6 Ekim 2013 Pazar

“Nice paketler gördüm boştular!”








Fikret Başkaya


“Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz”.
                                                                                                    Mohandas Karamchand Gandhi



AKP iktidarı on yıldır “demokrasi paketleri” üretiyor. Üretim fazlasının bir kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi, demokrasisinin “küreselleşmesinin” de bir gereğidir. Fakat son bir kaç aydan beri demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor... Son paket daha ilan edilmeden “tartışma” konusu oldu ama pakette ne olduğu bilinmediği için, bazı tahminler yapıldı sadece. İşte “bu pakette şu var mı, bu var mı?” gibi. Aslında rejimin ve AKP’nin niteliği, yönetim zihniyeti ve üslubu veri iken, pakette bir şeyin olmayacağı kesindi: Demokrasi... Bir de paketin kapalı kapılar ardında hazırlanmasına itiraz edildi. Oysa paket nazar değmesin diye gizlenmemişti. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nda hazırlanmıştı yani polisin eseriydi. Öyle olunca da “güvenlik gerekçesiyle” gizli tutulmasında şaşılacak bir şey yoktu. Tabii paket polis tarafından değil de anlı şanlı hukuk profesörleri, “konunun uzmanları” tarafından hazırlansaydı da bir şey değişmezdi. En gerici yasaların ve anayasaların daima bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından yapılması kuraldır... 1882 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı? Siz, bu adamları, kadınları neden profesör yapıyorlar sanıyorsunuz... Yalanı ve yanlışı sıradan birine söyletseniz pek inandırıcı olmaz ama isminin önünde çok sayıda unvan bulunan zevata söyletirseniz inandırıcılığı artar... Artık o aşamadan sonra “bilimseldir” çünkü...

Böyle bir zamanda böyle bir paketin, başlıca üç amaçla ilân edildiğini söylemek mümkün: Kürtleri oyalamak; gelecek dönemdeki seçimleri kazanmayı garantilemek ve Gezi Parkı Direnişi sonrasında dış dünyada bozulan Türkiye imajını tamir etmek. Aslında Gezi Parkı Direnişi gerçek durumu dosta düşmana gösterdiği için bir “düzeltme” işlevi gördü. Zira dışarıda AKP’nin nasıl da demokrasi ve özgürlük aşkıyla yanıp-tutuştuğu, İslam’la demokrasiyi ve laikliği nasıl “bağdaştırdığı”, velhasıl  “ılımlı İslam’ın” başarılı bir örneğini ürettiği... oldukça yaygın bir tevâtür halini almıştı. Artık Türkiye Müslüman dünya için bir model olabilirdi... Bu amaçla yalan endüstrisi de etkin bir şekilde devreye sokulmuştu. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” denmiştir”... Aslında AKP’nin başlıca iki amacı vardı: Ranta el koymak, bu amaçla bütçeyi ve hazineyi yağmalamak ki, bu alanda “müthiş bir performans” ortaya koydukları kesin ve toplumu ve rejimi adım adım İslami bir temel üzerinde yeniden inşa etmek. Bu amaçla da sınırlı laik işleyişi etkisizleştirmek ve demokrasinin sınırlı temelini aşındırmak, Müslüman Kardeşler Örgütü [İhvan-ı Müslimin] modelinde bir Türkiye yaratmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yeni konjonktürde yeni temeller üzerinde ihya etmek... Tabii gönüllerinde yatan nihai hedef Hilafeti ihya etmektir... Aslında AKP’nin bu tür hezeyanları, “aç tavuğun rüyasında kendini darı ambarında görmesi” kadar abesti. Abes olduğu, önce Arap dünyasındaki kalkışmalar ve ardından da Gezi Parkı Direnişiyle tescillendi. Aslında pre-modern saplantılara ve hezeyanlara sahip bir siyasi kadronun her şeyle ilgileri olabilirdi ama demokrasi ve özgürlüklerle asla...

Eğer durum böyleyse nasıl oluyor da insanlar bu iktidardan demokrasi bekleme aymazlığına saplanıyor? Bu tür yanılgılar demokrasinin ne olduğunun, ne olması gerektiğinin bilinmemesiyle ilgili. İnsanlar siyasi partiler var, seçimler yapılıyor diye Türkiye’de demokrasi olduğunu sanıyor. Oysa tam tersi doğrudur. Verili durumda seçimler demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçlarıdır. Bu sayede oligarşik yönetim ayakta kalabiliyor, sömürü, yağma ve talanın sürüp gitmesi mümkün hale geliyor, velhasıl rejim “meşruiyet” kazanıyor... Oysa demokrasinin bilinen bir tanımı var: Demokrasi halkın özyönetimi demek, halkın kendi kendini yönettiği, siyasal sürecin öznesi olduğu durum demek. Bizde ve dünyanın başka yerlerinde siyasi partilerin ve seçimlerin varlığı demokrasinin gerçekleşmesi olarak kabul ediliyor. Bu vesileyle daha önce defaten yazdığımı bir daha hatırlatmak iyi bir fikir olabilir. Zira siyasi partiler, seçimler ve seçimler sonucundu oluşan hükümetler demek olan “temsilî demokrasi” bidayette gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlanmıştı.  Böylesi bir manipülasyon sayesinde oligarşinin iktidarı güvence altına alınmış, devamlılığı sağlanmıştı. O gün bu gündür de “garp cephesinde yeni bir şey yok”. Bir şey daha: içinde bulunduğumuz neoliberal gericilik çağında, temsili demokrasi artık külliyen bir sirk oyununa dönüşmüş durumda... Siyasi partiler şirketleşmiş bulunuyor. Elbette devletlerin bile şirketleştiği bir dünyada bu durum şaşırtıcı değildir. Bu yüzden paketin açıklanmasının tam bir satış şovuna dönüştürülmesi de şaşırtıcı değildi... 

Başbakan demokrasiye gönderme yaparken, ısrarla Adnan Menderes’in ve Turgut Özal’ın mirasçısı ve sürdürücüsü olduğunu hatırlatıyor. Bu tür bir manipülasyonla da kendini ve partisini demokratik gelenek içinde göstermek istiyor. Adnan Menderes, Aydın ovasının en büyük toprak ağalarından biriydi. 30 bin dönümlük Çakırbeyli Çiftliği’nin sahibiydi. 1930 yılında kısa, Serbest Cumhuriyet Fırkası [SCF] denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından yurt gezisine çıkıp halkın nabzını bizzat tutmak isteyen Mustafa Kemal, Aydın’a uğradığında, Adnan Menderesle de tanışmış ve onu mebus yapmaya karar vermişti. O tarihten sonra Adnan Menderes 30 yıl boyunca mebus olarak yola devam edecekti. Bu otuz yılın son on yılında da başbakandı.  1945 yılında Meclis gündemine gelen “Çiftçiyi topraklandırma kanunu tasarısına karşı çıktı, üç arkadaşıyla birlikte ünlü “dörtlü Takrir”i verdiler. Partiden ihraç edildiler ve Demokrat Parti’yi [DP] kurdular. 1950 seçimlerinde DP oyların  %57, %67’sini aldığı halde meclisteki sandalyelerin 415’ine veya %83’üne sahipti. Ana muhalefet partisi CHP oyların %39. 45’ini almasına rağmen sadece 69 milletvekili çıkarabilmişti... Oyların %4,76’sını alan bağımsızlar da sadece 2 milletvekili, Millet Partisi de oyların % 3.11’ini aldığı halde sadece 1 milletvekili çıkarabilmişti...  Aslında bu durum bu gün de az çok geçerli. Bu dünyada toprak ağalarının demokrasi aşkıyla yanıp tutuştuğu pek görülmüş bir şey değildir. Menderes iktidara gelir gelmez baskıcı yöntemlere başvurmaya başladı ve giderek baskının dozunu artırdı, tam bir tek adam rejimi kurdu. 1957’den sonra durum daha vahim bir hal aldı. Artık Türkiye’de tipik bir dikta rejimi geçerliydi. İstediği her yasayı çıkarabilecek Meclis çoğunluğuna sahipti. Anayasayı istediği gibi by-pass edebiliyordu. Basın ve üniversite üzerinde akıl almaz bir baskı kurmuştu. Bardağı taşıran son damla herhalde ünlü “ Tahkikat Komisyonu’ydu”. Yasanın ilk maddesi şöyleydi: “TBMM Tahkikat Komisyonu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ve diğer kanunlarda Cumhuriyet savcısına, sorgu hâkimine, sulh hâkimine ve askeri adli amirlere tanınmış tüm hak ve yetkilerine sahiptir” deniyordu. Velhasıl katıksız bir dikta rejimiydi söz konusu olan... Elbette Adnan Menderes’in asılması yanlıştı ama bu onu demokrasi kahramanı yapmazdı.

Turgut Özal’a gelince, Turgut Özal Dünya Bankası’nın ve IMF’nin adamıydı ve ünlü “24 Ocak Kararlarının” mimarıydı. Amerikancı askeri cunta yönetiminin başbakan yardımcısıydı. Cuntanın işlediği cinayetlerden, idamlardan, işkencelerden, sürgünlerden, velhasıl tüm insanlık suçlarından, anti-demokratik uygulamalardan sorumludur. ABD desteğiyle ANAP’ı kurdu ve ilk seçimlerde başbakan oldu. Daha sonra da “sivil cumhurbaşkanı” sayılıp yere göğe konmayacaktı... 12 Eylül devlet terör rejiminin mimarlarından biri olan Turgut Özal’ın demokrasinin “timsâli“ sayılması, Türkiye’ye özgü bir garâbettir... Başbakan Tayyip Erdoğan’ın demokrasinin timsâli, demokrasi ve özgürlük kahramanı saydığı iki şahsiyet işte böyleydi. Aslında Adnan Menderes bireysel yaşam tarzı itibariyle de “muhafazakâr” olduğunu söyleyen bir partinin pek de örnek alabileceği bir şahsiyet değildi... Eğer durum böyleyse demokrasi kavramıyla uzaktan-yakından ilgisi olmayan bu iki şahsiyet nasıl olup da demokrasinin timsâli sayılabiliyorlar? Bu sonunun cevabını her halde Türkiye’deki siyasi kültürün ‘azgelişmişliğiyle”, tarih bilgisi ve bilinci zaafıyla açıklamak gerekecektir...

O halde demokrasi sorununa nasıl yaklaşmalı?
Demokrasinin vazgeçilmezi olan hak ve özgürlerin nasıl kazanıldığı, kazanılıp-kazanılmadığı, bu bakımdan kritik bir öneme sahiptir. Bir hak ve özgürlük eğer ona ihtiyacı olan insanların, kitlelerin doğrudan iradesinin eseriyse, o haklar ve özgürlükler, artık bir özgürleşme, kurtuluş, velhasıl bir emansipasyon unsurudurlar. Bu da demektir ki, özgürleştirici hak ve özgürlükler kazanılmış haklar ve özgürlüklerdir. Bir de verilen veya izinli diyebileceğimiz haklar ve özgürlükler söz konusudur ki, bu durumda haklar ve özgürlükler egemenler cephesi, mülk sahibi sınıflar veya yönetici politik sınıf tarafından, onlar istedikleri zaman, istedikleri kadar ve istedikleri şekilde “bahşedilirler”... Doğası gereği, verilen-izinli hakların bir özgürleşme, bir emansipasyon unsuru sayılmaları mümkün değildir. İşte bizdeki ve başka yerlerdeki demokrasi zaafı geçerli “demokrasi pratiğinin” verilen-izinli haklar ve özgürlüklere dayanmasından kaynaklanıyor. Elbette kazanılan ve verilen-izinli haklar özgürlükler ayrımı her zaman bu kadar net olmayabilir. Kitle eylemi ve zorlaması belirli oranlarda egemenler cephesini taviz vermeye zorlasa da bu söylediğim durumda fazla değişiklik yapmaz.  Kitleler eğer kendi kaderlerini kendileri tayın etmek üzere sahneye çıkıyor ve kararlı bir dayatmayla bir takım haklar ve özgürlükler elde ediyorlarsa, orada özgürleştirici, kurtuluşun yolunu açan ve realize eden [emansipatris] bir durum söz konusu demektir.

Bu bakımdan Türkiye’deki reel demokrasi pratiğinin gerçek demokrasiyle bir ilgisi yoktu. Tüm kritik tarihsel anlarda ve kavşaklarda kitleler sürecin dışında kaldılar. Dolayısıyla verilen-izinli hakların ve özgürlüklerin içi boştu. Bizdeki demokrasi pratiği, mülk sahibi egemen sınıfların, bundan sonra nasıl yöneteceğiz sorusuyla ilgiliydi. Mesela Cumhuriyetin kuruluşunda halk kitlelerinin bir dahli olmamıştı, mesela ilk İş Kanunu’nun çıkmasında işçilerin iradesi sürece dahil olmamıştı. Seçme ve seçilme hakkı kitlelerin bir kazanımı değildi. Zamanı geldiğinde ve gerekli görüldüğünde demokrasi ve özgürlük düşmanı cephe tarafından ihsan edilmişti. Dolayısıyla verilmiş-izinli haklar kategorisine dahildi... Kadınlar seçme ve seçilme hakkı için elbette mücadele ettiler ama bu o hakkın verilmiş-izinli hak olduğu gerçeğini değiştirmezdi. Aynı şey çok partili sisteme geçiş için de söz konusuydu. Bu durum temsili demokraside mündemiç zaafla birleştiğinde, bizdeki demokrasi pratiği de tam bir aldatma, oyalama operasyonu niteliği kazandı. İçi boş, iğdiş haklar ve özgürlükler söz konusu olunca, reel olarak ve son tahlilde bir polis devleti ve/veya örtülü asker-polis diktatörlüğü olan, demokrasiymiş gibi sunulabildi. Verilmiş-izinli haklar temelinde yol alan süreç insanlarda yurttaş bilincinin gelişmesini de engelledi. Topluma misafir-mülteci- sığıntı bilincinin ortalaması tuhaf bir “bilinç”, anlayış ve davranış kalıbı hakim oldu. İşte bu tür bilinç de egemenler cephesinin işini kolaylaştırdı, manipülasyon yapmalarını kolaylaştırdı...

Bir önemli husus da demokrasisinin sosyal eşitliği varsaymasıdır. Zira sosyal eşitlik olmadan demokrasi mümkün değildir. Şimdilerde demokratik denilen ve başkalarına da örnek gösterilen rejimler aslında oligarşik rejimlerdir ve oligarşinin iktidar olduğu yerde demokrasiden söz etmek abestir... Başka türlü söylersek, kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz. Onun son dönemdeki versiyon olan neoliberalizm ise demokrasinin açıkça inkârıdır... Kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz zira her ileri aşamada toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmeye, azdırmaya mahkûmdur. Toplumsal eşitsizliklerin sürekli derinleştiği bir ortamda hâlâ demokrasiden söz edilebilir mi? Dolayısıyla kapitalizmi sorun etmeyenin ağzına demokrasi yakışmaz... Geçerli olan bir “oy sandığı demokrasisidir” ve gerçek demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur.

İnsanlar kitap yazdığı için hapiste, öğrenciler bir hak ve özgürlük talebinde bulunduğu için hapiste, on binlerce oy alarak milletvekili seçilen milletvekilleri hapiste, gazeteciler hapiste, avukatlar, yazarlar hapiste... Artık basın özgürlüğünün esamisi bile okunmuyor... Öyle bir terörle mücadele kanunu yürürlükte ki, istendiğinde o kanuna dayanarak herkesi kodese tıkmak gayet mümkün... İşte %10 seçim barajı 31 yıldır yerli yerinde duruyor. Seçim ve siyasi partiler kanunları 12 Eylül’den beri yürürlükte ve her iktidar kendi ihtiyacına göre değiştirmeye devam ediyor... YÖK tam bir karabasan gibi akademinin tepesine çöreklenmeye devam ediyor... Ve Tayyip Erdoğan paketinde bunlara dair tek kelime yok ve ona “demokrasi paketi” diyorlar...

Uzun lâfın kısası artık tartışma zeminini değiştirme zamanı gelmiş olmalıdır... Aksi halde içi boş daha nice yeni paketleri bekleme aymazlığından kurtulmak mümkün olmayacak...

Hiç yorum yok: