27 Mayıs 2013 Pazartesi

Demokrasi değil, oligarşi [I]


Fikret Başkaya

TC Anayasında Türkiye’nin ‘demokratik bir cumhuriyet’ olduğu yazılı. Siyasetciler, akademisyenler, medya erbabı, sanatçılar, kendi kendilerini “aydın” ilan eden diplomalılar Türkiye’deki rejimin demokratik olduğuna inanıyor. Üç nedenden dolayı böyle bir inanç geçerli denebilir: Birincisi, insanlar her söylenen inanma eğiliminde oldukları için, ikincisi, genel oy hakkı, çok parti sistemi, seçimler, parlamento, “hür basın”, vb. varlığından ötürü. Üçüncüsü de diktatörlük değilse o halde demokrasidir, monarşi değilse demek ki, demokrasidir... şeklinde bir anlayışın geçerli olmasından. Oysa monarşiyle demokrasi arasında, diktatörlükle demokrasi arasında oligarşi diye de bir rejim türünün varlığı nerdeyse hiç akla gelmiyor... Neden akla gelmediği de mâlum... Genel algı kabaca şöyle: Türkiye demokratik bir ülke ama bazı eksikleri var. İşte yeni bir anayasa yapılır ve bazı kanunlarda da değişiklik yapılırsa, Türkiye Batı demokrasileri ligine dahil olacak, artık 200 yıllık rüya gerçek olacak, “muasır medeniyet” seviyesinin üstüne çıkılacak. Velhasıl Batı’da demokrasi var ve bizim de bazı eksikliklerimiz var. Yakınlarda bir profesör “Türkiye’nin 137 yıllık demokrasi mirası var” diyordu. Kimbilir herhalde öyle söylesin diye profesör yapmışlardır. Oysa, ikiyüzlülüğü ve yalanı sevmeyen biri olsaydı, “Türkiye’nin 137 yıllık demokrasiyi engelleme deneyimi var” demesi gerekirdi...
Avrupalılar dünyanın geri kalanına hükmettikleri son bir kaç yüzyılda, kendilerine ve başkalarına dair Avrupa-merkezli bir “dünya görüşü” oluşturdular, şeylere ve yerlere isim koydular, kelimeler ve kavramlar üretip içini doldurdular, neyin ne anlama gelmesi gerektiğine karar verdiler, iyinin, güzelin timsali olduklarına önce  kendilerini, sonra da başkalarını inandırdılar... Kendi rejimlerine demokrasi adını koydular... Her söylediklerinde, her yaptıklarında bir kerâmet olduğuna göre, dünyanın geri kalanı da Batı Avrupa’dakinin, ABD’dekinin demokrasi olduğuna inandı. Bu kısa yazıda demokrasi sayılıp yere göğe konmayan ve ulaşılması gereken  hedef olarak sunulan Batı demokrasinin [temsili demokrasi] ne mene bir şey olduğuna dair bazı açıklamalar ve hatırlatmalar yapmakla yetineceğim.
Batı demokrasisi bir efsaneydi...
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki rejimlerin demokrasi olduğu, oralardaki aristokratik rejimlerin yıkıldığı, halkın [yoksul çoğunluğun] verdiği mücadeleler sonucu demokrasinin kurulduğu şeklinde genel bir kabül geçerli. Elbette Eski Rejimlerin [ Ancién Régime] yıkıldığı doğru, demokratik haklar için başta işci sınıfı ve onun organik aydınları olmak üzere, ezilen ve sömürülen sınıfların büyük mücadeleler verdiği, müthiş kahramanlık örnekleri sergilediği ve çok büyük bedeller ödediği de doğru. Lâkin eski rejimlerin yerine kurulan yeni rejimlerin demokratik rejimler olduğu doğru değil. Elbette yönetenler cephesinde bir değişiklik oldu ama söz konusu değişiklik aristokratik oligarşinin burjuva oligarşisine dönüşmesinden ibaretti. Eski Rejimlerin tasfiye edildiği dönem sonrasında yapılan düzenlemeler, oluşturulan kurumlar, mekanizmalar ve söylemler yeni hakim sınıf olan burjuvazinin iktidarını sağlamlaştırıp, güvence altına almanın araçları, mekanizmaları, söylemleriydi. Dolayısıyla oligarşi demokrasi cephesi karşısında asla geri adım atmadı. İşine geldiği zaman, işine geldiği kadar bazı tavizler veriyormuş gibi yaptı ama verilen tavizlerin kapitalist sınıfın iktidarında bir gedik açması mümkün değildi. Başka türlü söylersek, demokrasiye ihtiyacı asıl olan emekçi sınıfların kazanımları şeylerin seyrini değiştirecek cinsten değildi.
Elbette bunları söylemek özgürlük, eşitlik ve demokraki için verilen mücadeleleri hafife almak, kahramanlıkları küçümsemek değildir. Burada söylemek istediğim şu: Onca mücadele, onca acı, onca zulüm, onca kıyım, velhasıl akıl almaz bedeller ödenmesine rağmen, oligarşinin iktidarında bir gedik açmak mümkün olmadı. Temsili demokrasi denilenin reel bir karşılığı yoktu. Oligarşi yerli yerinde kaldı ve kalmaya devam ediyor. Üstelik her geçen gün gücünü ve etkinliğini daha da artırarak... Gerçi II. Emperyalistler arası savaş [ 1939-1945] sonrası dönemde demokrasinin derinleşmesi yönünde bazı kazanımlar sağlandı, ilerlemeler kaydedildi ama korunup sürdürülemedi. Netice itibariyle “Batı demokrasisi” denilen oligarşinin ihtiyaçlarına cevap veren bir yönetim biçimi olarak tasarlandı ve demokratik taleplerin içi her aşamada boşaltılıp, iğdişleştirildi, işlevsizleştirildi, velhasıl bir biçim sorunu olmanın ötesine geçemedi.
Sanılıyor ki, çok parti sistemi, seçimler, parlamento ve biçimsel bireysel haklar... demokrasinin garantisidir. Eğer Batı’daki rejimler tevâtür edildiği gibi gerçekten demokratik rejimler olsalardı, kolonyalist, emperyalist maceralara girişebilirler miydi? Dünyanın şurasında, burasında katliamlar, jenositler yapabilirler miydi? ABD gerçekten demokratik bir devlet olsaydı onca insanlık suçunu işleyebilir miydi? Bu gün bile ABD başkanı Obama her salı günü CIA ajanlarıyla ölüm listelerini [ kill list] görüşüyor, “terörle mücadele” gerekçesiyle kimlerin hangi ülkede insansız hava araçları [İHA] tarafından öldürüleceğine karar veriyor. Bilinen haliyle Batı demokrasileri oligarşinin iktidar aracından başka bir şey değil. Dolayısıyla demokrasinin araçlarıymış gibi görünen kurumlar ve mekanizmalar [ siyasi pertiler, parlamentolar, seçimler, “hür basın”, kuvvetler ayrılığı, vb.] oligarşilerin hizmetinde. Seyirciyi oyalamaya yarıyor... Demokrasiyi gerçekleştirmek üzere oluşturulmuş gibi görünen kurumsal yapılar, mekanizmalar ve söylemler, demokrasinin değil, demokrasiyi engellemenin hizmetinde. Dolayısıyla tam bir ilişki tersliği söz konusu.
Fransa’da devrimle Eski Rejim tasfiye edildiğinde neden doğrudan demokrasi kurulmadı? Neden doğrudan demokrasi terörle, kaosla, kanla özdeş sayılıp lânetlendi? Yeni egemen sınıf olan burjuvazi iktidarını dayatmak için Kralın kellesini kopardı ama daha fazlasını yapmaya ihtiyacı vardı... Aynı zamanda devrimcilerin, işçilerin, emekçilerin ve ezilen sınıfların safında yer alan kimi burjuvaların da kafasını koparmadan iktidarını kalıcılaştıramazdı. 1848’devrimlerinde ve 1871 Paris Komünü döneminde yapılan katliamlar “demokrasi” adına, “halk iradesi” adına, bizde “millet iradesi” denilen adına yapıldı... ABD’deki durum da Batı Avrupa’dakinden farklı değildi. Amerikan devrimi denilen bağımsızlığın kazanılmasıyla egemenlik İngiliz burjuvazisinden Amerikan burjuvazisine geçti. İngiliz Kralı III. George’un yerini Başkan George Washinton aldı. Amerikan anayasasını hazırlayan 55 kişiden oluşan konvansiyonda tek bir işçi, çiftci, köylü, yoksul yoktu. Avukatların önemli bir yer tuttuğu heyette 14 toprak spekülatörü, 24 banker [tefeci densin], 11 Tacir vardı, 15’i köle sahibiydi ve kurucu babalar olan George Washington ve Thomas Jefferson’un çok sayıda kölesi vardı... Senatör Richard Pettigrew bu durumla ilgili olarak: “ İnsan haklarını değil, mülkiyet haklarını koruyacak bir anayasa yaptılar”[1] diyecekti... Başka türlü olabilir miydi?
“Amerikan devrimini” izleyen dönemde ne, ne kadar değişti? Amerikan yerlilerinin topraklarına el kondu, kolonizasyon derinleşti. Yerlilerin durumu “devrimden” sonra daha da kötüleşti. Mülk sahibi sınıfın ödediği vergiler düşürüldü. Köleci sistem yerli yerinde kaldı... Amerikan yerlileri, köleler, kadınlar ve yoksullar seçme ve seçilme haklarında mahrum edildi. Eğer öyleyse bu kimin demokrasisiydi ve kimi temsil ediyordu? İlerleyen dönemde bu hakların artık oligarşi için bir sorun yaratmayacağına inanıldığında, içi boşaltıldığında, kademe kademe halk çoğunluğuna da tanındı. Öyle ki, seçimlerde kullanılan oy artık “gönüllü kulluğun”, “gönüllü köleliğin” bir aracına dönüşmüştü. Hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktu. Dolayısıyla, “halk egemenliği” denilen dar bir oligarşinin halk üzerinde egemenliğiydi. Gerçi bir demokrasi vardı ama oligarşi içi bir demokrasi veya oligarşinin demokrasisiydi... Dillerden düşmeyen demokrasi tanımı olan: Halkın, halk tarafından, halk için iktidarı sloganı seyirciyi oyalamak içindi...
Faşizme karşı “demokrasinin zafer kazandığı” söylendiği II. Dünya Savaşı sonrası dönemde de ABD ırkçı bir devletti. Kanunlar Siyahlarla Beyazlar arasında evliliği ve cinsel ilişkiyi şiddetle cezalandırıyordu. O kadar ki, devlet insanların mahrem yaşamlarına varıncaya kadar müdahale ediyordu. 1952 yılında bile okullarda, toplu taşıma araçlarında, trenlerde, otobüslerde, sinemalarda, lokantalarda, vb. keskin bir ırkçı ayrımcılık geçerliydi. ABD’de ırkçılık bahsinde son durumu görmek için Guantanamo’ya, Abu Grahib’e, Afganistan’daki hapisaneye bakmak yeter... Siyonist İsrail ırkçı bir devlet ama Orta Doğu’nun yegane demokrasisi sayılıyor. Filistini sömürgeleştiren, işgal altında tutan, aralıksız katliam ve işkince yapan bir “demokrasi”... Marx ve Engels boşuna: “ Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz” dememişlerdi... Eğer insanlar her söylenene, her duyduklarına inanma aymazlığından kurtulabilselerdi, İsrail gibi açıkça ırkçı rejimler demokrasi sayılır mıydı? Eşitlik olmadan demokrasi olur muydu? Demokrasinin beşiği sayılan ABD’de XIX. Yüzyıl sonu, XX. yüzyıl başında Siyahlara karşı uygulanan linç bir kitle gösterisi, bir şov şeklinde organize ediliyordu. İşkence saatlerce sürüyordu ve çocuklar da linç şovunu izlesinler diye okullar tatil ediliyordu. Güney Karalonya eyaletinde  kaçak Siyahları avlamak için oluşturulan ekiplere katılmak kanuni zorunluluktu... Ölüm cezası sadece kaçaklara değil, onlara “yardım ve yataklık” eden aile fertlerine de uygulanıyordu... XX. yüzyılın başında bile Siyahlar alt-insan [under-man] sayılıyordu. Alman faşistlerinin kullandığı untermenschen kelimesi ABD’den kopya edilmişti... Amerikan demokrasisinin efsane başkanı Abraham Lincoln, 18 Eylül 1858 de İllinois’ de halka yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Söylemeliyim ki, hiç bir zaman ve hiç bir şekilde siyah ve beyez ırkların sosyal ve politik eşitliğinden yana olmadım. Ve hiç bir şekilde Zencilerin oy hakkına sahip olmasını ve jüri üyesi olmasını tasvip etmedim. Aynı şekilde idari görevlere getirilmelerini, beyazlarla evlenmelerini de hiç düşünmedim. İlaveten  ifade etmeliyim ki, zaten beyaz ırkla siyah ırk arasında fizikî fark var, bu yüzden bu iki ırkın sosyal ve politik eşitlik temelinde  birlikte yaşaması ilelebet yasaklanmalıdır. Ve madem ki, birlikte yaşayamazlar, o halde alt-üst ilişkisi devam etmelidir. Netice itibariyle beyaz ırkın sahip olduğu üstün pozisyonunun devamından yanayım” [2].  
O halde şöyle bir soru akla gelebilir: Oligarşi neden temsili demokrasi tercihi yaptı? İki nedenle. Birincisi temsili demokrasinin kitleleri aldatıp-oyalamaya daha elverişli bir sistem olduğunu düşündükleri için, zira insanlar seçimlerde oy kullandıklarında bir şeylerin değişeceğine  inanıyorlar. Sürece gerçekten dahil olduklarını sanıyorlar... Oyuna geldiklerinin farkında değiller. Böylece bir seçim ve katılım yanılsaması yaratılmış oluyor. Oysa oligarşinin iktidarı yerli yerinde kaldıkça kullanılan oyun hiç bir kıymeti harbiyesi yok. Zira kimi seçerse seçsin, aslında “aynı kumaştan” olanları seçiyor ve seçilenin ne yapacağı belli. Seçim sonucunda iktidar partisi kaybedip, munalefetteki parti kazandığında oligarşinin iktidarında zırnık değişiklik olmuyor... Olması da asla mümkün değildir. Seçimlerle hükümetler değişiyor, iktidar değil. Zira iktidar her zaman oligarşinin iktidarı olarak kalmaya devam ediyor. Amerikalı bir işçi, bir işssiz, bir yoksul...  sandığa gidip oy kullandığında ne değişiyor? Eğer kullanılan oyun bir karşılığı olsaydı, kişi başına 46 bin dolar düştüğü söylenen ABD’de 50 milyon yoksul ‘yaşar mıydı?’ Amerikan yönetimi Afganistan’a, Irak’a, Somali’ye, Libya’ya, Suriye’ye ve daha nice ülkeye savaş açıp, işgal edebilir, oralarda insanlık suçu işleyebilir miydi? Eğer ortada açıkça bir insanlık şuçu varsa, o suçu işleyenleri seçip, yetkilendirenlerin sorumluluğu neden hiç gündeme gelmiyor? Suç ortaklığı sorun edilmiyor?
İkincisi, burjuvazinin soylular aristokrasisini tasfiye etmek için ezilen –sömürülen geniş halk sınıflarının desteğine ihtiyacı vardı. İktidarı ele geçirinceye kadar özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi kavramları sıkça kullanmıştı. Eğer tekrar monarşik rejim yönünde tercih yaparsa, kitleleri adlatma, oyalama yeteneğini kaybedecekti... Oysa aslında hiç bir reel temsilin söz konusu olmadığı “temsili demokrasi”, oligarşiye sayısız imkânlar sunuyor. Jean Jacques Rousseau temsili demokrasisiyle ilgili olarak şöyle demişti: “ Egemenlik temsil edilemez, zira devredilemez, esas itibariyle genel iradede tezahür eder ve irade temsil edilebilir değildir. Ya öyledir ya da değildir, bir orta-yol mümkün değildir. Halkın vekilleri onun temsilcisi olamaz, onlar sadece geçici görevlidirler, bu yüzden hiç bir şeyi kesin sonuca ulaştıramazlar. Halkın bizzat onaylamağı kanun geçersizdir ve yasa hükmünde değildir. İngiliz halkı kendini özgür sanıyor ama yanılıyor. O sadece parlamento üyelerini seçerken özgür ve şeçim sonlandığında bir köle, daha fazlası değil. Özgürlüğünü kullandığı o kısacık anda onu kaybediyor...” [3]
O halde iki şey: Birincisi, temsile dayalı sistem demokrasinin gerçekleşmesi bakımından uygun değil ve ikincisi, oligarşi genel oy hakkını içinin boşaldığından emin olduğunda tanıdı. Aynı şey ifade özgürlüğü için de geçerli. Köprü altında yatan Amerikalı bir adam/bir kadın 24 saat hükümeti eleştirse ne değişir? Demokrat Partiye değil de Cumhuriyetçi Partiye oy verse ne değişir? İkisi de oligarşinin partisi olduğuna göre... Aslında iki parti bir metal paranın iki yüzü gibi, dolayısıyla “ikili-tekparti” sisteminden söz etmekte bir sakınca yok. Birine veya ötekine oy vermenin bir kıymet-i harbiyesi yok. Aynı Şey İngiltere ve diğer “Batı demokrasileri”  için de geçerli... Durum böyleyken bu sefil oyuna bir son vermek gerekmiyor mu?
1.       Victor Dedaj et Maxime Vivas, 200 citations pour comprandre le monde, passé, présent et à venir, Editions La Brochure, p. 27.
       2 . The Collected Works of Abraham Lincoln, ed. Roy P.Basler vol. 3, p. 14546.

       3 .  Du Contrat Social, III, 15.

Hiç yorum yok: