3 Mart 2014 Pazartesi

Totaliter Kapitalizm…






Haluk Yurtsever

İdeoloji sözcüğü Yunanca idea-logos kökünden geliyor. “Görme bilgisi” ya da “görme bilimi” demek. İdeoloji’nin de her kavram gibi, tarih içinde farklı tanımlar ve anlamlar kazanan bir yolculuk geçirdiğini biliyoruz. Burada, ideolojiyi kök anlamına uygun biçimde, büyük insan topluluklarının dünyayı ortak bir bakış açısıyla görmesini/görmemesini, etken ya da edilgen davranmasını sağlayan düşünceler toplamı olarak alıyorum.

İdeolojik mücadelenin en önemli aracı dil; dilin en etkili silahı kavramlardır.

“Totaliter” ve “totalitarizm”, “demokrasi”yle birlikte Soğuk Savaş döneminin, kapitalist batı tarafından en çok ve en etkili biçimde kullanılan, en ideoloji yüklü kavramlarından oldular. Faşist Almanya ve İtalya ile birlikte Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki sosyalizm denemelerini “totaliter rejimler” başlığı altında özdeşleştirmenin sistemin amaçlarına mükemmel biçimde hizmet ettiğinde hiçbir kuşku yoktur.

Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte, totaliter kavramı biraz sonra öğelerini vereceğim dar tanımının ötesine geçen, post-modernist bir genişlemeye uğradı. Totaliterlik, artık Marksizm başta olmak üzere toplumsal ilişkilere bütünlüklü bir yöntemle bakan, çözümleyen, tüm “büyük anlatıların” bir tür öcü sayıldığı bir kod-kavram oldu. Toplumsal yaşamın her alanındaki her türlü taraflılık, örgütlülük, belli amaçlar için mücadele çağrısı yapan her eylem, totaliter sayıldı. Sistemin ideolojik aygıtları ve post-modernist ideologlar daha da ileri giderek, bir kez bir amaç belirlendi mi insanların artık onun boyunduruğu altına girerek totaliter ya da totaliterliğin esiri olacağını buyurdular. Çürümüşlüğün, sömürünün, devletin her yerde olduğu bir dünyada gidişatı değiştirmek için atılacak her toplu adım, “totalitarizm” hayaletinin hortlaması olarak gösterilip ahlâki olarak kabul edilemez ilan edilebildi. Böylece, “totaliterlik” kavramı iki farklı ortamda da sistemden yana yontan, bilinç çarpıtan bir nalıncı keseri gibi kullanılmış oldu.

Totaliter kavramının yakın tarih içinde geçirdiği bu anlam ve işlev başkalaşmasının günümüz dünyasının en gerçek totaliterliğini gizlemeye hizmet ettiğini düşünüyorum.

“HER ŞEY DEVLETİNİ ÇİNDE”

Total, Latince totus kökünden türeyen, oradan batı dillerine ve Türkçe’ye geçmiş bir sözcük. “Totaliter” dilimizde bütün, tam, toptan, toplam ve mutlak anlamlarında kullanılıyor.

Totaliter kavramı, siyasal yazına Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra girdi. İsim babasının, “her şey devletin içinde, hiçbir şey devletin dışında ve karşısında değil” diyen faşist Mussolini olduğu bilinir. Totaliter devlet, “otoriter”, hatta “despotik” devletten farklıdır. Çünkü totaliter devlet, yalnızca bir yönetme durumuna baş eğdiren değil, bunun ötesine geçip toplumsal ve hatta bireysel yaşamın “bütün” alanlarına karışan ve o alanları düzenleyen devlettir. Totaliter devlet, bütünsel, tam ve mutlak bir hükmetme durumudur. Bu tanımı esas aldığınızda, devlet iktidarının kaynağının seçim sandığı ya da doğrudan zora dayanan diktatörlük olması sonucu değiştirmemektedir. Bu tanıma göre, en azından teorik olarak, iki durumda da totaliter bir devlet örgütlenmesi mümkündür.

Buraya kadar okuduklarınızı şu soruyu sormak için yazdım: Acaba, totaliterlik kavramına, tanımlamaya çalıştığım, bilinen bu siyasal anlamının ötesinde, toplumsal yaşamın maddi üretiminden, egemen üretim biçiminden kaynaklanan toptanlaştırma, tektipleştirme eğilimini anlamak ve açıklamak için de başvurabilir miyiz? Totaliterlik, kapitalist üretim biçimini çözümlemekte zihin ve ufuk açıcı bir başvuru kavramı olabilir mi?

KAPİTALİZM TOTALİZE EDER

Bu soruyu, “Kapitalist üretim biçiminden, çağdaş yaşamın meta ilişkilerinden daha totalize edici bir şey yoktur!” diyen David Harvey’e katılarak “olabilir” diye yanıtlıyorum. (David Harvey, Sermayenin Sınırları, Çeviren: Utku Balaban, Tan Kitabevi Yayınları, Ankara, Mayıs 2012, s.45-46)

Bugünün dünyasını ve Türkiye’sini, gerici karanlığın gücünü ve temelini kavramak ve ona karşı etkili mücadele yolları bulabilmek isteyenlere her şeye bir de bu açıdan bakmalarını öneriyorum.
Buradan bakıldığında, tarım toplumunun, derebeylik sınırları içindeki çok sayıda pazarın, çoklu/çok parçalı iktidarlar yelpazesinin anlatımı olan feodal üretim ve toplum biçiminin doğası gereği totaliter olmadığı, toplumsal maddi üretimi ve yaşamı artık değer ve meta mübadelesi temelinde örgütleyerek, tek dünya pazarını kuran kapitalizmin ise başından itibaren totaliter bir eğilim taşıdığı görülecektir.

Kapitalizm, totaliterdir; çünkü dünya insanları yaşamlarını devam ettirmek için, kâr sağlamak amacıyla üretilen mal ve hizmetler temelinde kurulan toplumsal ilişkilerin bir yerinde olmaya mecburdur. Kapitalizmin egemen olduğu bir toplumda, hiç kimse aynı anda sermayenin kâr gereksinimine hizmet etmeden üretim yapamaz. Bu eşitsiz dünyanın orasında burasında sürmekte olan kapitalizm öncesi ilişkiler bile bu kuralın dışında kalamazlar. Ev/aile içi mal ve hizmet üretimi başta olmak üzere, üreticinin doğrudan kendi gereksinimleri için yaptığı küçük üretim, trampa, ayni ödeme, marabalık ilişkileri vb. son çözümlemede sermaye üretiminin ilke ve kurallarına bağımlıdırlar.

Kaldı ki, kapitalist meta üretim ve mübadele sistemi, üretimden başlayarak tüm toplumsal ilişkilerin ve en önemli üretici güç olan insanın tektipleştirilmesi (standartlaştırılması) yolundan ilerlemiştir. Dil, yayın, kitlesel eğitim ve günümüzün dev “medya” ağı, tarihte ilk kez kapitalizm tarafından kültürü, düşünceyi ve insanı tektipleştirmenin araçları olarak bu çapta seferber edilebilmiştir. Din, mezhep, ırk, etnisite temelinde ayrışan insan toplulukları birbirlerine düşmanlaştırılırken, Tanrısı “kâr, daha fazla kâr” olan kapitalizm “diniyle” barıştırılmışlardır.

BURJUVA DEMOKRASİSİ ÖLDÜ
1789 Fransız Devrimi’nde kapitalizmin yolunu açan bir iktidar blokunun temsilcisi, kapalı din ve cemaat birliklerini aşan bir toplumun, bireyin üreyeceği sekülerliğin taşıyıcısı olan burjuvazi ve onun çoklu sınıf temsiline dayanan “demokrasi”si ölmüştür. Bugünün kapitalist sınıfı, sözcüğün tüm anlamlarında sermayenin mutlak ve total egemenliğinin failidir.

Bugünün dünyasında, binlerce yıllık ileri-geri kavgasının, büyük sınıf mücadelelerinin kazanımı olan temel insan hak ve özgürlüklerinin hiçbiri, hiç kimse için güvence altında değildir. Özellikle, 11 Eylül 2001’den bu yana, kişi ve konut dokunulmazlığı, kişisel yaşamın gizliliği, anlatım özgürlüğü, örgütlenme hakkı vb. temel haklar “terör” tehlikesi gerekçesiyle dünyanın her yerinde fiilen ortadan kaldırılmaktadır.
1970’den özellikle de 1990’dan bu yana, kapitalizmin anayurtlarında tek bir ekonomik-toplumsal program yürürlüktedir. Kapitalizmin, Sovyetler Birliği kişiliğinde üzerinde bir başka dünyanın basıncını hissettiği, aynı zamanda “altın yılları”nı yaşadığı dönemin ürünü olan refah devleti ve onun taşıyıcısı olan sosyal demokrasi sistem içi bir alternatif olma özelliğini yitirmiştir.

KRİZİN GETİRDİĞİ SINIR
Ve nihayet, 2008’de bir mali kriz olarak ABD’de başlayıp, tüm dünyayı avucuna alan büyük buhran, sistemin düzen içi manevra olanaklarını ciddi biçimde sınırlandırmıştır. Bu kriz, kapitalizmin yapısal çelişkilerinin daha önceki kriz dönemleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde derinleştirmiş, öteleme olanaklarını ise aynı ölçüde daraltmıştır. Süreç, ekolojik bir yıkım tehlikesiyle ve yeni türden, son derece kritik bir hegemonya kriziyle iç içe gelişiyor.

Kapitalizmin bu derin travmadan çıkmak için benimsediği strateji tektir ve alternatifsizdir: Mali oligarşinin yol açtığı zararı “toplumsallaştırmak”, sermaye birikiminin “ilkel” yöntemlerine dönerek, alt sınıfların elindekine avucundakine el koymak, sermayeye yeniden değer kazandırmak için en başta savaş olmak üzere “yaratıcı yıkım” yöntemlerine başvurmak!

Kapitalist sınıf için yaratıcı olanın, dünya nüfusunun çok büyük çoğunluğu için yıkım olacağı ise kesindir.
Kapitalist totaliterliğin, gelinen noktada güzellikle, ikna ve rıza yöntemleriyle uygulanması olanaklı değil. Dolayısıyla siyasal açıdan da otoriter bir dönem, tüm dünya açısından kaçınılmaz görünüyor.


“Kriz dönemlerinde tehlikelerle birlikte devrimci olanaklar da artar” doğru ve özlü sözünün yaşamda karşılık bulması ise krizdeki totaliter kapitalizmin büyük insanlığa dayattığı sonuçlara değil, bizzat kapitalizmin kendisine karşı toplu mücadele etmekten geçiyor.

Hiç yorum yok: