4 Haziran 2013 Salı

Taksim bir Tahrir değil, ama…




Salim Turgut
turgutsalim@hotmail.com

Yaşanılanların tarih olacağı çoğu zaman yaşanırken fark edilmez. Ama tarihte bazı olaylar vardır ki içinde yaşarken, yaşadığın sürecin tarih oluğunu bilirsin. Gezi Parkı ile başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan halk hareketi de yaşanılırken tarih olanlardan.

Gezi Parkı ile başlayan halk hareketi Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir hareket. Bazı noktaları ve etki gücü ile 15 - 16 Haziran 1970 olaylarını da çağrıştırsa da hem etkisi hem de eyleme katılanların hetorjen yapısından kaynaklı olarak 15 - 16 Hazirandan olaylarından ayrılmaktadır. 15-16 Haziran eylemleri eksikte olsa bir örgütlülük çerçevesinde gelişmesine karşın Taksim Gezi Parkı direnişi tamamen bir avuç kentine sahip çıkan insanın inisiyatifi ile başlamış ve hızla yayılmıştır. Kendini ‘Taksim Platformu’ olarak adlandıran bu inisiyatif, kentin kalbi olan Gezi Parkı’nın yok edilmesine yönelik en demokratik taleplerini ortaya koymuştur.

Taksim direnişinin ardında uzun süredir kazanılmış tecrübe ve birikim söz konusudur. 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması ısrarı, tüm kurum ve kuruluşların ısrarla Taksim’e sahip çıkma hedefi ve ‘Emek Sineması’ direnişinden elde edilen tecrübe ve birikim vardır. Çünkü Taksim sadece Taksim değildir. Taksim’in tarihsel değeri ve önemi vardır. Taksim, özgürlüklerin ve direnişin sembolüdür. Bu yüzden birçok kesimde Taksim’e sahip çıkmak; demokrasiye, özgürlüklere ve adalete sahip çıkmak anlamına geliyor.

Taksim’de başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan halk hareketi her ne kadar Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini engellemek için başlamışsa da sonraki gelişmeler Gezi Parkı’nın boyutunu aşmıştır. Bu kadar kısa sürede halkın büyük bir kısmını saran bu alevin perde arkası Gezi Parkı ile sınırlanamayacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Bu eylemin ardından bazılarına göre son on yılın, bana göre ise son otuz yılın öfkesinin patlaması söz konusudur. Bu öfkenin ardında, Roboski’den Reyhanlı’ya, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden Topçu Kışlası’na, 12 Eylül uygulamalarından baskılara, işkencelere, inançlara, yaşam alanlarına ve yaşam biçimlerine müdahale eden ve onların özgürlüklerini kısıtlayan bir anlayışa duyulan tepki yatmaktadır.

Taksim ve çevresinde yaşayanların en basit talebi olan ağaçların yok edilmemesi isteminin şiddetle bastırılmak istenmesi, halkta uzun süredir kaybolmuş olan ‘vicdan’ın gün yüzüne çıkmasına neden olmuştur. Bu direnişin en önemli yanı kaybolan ‘vicdan’ın gün yüzüne çıkışıdır. Bu hareket bir ‘vicdan’ hareketidir. Taksim Platformu’nun başlattığı Gezi Parkı direnişinin ilk günlerinde parka gelip de direnişe destek verenlerin sayıları parmakla sayılabilecek kadar az iken, direnişteki insanlara vahşice saldırıp direniş çadırlarının yakılmasının ardından kendiliğindenci bir şekilde ‘vicdan’ sahipleri akın akın Taksim’i hedeflemiştir. Taksim’e destek verenlerde, eylemin içindekilerde elbette örgütler ve partiler var. Ama buraya gelen kitlenin ezici bir çoğunluğu örgütlerin ve partilerin inisiyatifi dışında ‘vicdan’ların sesini dinleyerek gelmişlerdir.
Taksim direnişinde bir örgüt ya da parti yoktur. Taksim’de herkes vardır. Elbette her eylemde olduğu gibi eylemden kendilerine pay çıkarmak isteyenler var ve bundan sonrada olmaya devam edecektir. Bu siyasal rantiyeciler, çoğu hayatlarında ilk defa sokağa çıkmış gençleri yanlış ve hedef şaşırtıcı sloganlarla kendi politik girizgahına çekmek istemektedirler. Açtıkları, Atatürk ve Türk Bayrakları ile ‘Gençliğe Hitabe’, ‘Onuncu Yıl Marşı’ ve ‘Mustafa Kemal’in Askerleriyiz’ gibi slogan ve marşlar ulusalcı duyguları kabartarak Kürt düşmanlığına evirmek isteyenlere göz yumulmamalıdır. Tamda burada ‘Halkların kardeşliği’ vurgusunu güçlendirmek gerekiyor.

Selahattin Demirtaş’ın Haymana da yaptığı konuşmasının tamamını değil de, içerisinden bazı noktaları cımbızlayarak, ayaklanan halkı, Kürt düşmanlığına evirmeye çalışanların karşısında olmak Kürt kardeşlerimizi bu kesimlere yem etmemek gerekiyor.
Kürt halkı otuz yıldır her türlü baskı, işkence, katliam ve kimliksizleştirilme politikalarının birer bir muhatabı oldu. Yaşadıklarını kimseye anlatamadı. Medya’nın Kürt savaşında üç maymunu oynadığını ve psikolojik savaşın nasıl bir parçası haline geldiğini gördü. Fırat’ın doğusunda yaşananların batısına aktarılamadığını ya da yanlı ve karşı propaganda olarak aktarılmasını yaşadı. Türkiye halkı ise Taksim direnişi ile birlikte medya’nın sessizliğini ilk defa bu ölçüde gördü ve bunun şaşkınlığını yaşadı. Türkiye halklarının bir bütün olarak Fırat’ın doğusu ve batısıyla, Alevisi ve Sünnisiyle, Gayrimüslimi ve Ateisiyle, Türküyle, Kürdüyle ve Arabıyla, devrimcisi, sosyalisti, demokratı, feministi, yeşili, eşcinseli, anti militaristi ve Kemalisti ile bir birlerini anlamak ve ortak hareket olanakları yaratmakla karşı karşıya kaldılar.

Mustafa Karasu 4 Haziran 2013 tarihinde Yeni Özgür Politika Gazetesinde yayınlanan yazısında süreci şöyle değerlendirmektedir; ‘’Kuşkusuz bu Gezi Parkı olayları sırasında Kürt sorununa olumsuz yaklaşan kesimler de toplumsal muhalefet içerisine girdiler ve AKP’ye tepkilerini gösterdiler. Burada Gezi Parkı için yapılan eylemleri ve buna katılmayı yanlış görme değil de şöyle bir soru sorma hakkımız doğmaktadır. Hangi saikle olursa olsun Gezi Parkının yerine başka bir bina yapılmasına karşı çıkmanızı yanlış bulmuyoruz. İstanbulluların oturacağı ve nefes alacağı parkların da korunması çok değerleridir ve buna değer veriyoruz. Ancak bir halkın varlığı; özgürlüğü, anadilde eğitimi, kültürel yaşamını özgürce sürdürmesi konusunda neden bu kadar hassas değilsiniz? Kürtlerin kimlik, dil, kültür özgürlüğü ve kendi kendisini yönetmesine ve demokratik özerkliğine neden karşısınız diye sorma hakkımız vardır. Başta Gezi Parkı eylemine katılanlar olmak üzere tüm demokrasi güçleri Kürt sorunun çözümüne olumsuz bakan, tek millette ısrar eden kesimlere bu soruları sormalılar. Eğer Gezi Parkına gösterilen duyarlılık Kürtlerin hak ve özgürlüklerine yönelik gösterilemezse o zaman Kürtler bu yönlü soruları sorarlar, bu da Gezi Parkına yönelik anlamlı eylemin değerine kuşkulu yaklaşımları ortaya çıkarır.’
KCK Yürütme Kurulu üyesi Mustafa Karasu’nun Gezi Parkı direnişi değerlendirmesinde dikkat çekilen nokta empatidir. Gezi Parkı için duyarlılık gösterenlerin, Kürtlerin hak ve özgürlüklerine de duyarlılık göstermesini istemek kadar daha doğal ne olabilir? Kaldı ki Türkiye’nin farklı alanlarında yapılan bu gösterilerde Hak-Par, İşçi Partisi ve HKP gibi yeni faşist zihniyetlerin sokaktaki eylemleri Silivri’ye bağlama mücadelesini de görmemezlikten gelemeyiz.

Sonuç olarak, yepyeni bir dönem ve eylem sürecinden geçiyoruz. Bu sürecin baş aktörleri sosyal medya ve gençliktir. Bu gençlerin büyük bir çoğunluğu hayatlarında ilk defa sokağa çıkmış durumda. Eylemlerde örgütler var ama önderi ve lideri olarak değil, sürecin içinde yürüyen yan aktörleri konumunda.

Taksim direnişi ile Türkiye Baharı’nın başladığı iddiaları var. Türkiye’de bir şeyler oluyor ama bunun Tahrir olduğuna dair görüşlere şimdilik katılmak söz konusu değil. Taksim’de yaşanılanlar Türkiye açısından da yeni bir şey. Şimdiden bu sürecin adını koymak yanlış olsa gerek. Taksim bir Tahrir değil, ama Arapların Tahrir’inden sonra bizim de tüm dünyaya gösterebileceğimiz bir direniş odağımız oldu. Taksim, Türkiye’deki yeni dönem ve mücadele biçimi açısından bizlere yeni bir pencere açıyor. Walt Street’i işgal et, Sosyal Forum ya da Yunanistan’da ki sokak eylemlerinin başka bir türü Taksim’de
yeşeriyor. Taksim’de doğup tüm ülkeye yayılan bu kendiliğindenci hareketi örgütlü ve sağlıklı perspektiflerle doğru hedefe yönlendirmek ise şimdilik maalesef uzak bir hayal gözüküyor.




Hiç yorum yok: