refleks hâli”! Her yıl cep telefonunu değiştirmenin mantığı nedir? Her üç-dört yılda yeni bir araba satın almak ne anlama geliyor? Kapitalist sistem insanı insanlıktan çıkarmış durumda. Yepyeni pencere perdeleri neden değiştirilir? Ortalama insan, artık ne yaptığını, yaptığının ne anlamıma geldiğini bilmiyor. Bir şey üretmek için hammadde, enerji ve emek gerekir ve bir şeyi kullanım ömrü dolmadan çöpe atmak, hammadde, enerji ve emek israfı demektir. Daha da ötede doğayı kirletmektir. Her yıl çoğu plastik su ve süt şişesi olmak üzere doğaya 260 milyon ton plastik atık (çöp) atılıyor. Bir plastik torbanın ortalama kullanım zamanının 12 dakika olduğu tahmin ediliyor, lâkin toprakta çözülebilmesi için 400 yıl gerekiyor... Ve yerin altından çıkarılan madenler, enerji kaynakları, topraklar, vb. sınırsız değil. Bu tempoyla kullanım devam ederse [zira genel eğilim daha da artacağını gösteriyor], bu saçmalık daha ne kadar sürdürülebilir ?

O halde bu sefil durum nasıl mümkün oluyor? Değirmenin suyu nereden geliyor ve yapılanın anlamı nedir? Malûm, üretmek ve tüketmek aynı zamanda yok etmektir... Emperyalist oligarşinin ve “yerli oligarşilerin” bu şımarıklığı ve hovardalığı, şimdilerde Güney denilen dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerin doğal kaynaklarının ve emeğinin aşırı sömürüsü ve yağması sayesinde mümkün oluyor. Ve bu yeni ortaya çıkmış bir durum da değil... Kristof Kolomb’un macerasına kadar gerilere gidiyor. Eğer yoksul ülkelerin madenlerine, enerji kaynaklarına, emeğine, tarım ürünlerine, emperyalist devletler ve onların çokuluslu şirketleri tarafından yok pahasına el konmasaydı, bu günkü üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? Gardroplar yılda bir kaç defa yenilenir miydi, cep telefonları, araba modelleri, vb. bu kadar hızlı değişir miydi? Bir cep telefonunun bir buzdolabından daha çok enerji tükettiğini biliyor musunuz?

Eğer Güneyin doğal kaynaklarına, maden ve enerji varlığına, biyolojik çeşitliliğine Batı tarafından el konulmamış olsaydı, topraklarında neyin nasıl yetişeceğine emperyalist odaklar karar vermeseydi, söz konusu ülkeler kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için kullanmış olsalardı, bu günkü saçma üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? O ülkelerin onca insanı açlık ve yoksullukla cebelleşir durumda olur muydu? Mallar bu kadar ucuza üretilebilir ve bu kadar ucuza satılabilir miydi? Dünyanın beşinci büyük çokuluslu şirketi oyan Total, ortaklarına yılda 10 milyar dolar kâr payı dağıtıyor. Bu rakamın bir çok ülkenin milli gelirinden fazla olduğunu unutmamak gerekir. Bu şirket eğer Kongo’nun, Gabon’un, Nijerya’nın petrolünü, Birmanya’nın doğal gazını, vb. ve diğerlerinin enerji kaynaklarına el koymamış olsaydı, bu mümkün olur muydu? Eğer bu şirket, o ülkelerin yöneticilerini satın almamış olsaydı, bu talan mümkün olur muydu?

Oldum olası ucuza üretip, ucuz satmak bir marifet sayılıyor. Bir şeyi “ucuz üretmenin” ve “ucuza satmanın” ne demeye geldiği neden hiç bir zaman tartışma konusu yapılmıyor. Ucuza üretmenin ne demeye geldiğini merak edenler Soma’ya baksınlar. ABD’nin, Avrupa’nın, Japonya’nın, bir bütün olarak sanayileşmiş ülkelerin II. Dünya savaşı sonrasındaki ekonomik başarısı, yoksul (yoksullaştırılmış demek daha doğru) ülkelerin petrolünü, stratejik öneme sahip madenlerini ve biyolojik çeşitliliğini sudan ucuza kullanmaları sayesinde mümkün olmuştu... Üçüncü Dünya ülkelerinin o zamanki yöneticileri, yağma ve talanı sınırlama girişiminde bulunduklarında başlarına neler geldiğini meraklılar biliyor...

Tuhaf bir şekilde “ucuza üretme” adına insanlar aşırı sömürüye maruz bırakılıp, yoksullaştırılıyorlar. Aslında ucuza üretmek kârı büyütmektir. Kapitalizm dahilinde ucuzun öteki adı yüksek kârdır... Kârın büyüyebilmesi için ücretlerin olabildiğince düşürülmesi gerekir. Sonuçta geniş emekçi kesimler yoksullaşıyor ve üretilen “ucuz” malları satın alamaz hale geliyor. Bu sefer de bankalar devreye girip insanları borçlandırıyor. Şu ünlü “tüketici kredisi”... Ve herkesin cebinde bir kaç kredi kartı... Fakat gözden kaçan bir şey var, insanlar karınlarını doyurmak için bile bankalar tarafından rehin alınıyorlar ama üretilen gıda maddelerinin yaklaşık yarısı çöpe atılıyor... Ve bu skandal nedense pek tartışma konusu yapılmıyor! Velhasıl dünya nüfusunun %20’sinin maddi refah içinde yüzebilmesi, geri kalan %80’nin yaşam için gerekli şeylerden mahrum olması sayesinde mümkün oluyor!

Aslında durum çok açık ve çözümü de sanıldığı kadar karmaşık ve zor değil. İşlerin sarpa sarmasının, insanlığın bir bütün olarak sayısız sorunlar, kötülükler, riskler, belirsizliklerle yüz yüze gelmesinin, yaşamın anlamsızlaşmasının ve gezegen riskinin ortaya çıkmasının biricik nedeni, herkesin olana, herkesin olması gerekene birileri tarafından el konulmasıdır. Şimdilerde “Büyük İnsanlık” küresel bir çitlemeye maruz bırakılmış durumda. O halde bu yanlış, haksız ve mantıksız durumu aşmaktan başka çare yok. Yoksullaştırılmış çoğunluk maruz kaldığı bu adaletsizliği hiç bir zaman kabullenmedi. Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatına de aykırı olurdu. XVII. yüzyılda, İngiltere’de ortak topraklara (common land) yeni yetme kapitalistler tarafından el konulduğu ünlü çitleme yıllarında, halkın itirazı bir anonim şiirin birinci dörtlüğünde şöyle ifade edilmişti:

Çaldı diye herkesin olan kazı
Adamı asıp kırbaçladılar kadını
Saldılar lâkin zalimin büyüğünü,
Herkesin olanı kaz kafalıdan çalanı (1)

Gerçi itiraz hiç bir zaman eksik olmadı ama geride kalan dönemde bu yanlış ve haksız durumu düzeltmek de mümkün olmadı. Şimdi bu işi başarmayı zorunlu kılan başka bir neden de söz konusu: Vakitlice bu yanlış düzeltilmez ise, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir. Zira, toplum-doğa metabolizması artık sorunlu hale gelmiş bulunuyor. Başka türlü söylersek, kapitalizm dahilinde insan toplumlarının etkinliği, doğanın kendini yenilemesine mâni.
----------------------------------------------------------------

(1) Çeviri, Aydın Ördek tarafından yapılmıştır

Hiç yorum yok: