11 Haziran 2013 Salı

M. Müfit’in Hezeyanları ve Bedir Yolcu Meselesi...




Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se

 Mehmet Müfit adıyla yazan eski bir Kawacı bir süre önce internet ortamında hakkımda iki adet karalama yazısı yayımladı. Bu yazılara cevap verip vermemek konusunda tereddüt ettim. Çünkü seviyesiz, kişisel gündem yaratma dışında bir amacı bulunmayan, çamur at izi kalsın zihniyetiyle kaleme alınmış yazılardı.
M. Müfit, uzunca bir süredir bana karşı fazla umursamadığım kişisel bir kan davası yürütüyor. Gündeme gelebilmek için ikide bir bacağıma dolanıyor, bu amaçla bazen açıkça kara çalıyor, bazen hakaret sınırında gelip giden yazılarla yazdıklarımı eleştiriyor (eleştiri yapmasına bir diyeceğim yok), bazen de eski yoldaşlarımızı küçük ayak oyunlarıyla bana karşı kışkırtmaya çalışıyor. Kısacası, kendi köşesinde gölgemle kavga edip duruyor. Bu tür yazılarla uğraşmama kararım gereğince hiçbirine cevap vermedim.  Kışkırtmak için çok uğraştığı Kawacı arkadaşlar da bu çabalara fazla yüz vermediler.
Uzun bir aradan sonra bugünlerde yeniden piyasada arzı endam etti ve bu kez adımı açıkça vererek iki yazı yazdı. Kawacılardan umudunu kesmiş olmalı ki bu kez bütün Kürt hareketini bana karşı bir haçlı seferi başlatmaya davet ediyor. Değişik çevrelere mensup Kürt şahsiyetlerinin adlarını tek tek yazarak bana saldırmadıkları için onları suçluyor. Söz konusu yazıların linkleri aşağıda, isteyen bakabilir. Öyle bir hezeyanla yazmış ki tarifi zor. Küfür ve hakaret salvosuyla, okurlarını, Kürt hareketinin dünyadaki biricik düşmanının ben olduğuma inandırmaya çalışıyor.(*)
M. Müfit bu kez neden bu yola başvurmuş tam olarak bilmiyorum. Benim son dönemde yazdıklarımın Kürt hareketine mensup bazı insanlarda rahatsızlıklar yaratmış olabileceğini düşünerek hiç olmazsa onlardaki bazı refleksleri bana karşı harekete geçirebileceğini hesaplamış olabilir. Tanıyanlar bilirler, böyle küçük hesapları ve ayak oyunlarını sever.
M. Müfit’in hitap etmek istediği Kürt camiası çok büyük değil. Özellikle de hedef kitle olarak seçtiği belli yaşın üzerindeki Kürt kadroları. Bunlar bir avuç insan ve birbirlerini iyi-kötü tanırlar. Bu nedenle bu kitleye malını satmakta zorlanacağını tahmin etmek zor değil. Bizleri tanımayan daha geniş kitlenin ise bu tür horoz dövüşlerini umursadıklarını sanmıyorum.
Bunları bildiğim için saldırılarını ciddiye alıp kendimi anlatmak gibi bir çaba içine girmem gerekmezdi. Yalnız çaresizlik adama olmadık işler yaptırıyor. M. Müfit’e de öyle yaptırmış: Beni karalamak için başkaca bir şey bulamayınca, bu kez adımı bir ajanlık öyküsüne eklemeyi denemiş. Son numarası bu. Öykünün aslını bilmeyenler, çaresizlikten uydurulmuş bu öyküde bir şey varmış sanabilirler düşüncesiyle bu kez bir istisna yapmak zorunda hissettim kendimi.
***

Ajanlıkla ilgili öykünün gerçeğini aşağıda okuyacaksınız. M. Müfit’in bunun dışındaki eleştirilerine gelince, iki eleştiri yaptığını söyleyebiliriz. İlk olarak benim bir yazıda kullandığım pan-kürdist sıfatını diline dolayıp bununla Kürtlere hakaret ettiğimi iddia etmiş ve bir psikolog edasıyla bir dizi hakarette bulunmuş.
Sözü edilen yazıda pan-Kürdist sıfatını dört parçadaki Kürtlerin birliğini savunan politika ve pozisyonları tanımlayan bir kavram olarak kullanmıştım. Acaba farkında olmadan amacımı aşan bir mana vermiş olabilir miyim? diye şimdi bir kez daha baktım ve Kürtleri aşağılamak bir yana, eğer içinde kullanıldığı bağlamla birlikte ele alırsanız, sıfata olumlu bir mana atfedildiğine hükmetmenizi dahi mümkün kılacak bir eğimde kullanmış olduğumu gördüm. Fakat benim özel olarak öyle bir amacım da yoktu. Sınır aşan etnik grupların birleştirilmesini hedefleyen programları ve eylemleri tanımlamak için literatürde kullanılan bir terim olduğu için tercih etmiştim. Hepsi bu.
Bunu yaptım, çünkü böyle bir kavrama ihtiyacımız var. Evet, Türkiye’deki Kürt muhalefetinin büyük bölümü Türklerle birlikte yaşamaktan yana. Ama birleşik Kürdistan kurulmasını isteyenler kişi ve çevreler de var ve bu bölünme Kürdistan’ın diğer parçaları için de geçerli. Kanımca, Ortadoğu’daki çalkalanmalara paralel olarak buradaki ayırım önümüzdeki dönemde daha da belirginleşecektir. Belki pan-Kürdist hareketlerle otonomist hareketler arasında sınır aşan cepheleşmeler olacaktır. Bilmiyoruz. Ama her halükarda bu ayırımı ifade edebilen bir kavrama ihtiyacımızın olduğu belli ve bu ihtiyaç, gelecekte daha da büyüyecek. “Dört parçanın birliğini savunanlar” tanımlaması sorunu çözmüyor. Bu bir tasvirdir. Bizim ise bu fenomeni dile getirecek bir kavrama ihtiyacımız var. Tıpkı “otonomist” veya “bağımsızlıkçı” kavramları gibi.
Ben böyle bir kavrama olan ihtiyacı bugünden görüyorum ve bunu ifade eden bir tercihte bulundum. Tercihim tabii ki tartışılabilir ve daha iyi alternatifler önerilebilir. Fakat M. Müfit’in derdi bu değil. M. Müfit, düşünce dünyasının nasıl ilerlediğiyle ilgili değildir. O, yeni fikirlerle, sadece onların yerleşik kalıplarla düşünmeye devam eden insanlar üzerinde yaratacağı geri tepkilerden kendi şahsına nasıl bir post çıkarabileceği sorusu bağlamında ilgilenir.  Eskiden de böyledi: Ben “tek partili sosyalizm yanlıştır”, “sosyalist demokrasiyi savunalım” derdim, o “Cemil, Stalin düşmanıdır”, “Cemil Troçkist olmuş“ diye Kawacıları bana karşı kışkırtmaya çalışırdı. Ben Arnavutluk’a kuşkucu bakışlar atardım, o “Cemil revizyonist olmuş,” diye ortalığı velveleye verir, “sosyalizmin granitten kalesi” Arnavutluk hakkında ajitasyon yapardı vs. Fakat sonradan herkes gördü ki bütün bunlar, fikir mücadelesi olsun diye söylenmiş sözler değilmiş. Yeni veya farklı fikirlerin, hareketin geri damarı üzerinde yaratabileceği hoşnutsuzlukları sömürerek kendine grup içinde bir pozisyon yaratma çabasının ifadeleriymiş. Kendisi de dahil bugün ne “yaşasın tek partili sosyalizm” diyen eski Kawacı kalmıştır, ne de Arnavutluk’un kahraman direnişinden söz eden bir Allah’ın kulu.
M. Müfit’in bugün yaptığının da dün yaptığından fazla bir farkı yoktur. Değişen en önemli şey hedeflediği pazardır. Dün Kawa pazarı için üretilen mamuller, bu kez bütün Kürt muhalefeti pazarı için üretiliyor. Dün tutmayanın, bugün tutması için bir sebep göremiyorum.
Kemalistlerin pan-Kürdist terimini kullanarak Kürtleri karaladıklarını ben şahsen ilk kez duyuyorum. “Kürtçü” vb. terimler için bu tür şeyler söylense anlarım. Çünkü Kemalistler, Kürt hareketini küçük düşürmek için popüler düzeyde böyle terimleri ve sıfatları kullandılar. Nitekim M. Müfit de pan-Kürdist sıfatıyla ilgili eleştirisinin kanıtı olarak “kürtçülük” gibi başka terimlerden örnekler vermek zorunda kalmış. Herhalde pan-Kürdist’ten bir örnek bulamadı. Çok aransa belki böylesi bir örnek de bulunabilir. Fakat şu bir gerçek ki Pan-Kürdist gibi kelimeler her gün duyduğumuz türden değildir ve Kürt düşmanlarının, Kürtleri eskiden beri bu terimle aşağıladıkları yolundaki yorumlar sadece zorlamadır. Bu nedenle kullanmakta sakınca görmüyorum. Elbette bu terimi kullanmakta bir sakınca görmeyişimin başka nedenleri de var ama bunlar başka yazıların konusu. Bu terimin kullanıldığı yazı aşağıdaki linktedir. İsteyenler bakarak bir karara varabilirler.(**)

İkinci olarak da benim 2007’de çıkan “Kawa Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği” (Vate Yayınları) adlı kitabımdaki bazı tespitleri yeniden gündeme getirip Kürt aydınlarını bana karşı kışkırtmak için biraz ajitasyon yapmış.
Her iki grup eleştiriyi de  “Bakın, ben Fransızca da biliyorum” cakası satacak şekilde olur olmaz yerde ve biçimde Fransızca kelimelerle iç içe katmış ve bu şekilde sözde teorik bir yazı havası yaratmak istemiş. M. Müfit’in teori sandığı bu sosun ciddiye alınabilecek bir tarafı yok. Otuz yıl önce ürettiğimiz, hareketin çocukluk dönemine ait bir dilin birkaç Fransızca sözcükle süslenmesinden ibaret. Ajitasyonuna dayanak olarak kullanmaya çalıştığı iddialara gelince, onların tamamının cevabı kitabın kendisinde zaten var ve çoğu da yeni değil.
Sözü edilen kitaba yayımlandığı dönemde veri bağlamında eleştiri yazan okurlar oldu. Elimden geldiğince bunların tümünü not etmeye çalıştım. Bugün de konuyla ilgili ciddi bir şeye rastlarsam not ediyorum.  Kitabın ikinci baskısı için fırsat bulursam (yayıncı arkadaş iki yıldır öneriyor, fakat bir türlü fırsat yaratamadım) bunların tümüne tek tek yeniden bakıp araştıracağım. Sonuç ne olur bilemiyorum, ama her halükarda o çalışmanın eksikliklerinden biraz daha arınacağına inanıyorum.
Kendi türünde ilk olan kitaplar genellikle eksiklidir. Çünkü yazarın ilk hamlede konuyla ilgili bütün malzemeye ulaşması genellikle mümkün olmaz. Kürtlerde siyasi savunmayla ilgili kitabım da bu genellemeden vareste değildir. Son saniyede elime geçen savunmalar olduğu gibi, henüz varlıklarından haberdar olmadıklarım da muhtemelen vardır. Örneğin, Alihan Aras’ın son saniyedeki gayreti olmasaydı Hasan Hüseyin Yıldırım’ın savunması o kitaba giremeyecekti ve bu, bir kasıttan değil, bilememekten ötürü böyle olacaktı. M. Müfit zorlamayla böyle kasıtlar yaratmaya çalışıyor, kitapta ele aldığım savunmaları sanki kitapta ele almamışım izlenimi bırakacak şekilde ajitasyon yapıyor, sanki generaller sırtıma silah dayatarak bana zorla siyasi savunma yaptırmışlar havasında benim mahkemede mecburen savunma yaptığıma dair demagoji yapıyor vs.
Kısacası, M. Müfit’in kitaba ilişkin yazdıklarında eksik gidermeye veya yanlış düzeltmeye yönelik çaba yok. Çünkü amaç bu değil. Yazdıklarının çoğu, Cemil büyüklerimize saldırıyor, yaygarasıyla Kürt aydınlarını bana karşı kışkırtmayı amaçlayan köpük ajitasyondan ibaret.  Bu nedenle onları bir kenara bırakıp yazıdaki sözde en vurucu iddiasına, yani benim bir ajanı örgüte aldığımla ilgili iddiasına geleceğim.


Bedir Yolcu Olayı

Aslında bu konuyu yazmak istemezdim. Çünkü gerçekten trajik bir öykü ve bu öyküyü yazarken adını anmak zorunda kalacağım Bedir Yolcu’nun gülen yüzüyle ve yetenekleriyle değil de bu tür trajik bir öykü vesilesiyle yazılara konu olması içimi acıtıyor. Ne var ki kıskançlığın ve ihtirasın gözünü kararttığı birinin değer tanımayan ayak oyunları beni çaresiz bıraktı.
***

Bilmeyenler için kısa özet. Bedir Yolcu, Kawa’nın daha 12 Eylül darbesi gelmeden evvel cezaevine girmiş kadrolarından biriydi. Kendisini daha önce görmüştüm, ancak esas olarak cezaevinde tanıdım. Malatya E Tipi Cezaevinde bir süre aynı koğuşlarda kaldık. Cezaevinde kendi kendini yetiştirmiş nitelikli arkadaşlarımızdan biriydi. Tahliye olduktan sonra yurt dışına kaçmadı, içeride kalıp örgütü toparlamaya çalıştı. Fakat henüz bu yönde birkaç adımı geride bırakmıştı ki, kendi arkadaşlarından biri tarafından öldürüldü.
Bu olay yaşandığında benim Kawacılarla ilişkim yoktu. Ölüm haberini Halkın Kurtuluşu grubuna mensup arkadaşlardan duydum. M. Müfit’in anlattığı ajanlık hikâyesi işte bu olayla ilgilidir.
M. Müfit, Bedir Yolcu’nun katledilmesine sebep olan koşulların oluşmasında benim sorumluluğumun olduğunu iddia ediyor. Senaryosunu da şöyle kurgulamış: Bedir Yolcu’yu “katleden” kişi Cevdet Taştan adında bir ajan-provokatördür. Onu da örgüte alan kişi Cemil’dir.  Dolaysıyla Cemil ajanlarla ilişkili bir adamdır!

Dil bu, söyler. Hele insanın hırstan ve hasetten gözü kararmışsa.
Fakat onda tartısı olmayan bir karalama dili varsa aşağıda öyküyü okuyacak insanlarda da akıl ve vicdan var. Okuyup bir karar vereceklerdir.
***

Bütün senaryo, Cevdet Taştan’ın benim tarafımdan örgüte alındığı iddiasına dayandığına göre, yapılacak iş, Cevdet Taştan’ın Kawa’ya nasıl geldiğini anlatmak olacaktır. O zaman göreceksiniz ki M. Müfit’in öyküsü basit bir yalan üzerine kurulmuştur. Çünkü Cevdet Taştan’ı Kawa’ya alan kişi ben değilim, aşağıdaki özette göreceğiniz gibi başka arkadaşlardır. Bunu derken suçlu olan ben değilim, o arkadaşlardır demek istemiyorum. Çünkü ortada bir suç yoktur. İnsan bilmeden bir ajanı örgüte alabilir. Bu, bilinçli yapılmadığı müddetçe bir suç teşkil etmez. Sadece boşa çıkarma basireti gösterilememiş bir ajan faaliyeti olarak tanımlanabilir. Kaldı ki Cevdet Taştan’ın Kawa’ya davet edildiği dönemde ajan olduğunu gösteren bir bilgi veya bulgu bugün bile yok elimizde. En azından ben böyle bir şey duymadım. Bu nedenle aşağıdaki öyküyü suçlunun kim olduğunu göstermek için anlatmıyorum, sadece M. Müfit’in bu en vurucu iddiasının bile nasıl bir yalan üzerine kurulu olduğunu göstermek için özetlemek zorunda kalıyorum.

Cevdet Taştan’la (bundan sonra kısaca C.T. olarak geçecek) cezaevinde karşılaşan ilk Kawacı benim. Malatya E Tipi Cezaevinin 2. koğuşundaki beraber kaldık. Dediğine göre lisedeyken Devrimci Halkın Birliği grubuyla çalışmıştı. Ceza almasına neden olan faaliyeti, aklımda yanlış kalmadıysa bir boykottu.  Beş yıl kadar ceza almıştı, dolayısıyla yaklaşık 2 yıl yattıktan sonra tahliye edilecekti. Emin değilim, ama Rızgarici arkadaşlarla birlikte kaldığını sanıyorum. Hücreden onlarla birlikte gelmişti. Bununla birlikte TKEP’li ve PKK’li arkadaşlarla da sıcak ilişkileri vardı. Koğuştaki bir direniş esnasında yarım düzine kadar arkadaşla birlikte ağır bir işkenceye tabi tutulup hücreye atılıncaya kadar, yanlış hatırlamıyorsam bir yıla yakın aynı mekânı paylaştık (1985-86). Hücre cezası bitince başka bir koğuşa verildi ve kendisini bir daha görmedim.
Karakter olarak halk dilinde “efendi” tabir edilen nitelikte, sakin, yoksul bir gençti. Kendisine ziyaretçi geldiğini hatırlamıyorum. Beraber olduğumuz dönemde dil başta olmak üzere tarih, politika, ekonomi ve felsefe gibi alanlara yayılan sohbetlerimiz oldu. Bazı konularda anlaştığımız da oluyordu. Fakat onu Kawa örgütüne davet etmeyi düşünmedim. İki sebeple:
İlk olarak, Sovyetler Birliğinin niteliği konusunda “orta yolcu” diye tanımladığımız çizginin Sovyetlere yakın kutbunda bir yerde duruyordu. Bunu, koğuştaki TKEP’li arkadaşlarla olan ilişkilerine bağlıyordum. Sovyetlere bu gözle bakan birinin Kawacı olmasını bekleyemezdim (Kawa, Sovyetler Birliği’ni sosyal-emperyalist, kapitalist bir ülke olarak tanımlayan bir hareketti).
İkinci olarak, ben on beş yıllık cezaevi yaşantım boyunca hiç kimseyi Kawa örgütüne doğrudan davet etmedim. Kawacılarla 1988 yılı sonlarına kadar beraberdim. (Ondan sonra hiçbir illegal Kürt örgütüyle örgütsel ilişkim olmadı.) O tarihe kadar Kawa’nın düşüncelerinin propagandasını kendi üslubumca yaptım. Bundan etkilenen insanlar da olmuştur. Ama kimseyi örgüte doğrudan davet etmedim.
Çünkü cezaevinde yatan birinin örgütçülük yapmasını gayrı ciddi bir oyun olarak görüyordum. Dışardaki yoldaşlarımız, becerebilirlerse toparlanır, örgütsel faaliyet yürütürler, biz de onlara içerden elimizden geldiğince destek veririz, diye düşünüyordum. Dışarısı ve örgüt derken de Türkiye içindeki arkadaşları kastediyordum. Yurt dışının (İran ve Irak Kürdistanı’ndaki arkadaşlar hariç) benim açımdan önderlik gibi bir misyonu yoktu ve bunu gerektiği her durumda açık bir şekilde belirtiyordum. (Bu nokta önemli; çünkü bazı hınçların nerelere kadar uzandığını gösterir.) Dışardaki arkadaşlarımız bizimle yardımlaşma içerisinde örgütü diriltip mücadeleyi üstlenmeyi beceremezlerse biz cezaevindeki Kawacılara düşen, kendi onurumuzu korumak ve cezaevleri direnişini yükseltmeye çalışmaktır, diyordum.
Doğru veya yanlış, o zamanlar, cezaevlerinin örgütsel mücadeleyle ilişkisi konusundaki fikirlerim böyleydi. Dışardaki arkadaşların örgütü toparlamak için cezaevindeki bizlerin ağzına baktıkları koşullarda, dışardaki “örgüt”ümüze katmak amacıyla içerde insanlara nasıl doğrudan davetiye çıkaracaktım? Bu, dürüst ve akla yatkın bir iş olarak görünmüyordu. Bunun yerine, dışarda böyle bir örgüt yaratılıncaya kadar cezaevlerinde Kawa’nın düşünceleri etrafında ideolojik etki yaratmaya yönelik bir çalışma yapmanın daha dürüst bir tutum olacağını düşünüyordum. Kısmen Dev-Sol hariç içerdeki bütün örgütlerin yaptıkları da pratikte buydu. 

Bu tür nedenlerle laf açıldığında kendisine Kawa’nın görüşlerini anlattım, fakat C.T.a Kawa’ya katılması için doğrudan bir teklifte bulunmadım. Onu Kawa’ya davet edenler, aynı cezaevinin 15. koğuşunda kalan Kawacı arkadaşlar oldu. Olayın özeti şöyle:
Cezaevi idaresi, beni bilinçli olarak söz konusu arkadaşların yanına vermiyordu. (Tutuklandığım 1981 Ocak ayından 1987 sonlarına kadar hep böyle bir tecritte tutuldum. Arada bir, tek tek arkadaşlarla bir araya düştüğüm olurdu, ama kural olarak beni diğer Kawacıların topluca bulunduğu cezaevlerine veya koğuşlara vermezlerdi.) Yan yana gelebilmek için karşılıklı olarak çok uğraştık, ama olmadı. Bir gün, geniş ölçekli bir cezaevi direnişi sonucunda İdare, mahkumların koğuş değiştirmeyle ilgili isteklerini de kabul edince, beni arkadaşlarımın bulunduğu koğuşa vermek zorunda kaldılar. Fakat bu arada adımı sürgün listesine ekleyip Ankara’ya yollamayı da ihmal etmemişler. O zaman bu listeden haberimiz yoktu. Ben 15. koğuşa gittikten kabaca iki hafta sonra liste onaylanıp geri geldi ve ben 1986 Kasım ortalarında Gaziantep L Tipi Cezaevi’ne sürgüne gönderildim. Listeyi de o zaman öğrenmiş olduk.
C.T. kendi tahliyesine 5-6 ay kala, yani ben henüz 15. Koğuşa verilmeden birkaç ay önce, 15. koğuştaki arkadaşlarla yazışmaya başlamıştı. O sırada koğuşlar arası haberleşme, soğanlara gömülmüş pelür kağıtlarının bir havalandırmadan diğerine atılmasıyla sağlanıyordu. En son bloktaki koğuşlardan birinci bloktaki koğuşlara yollanan bir not, ara blokların tümünden tek tek geçerek hedefe varmak zorundaydı. Dolaysıyla yol uzadıkça notun yakalanması riski de artardı. Zira atılan soğanlar bazen kısa veya fazla uzun düşer, hedef havalandırma yerine havalandırmaların arasındaki çatılarda kalırdı. Cezaevi idaresi de belli aralıklarla çatılardan soğan toplayıp bu notları okurdu. Bu nedenle çok zorunlu olmadıkça birbirimize not atmazdık. C.T.ın tutulduğu koğuş, cezaevinin en sonunda; 15. koğuş cezaevinin ortalarında, benim bulunduğum koğuş ise en başlarında bir bloktaydı. Muhtemelen haberleşmedeki bu sorun nedeniyle C.T. benimle değil, 15. koğuştaki arkadaşlarla ilişki kurmuştu. Ama yazışmanın bu şekilde gerçekleşmiş olmasının gerçek nedeni bilmiyorum. 
15. koğuştaki arkadaşlarla C.T. notlar aracılığıyla tartışmışlar. Bu tartışmaların çapını, derinliğini ve süresini de bilmiyorum. Ama haberleşme koşullarının içerdiği sorunlardan ötürü çok uzun süren bir tartışma olmadığını tahmin edebilirim. Her ne ise, C.T., bu yazışmaların sonucunda Kawacı olmaya karar vermiş ve bunu belirten uzun bir yazı kaleme alıp 15. koğuştaki arkadaşlara yollamıştı. Yani o zamanki jargonla “özeleştirisini yapmıştı”.
Ben bütün bu olup bitenlerden 15. koğuştaki arkadaşlar o “özeleştiri”yi bana yolladıklarında haberdar oldum. Doğal olarak şaşırdım. Çünkü C.T.la yüz yüze tanışan kişi bendim. Onlar, kendisini sadece notlardan tanıyorlardı. Fakat bana sorma gereği duymadan kendisini örgüte davet etmişlerdi. Gelen özeleştiriye ekledikleri kendi notlarında, “arkadaşa ‘hoş geldin,’ dedik,” mealinde bir cümle de vardı.  Belli ki Cunta geldiğinden beri sürekli biçimde örgütsel bozgunun etkileriyle boğuşmuş olan arkadaşlar, zeki ve çalışkan birini örgüte kazanma ihtimali belirince, fazlaca sevinip aceleci davranmışlardı.
Kendilerine buradaki tersliği anlatan kısa bir cevap yolladım, ama C.T.nın davet edilmesine itiraz etmedim. Çünkü ilk olarak C.T. hakkında olumsuz bir kanaatim yoktu. Neye itiraz edecektim? Beraber kaldığımız dönemde bende bıraktığı izlenim “efendi”, zeki, aşırı çalışkan, üretken ve direnişten yana bir insan olduğu yolundaydı. Dışardayken eski yazıyı ve bir ölçüde de Sorancayı öğrenmişti.  Kurmanci grameri biliyordu ve Kurmanciyi Kıril alfabesinden okumayı da sökmüştü. Beraber kaldığımız dönemde iki Palulu arkadaşı her gün saatlerce esir alarak bir yandan Kırmancki (Zazaca) öğrenmeye bir yandan da bu dilin bir gramerini hazırlamaya çalışıyordu.  Öte yandan İngilizcesini geliştirmek için uğraşıyordu. (Benimle kontağının bir nedeni de buydu.) Yutar gibi kitap okuyordu. Bütün bunların o yaşta ve o koşullarda yaşayan birisi için gözden kaçabilecek bir performans olduğu söylenemez. Onunla dışarda karşılaşsaydım ve Kawa’ya katılmaya karar verseydi herhalde biraz geçmişini araştırmak dışında hiçbir şey yapmaz, geçmişinde de bir sorun görmezsem tereddütsüzce örgüte alırdım. Bende böyle bir izlenim bırakmış bir kişi, devrimciliklerinden şüphe etmediğim arkadaşlarım tarafından biraz aceleyle ve kuralsızca örgüte davet edilmiş diye karşı mı çıkacaktım?
İkinci neden ise şu: itiraz etmek istesem ne değişecekti?
C.T.ye bir not yollayıp, “Kusura bakma, seni kuralsız biçimde almışız, onun için ilişkini kesiyoruz. Git, ama iyi adamsın, tekrar geri gel. Fakat bu kez kurallı biçimde gel” mi diyecektik?
Biliyorum, okur sıkılıyor. Çünkü iş artık komediye vardı. Ancak bu öyküyü bitirmek dışında seçeneğim yok. Biraz daha sabır diliyorum.

Ben 15. koğuşa gittikten sonra da arkadaşlarla C.T. konusunu ayrıntılarıyla konuşma fırsatımız olmadı. Daha doğrusu, oturup hiçbir sorunumuzu ciddi biçimde konuşma fırsatımız olmadı. Çünkü ilk olarak yukarıda sözünü ettiğim sürgün listesinden haberdar değildik, dolayısıyla daha uzun süre bir arada kalacağımızı var sayıyorduk; yani acelemiz yoktu. İkinci olarak da acilen Musul’la ilgili bir şeyler yapılması gerekiyordu. O sıralar Türkiye’nin Musul’u işgal edeceği senaryoları güncelleşmişti, medya yaygın biçimde Musul-Kerkük meselesini tartışıyordu; T. Özal, M. Kemal Öke gibi tarihçileri davet etmiş, onlara Musul sorununu çalıştırıyordu, tutukluların çoğunluğunu oluşturan Türk soluna mensup devrimciler ise “Musul sorunu” hakkında fazla bilgi sahibi değillerdi. Bu eksikliği kısmen de olsa giderecek bir şeyler yapılması gerektiği fikrindeydik. Arkadaşlar, benim bu konuda belli hazırlıklar yapmış olduğumu görünce, başka bir şeyle uğraşmadan önce Musul-Kerkük meselesiyle ilgili kafamdaki broşürü yazmamı istediler. Diğer konuları bu iş bittikten sonra rahat bir şekilde konuşup tartışacaktık.
Zaman geçirmeden çalışmaya başladım. 60-70 kitap sayfası uzunluğundaki Musul’la ilgili broşürü bitirdiğimin yanlış hatırlamıyorsam ertesindeki gün, yani arkadaşlar henüz broşürü el yazısıyla çoğaltıyorlarken beni idareye çağırdılar ve sürgün edildiğimi tebliğ ettiler. Aynı gün Gaziantep L Tipi Cezaevine (o zamanlar sürgündeki için son durak) gönderildim. Böylece ne C.T. meselesini ne de diğer meselelerimizi ayrıntılı biçimde konuşma fırsatı bulabildik.
Hafızam beni yanıltmıyorsa, arkadaşlar benin sürgünümün ardından C.T.ı 15. koğuşa getirmeyi başarmışlar. Bu sayede bir süre bizzat kendisiyle beraber kalma ve tartışma olanağı bulmuşlar. C.T., bir süre sonra 15. koğuştan tahliye olmuş. Bunları, 15. koğuştaki arkadaşların bir bölümü yaklaşık bir yıl sonra benim bulunduğum Gaziantep L Tipi Cezaevine sürgün edildiğinde onlardan duydum.

Öykünün buraya kadar olan kısmını özetlersek söylenebilecek şey şudur:  M. Müfit’in iddia ettiği gibi, C.T.nı örgüte alan ben değilim, 15. koğuştaki Kawacı arkadaşlardır.

Böyle genel bir ifadeyle sınırlı bırakırsam belirsizlik yeni bir spekülasyon konusu edilebilir düşüncesiyle bu arkadaşlardan da biraz bahsetmek istiyorum.
15. koğuştaki yönetici gruptan bugün net olarak hatırladıklarım iki kişidir.  Bu arkadaşlardan biri şimdi Bern’de yaşıyor (C. T.). İkinci arkadaşımız ise Münih’te yaşayan (İ. İ.). İlginç olan, bizzat öldürülen Bedir Yolcu’nun da bu grup içinde yer almasıydı. Yalnız onun, C.T.a davet yapıldıktan önce mi, yoksa sonra mı 15.  koğuşa gittiğini tam net hatırlamıyorum. Yine de önce gitmiş olması ihtimali daha ağır basıyor ve eğer durum hatırladığım gibiyse M. Müfit’in abuk-sabuk teorisine göre, kendisini öldürecek ajanı örgüte alan kişilerden biri de Bedir Yolcu’nun kendisi oluyor! Bir de şimdi Almanya’da yaşayan bir arkadaşımız daha vardı (A.R.G.) O da sorumlu kişilerden biri olarak kalmış aklımda. A.R.G.nin yönetici grup içinde olup olmadığını tam hatırlamıyorum, ama hafızam beni yanıltmıyorsa 15. koğuştaki Koğuş Komitesi’ne Kawa’nın temsilci olarak o katılıyordu. Bu nedenle A.R.G.nin de sorumlulardan biri olduğunu varsayıyorum. Yani bu durumda C. T. Ve İ. İ.ya ilaveten A.R.G. de C.T.la olan yazışmaları ve kendisinin Kawa’ya davet edilmesi sürecinin ayrıntılarını biliyor olmalıdır.
Eminim ki sadece bu üç arkadaş değil, koğuştaki diğer arkadaşlar da durumu biliyorlardı. Ben sadece koğuştaki sorumlu arkadaşların isimlerini vermekle yetindim. Ve bu yazıyı yazarken bu arkadaşların hiç birine sorma gereği duymadım. Belki onlarla istişarede bulunsaydım okumakta olduğunuz öyküdeki tarihleri daha net biçimde ifade edebilir ve muhtemel hafıza oyunlarını temizleyebilirdim. Fakat bunu yapmadım. Sebebini anlamak zor değil. Bunun yerine olayları nasıl hatırlıyorsam öyle yazmayı tercih ettim. Bu arkadaşların kendilerine bir şey sormadığım için isimlerini de rumuz olarak yazıyorum. İsterlerse veya gerek görürlerse C.T.ın Kawa’ya davet edilmesi olayının nasıl geliştiğini anlatacaklardır.
İşte, M. Müfit’in başka bir şey bulamayınca fantezi yoluyla acayip kılıklara büründürdüğü, bir ajanı örgüte aldığımla ilgili hikâyenin aslı astarı budur. Ve bu öyküyü M. Müfit’in de bildiğini sanıyorum. Ama onun derdi gerçekleri açıklamak değil, çeyrek yüzyıl önce işlenmiş bir cinayetten bugün kendine yeni postlar çıkarmaktır.
Diyelim ki yukarıda anlattığım öykü uydurmadır ve C. T.ı Kawa’ya ben aldım.  Buradan, M. Müfit’in ifade ettiği gibi, benim şaibeli biri olduğum sonucu mu çıkar?
Ya da yukarıdaki öyküde  adı geçen arkadaşları C. T.ı Kawa’ya aldılar diye onları şaibeli mi ilan edeceğiz?
Bunlar deli saçması şeyler. Belli ki M. Müfit bana saldıracak başkaca malzeme bulamayınca, yamuk öykülere sığınmak zorunda kalıyor.

***

Öykünün bundan sonrası da var elbette. C.T., 1987 yılında Malatya’dan tahliye oluyor. 15. koğuştaki arkadaşlar kendisini eşim Meral’in yanına yolluyorlar. Meral, o sıralar, bir yandan İnsan Hakları Derneği’ni kurmak gibi legal faaliyetlerin içindeyken diğer yandan örgütün dışarda kalabilmiş ve “ben varım” diyebilen üç-beş kadrosuyla birlikte eski arkadaşlarımızı toparlamaya ve cezaevlerindeki arkadaşlara yardımcı olmaya çalışıyordu. Gaziantep’teki cezaevi ziyareti sırasında C.T.ın Malatya’daki arkadaşlar tarafından kendisinin yanına gönderilmiş olduğunu söylediğinde, Meral’e, C.T. hakkındaki kanaatimin olumlu olduğunu, fakat geçmişi hakkında kendisinin anlattıkları dışında bir şey bilmediğimiz için, mümkünse kendi işlerine karıştırmadan evvel C.T.ın eski çevresiyle ilişki kurup biraz araştırmalarını söyledim.
Kendisinin bana anlattığına göre, bu uyarıyı ciddiye almışlar. Uyduruk gerekçeler göstererek 3-4 ay kadar C.T.ı arkadaş çevremizin dışında tutmuşlar. Kısıtlı imkânlar içinde ve dönemin korku atmosferiyle boğuşarak C.T.ın üniversitedeki arkadaşlarıyla ilişki kurmuşlar. Fakat bu sınırlı araştırmada kuşkulu bir duruma rastlamayınca C.T.ı bir süre sonra çalışmalara dahil etmişler. Yine de her ihtimale karşı grup içindeki ilişkilerini olabildiğince sınırlı tutmaya özel özen göstermişlerdi. Nitekim C.T. yakalandığı zaman, yakalanmasına neden olan eylemle doğrudan ilişkili olmakla suçlanan 1-2 Kawacı ile bunlardan bazılarının aile çevresine mensup birkaç alakasız şahıs dışında kimse yakalanmadı. Hatırladığım kadarıyla, Meral’in Kawacıları toparlama işini beraber yürütmeye çalıştığı eski kadrolarımızdan hiçbiri bu tutuklanmadan ötürü gözaltına alınmadı veya tutuklanmadı. Sadece Meral aranır duruma düştü. Böyle olmasının bir nedeni yakalananların değişik düzeylerde direnmeleri ise diğeri de bütün imkânsızlıklara rağmen Cevdet konusunda gösterilen özenli ve istikrarlı tavırdır.
M. Müfit’in sırf benim eşim olduğu için Meral’in adını da bu işe bulaştırmaya çalışmasının ardında yatan şey öykünün işte bu bölümüdür ve görüldüğü gibi bir kez daha temelsiz karalamalardan ibarettir.
Ayak oyununun Meral’le ilgili bu yanını bir kenara bırakıp öyküye geri dönersek, C.T.ın Kawacılarla birlikte çalışmaya başlamasından yaklaşık bir yıl sonra Kawacılara yönelik yukarda sözü edilen polis operasyonu yapıldı ve kendisi bir grup arkadaşla birlikte Ankara’da tutuklandı (1988 baharı) ve aynı operasyonda gözaltına alınanların ifadelerine göre poliste herkes gibi C.T. de ağır işkence gördü.

Bu operasyonla birlikte, özellikle Ankara ve İstanbul’daki kadro ve sempatizanlar arasında gerçekleştirilmiş olan kısmi toparlanma da bir kere daha dağılmış oldu. İnsanlar bir kere daha köşelerine çekildiler.
Meral’in aranır duruma düşmesinden sonra dışarı ulaşma imkânlarım oldukça kısıtlanmıştı. Buna rağmen İstanbul ve Ankara’daki arkadaşların önde gelenleriyle ilişki kurup örgütü yeniden toparlamaya çalıştım. Bu çabalarım birkaç ay sürdü. Dışarda bu işi yapabileceğini umduğum arkadaşların hepsine olmasa da önemli bir bölümüne doğrudan veya dolaylı biçimde ulaştım. Fakat ulaşabildiklerimin çoğunluğu o sıralar bir şey yapmak istemedikleri yolunda haber gönderdi. Bu durumda yeni bir değerlendirme yaptım ve Kawa’yla ilgili yolculuğumu noktalamaya karar verdim. Cezaevindeki arkadaşlarım bu karardan vazgeçmem için çok uğraştılar. Fakat fikrimi değiştirmedim.

Bedir Yolcu,  böylesi olayların yaşandığı bir süreçte Malatya E Tipi Cezaevinden  tahliye oluyor. Askerlik işini nasıl hallettiğini hatırlamıyorum. Fakat bir süre sonra, kendisinin sözleriyle ifade edersem, “sıfırdan” ve “Diyarbakır’dan başlayarak” örgütü toparlamaya koyuluyor. Onun bu çabalarından Kawa’yla ilişkilerimi kestikten sonraki dönemde haberdar oldum.
Bedir, dışarda örgütü toparlamaya çalışırken, C.T. cezaevinden tahliye edilip askere götürülüyor. Ardından da askerden –duyduğum doğruysa- “kaçıp” bir süre sonra yeniden Kawacılarla buluşuyor. Bedir de bu arada Diyarbakır’dan sonra İstanbul ve Ankara’ya uzanmış, oralarda faaliyet yürütmektedir. C.T. ile Bedir’in ikinci buluşmaları bu şekilde gerçekleşmiş olmalıdır.
C.T.ın bu kadar kısa sürede tahliye edildiğini duyduğumda şaşırmıştım. Çünkü yargılandığı suçlar ağır cezayı gerektiriyordu. Ayrıca cezaevinden çıktıktan kısa bir süre sonra tekrar “suç işlediği” için eski cezasının infazının da yanmış olması gerekirdi. Sadece eski infaza denk gelen ceza bile 2-2,5 yıl cezaevinde kalmasını gerektiriyordu. Ama bir yıl gibi görece kısa bir sürede tahliye etmişlerdi. Şaşırtıcıydı. C.T.nla birlikte tutuklanan arkadaşlardan biri, onun Ankara’daki bu ikinci tutuklanma sürecinde “düşürüldü”ğü kanaatindeydi. Doğru olup olmadığı konusunda spekülasyon dışında bir şey söyleyemem; fakat sözünü ettiğim şaşırtıcılıkla örtüştüğü için dikkat çekici bir tespit olduğunu söyleyebilirim. Öte yandan, C. T., askerden sonra Bedir ve arkadaşlarının çevresine yeniden girebildiğine göre, Bedir ve arkadaşları C.T.ın ikinci tutuklanmasından sonra da “temiz” olduğunu düşünmüş olmalıdırlar.

Sanırım 1989 sonbaharıydı, Bedir Yolcu Gaziantep L Tipi Cezaevinde bizleri ziyarete geldi. Cezaevi koşullarımız artık epeyce düzelmişti. Örneğin açık ziyaretleri artık kendi koğuşlarımızda yapıyorduk ve süresi de uzundu.
Beraberinde Bedir’in kız arkadaşı olduğunu düşündüren jestler yapmak için fırsat kaçırmayan bir bayan da vardı. Bedir, aralarındaki ilişkiye dair bir şey söylemeyince, kız arkadaşı olduğundan şüphelenmeme rağmen özel bir şey sormadım.
Bedir’le iki saate yakın konuştuk. Daldan dala çok sayıda konudan bahsetti. Ama C.T.dan bahsettiğini hatırlamıyorum. Kendi çalışmalarını, Diyarbakır ve Cizre’de atlattığı iki polis operasyonunu, Kawacı bazı kişilerle ve kesimlerle ilişkilerini ve gelecek planlarını anlattı ve beni yeniden Kawacılarla birlikte çalışmaya ikna etmeye çalıştı. Ben, bu sürecin benim açımdan geride kaldığını, artık farklı bir yolda yürüyeceğimi söyleyip kendisine ve Kawacılara başarılar diledim. O üzüntülerini belirtti, ben başarı dileklerimi tekrarladım, öylece vedalaştık.
Bedir’le görüşmemizden kabaca 5-6 ay sonra, arkadaşları tarafından öldürüldüğü yolunda bir haber duydum. Çok sonraları öğrendiğime göre, Filiz adındaki “şaibeli” bir kadının iftirasıyla başlayan bir provokasyonda, Cevdet Taştan’ın “namusu temizlemek” gazlamasıyla kışkırttığı, “silaha-külaha düşkün”, “serseri” bir Kawacı tarafından öldürülmüştü (9 Şubat 1990). Kadın, duyduklarım doğruysa, Bedir’in beraberinde ziyarete getirdiği bayandı. Ve yine duyduklarım doğruysa, Cevdet Taştan, cinayetten sonra bu kadınla birlikte ortadan kaybolmuştu. Her kim ise, tetikçi de Güney Kürdistan’a kaçıp orada sırra kadem basmıştı.
Yani benim duyduğum yaygın öykü doğruysa “katil”,  M. Müfit’in yazdığı gibi C.T. değildir, cinayete yol açacak kışkırtmayı yapan provokatördür. Bu özelliğinden ötürü ona da katil diyebilirsiniz. Tartışma götürse de bunu anlamak mümkün. Ama bu durum, tetikçinin yaptıklarını ortadan kaldırmıyor veya aklamıyor. Bunu anlamak mümkün değil.

“Kawa Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği” adlı kitabımın Kawa’yla ilgili alt bölümünde bölümünde Bedir Yolcu’dan bahsedilen kısa bir dipnotu, “trajik biçimde kendi yoldaşları tarafından öldürüldü” cümlesiyle bitirmemin sebebi, olayın yukarıdaki cereyan ediş tarzıydı. M. Müfit’in bu cümleden çıkarak bana, örgüte ajan alan adam suçlaması yapmaya çalıştığı öykünün özeti işte budur.
***

Birçok Kawacı gibi benim de kanımı donduran bu öyküde geçen olayı birilerinin örgüt-içi, gurp-içi, hareket-içi, muhalefet-içi vb. iktidar oyunlarında kullanmaya çalışması, öykünün kendisinden de iğrençtir ve yapanın ahlaki seviyesini gösterir. Neylersin ki dünya böyle bir yerdir: Dürüstler mücadele alanlarında hayatlarını tereddütsüzce verirken, aldıkları soluğu bile karşısındakilerinin hanesine borç diye yazanlar, 25 yıl sonra dahi onların cesetleri üzerinde tepinerek kendilerine ikbal ararlar.
Mehmet Müfit’e tavsiyem, bu tür ayak oyunlarından vaz geçmesidir. Böyle aşağılık öyküler uydurarak bana çamur sıçratma imkânı yoktur. Görüşlerimi beğenmiyorsa oturup edebiyle eleştirsin. Belki birkaç kişi de bu eleştirilerden yararlanır. Dahası, Türklerle Kürtlerin önümüzdeki elli yıllık kaderinin tartışıldığı bir dönemde, 30 yıl önceki kişisel hesaplara dayanan horoz dövüşlerini gündem diye insanların önüne sürmekten de kurtulmuş oluruz.
2013-06-11

----------------------------------

(*) M. Müfit’in sözü edilen yazıları için şu adreslere bakabilirsiniz:
https://www.newroz.com/tr/forum/352974/cemil-g-ndogan-bagimsiz-birle-ik-k-rdistan-savunucularini-deshumanisation-u-aydinlarimizin
https://www.newroz.com/tr/politics/352986/cemil-g-ndogan-bagimsiz-birle-ik-k-rdistan-savunucularini-deshumanisation-u-aydinlarimizin

(**) 16 Şubat 2013 tarihli “Nihayet Gerçek Gündem” başlıklı bu yazı için şu adrese bakabilirsiniz http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/8720-2013-02-16-20-23-18.html

Hiç yorum yok: