24 Nisan 2014 Perşembe

Mamak...



Salim TURGUT

12 Eylül’de tüm Türkiye, cezaevlerine dönüştürüldüğü gibi, cezaevleri de ezaevlerine dönüştürülmüştü. Anadolu’nun en ücra köşesinde ki cezaevlerinin bile tıka basa doldurulduğu bu döneme üç cezaevi damgasını vurdu. Kitlesel olarak en yoğun hareketlerin bulunduğu bu cezaevlerinde örgütlerin koyduğu tavırlarla da tarihteki yerini aldı. Bu üç cezaevi sırasıyla Mamak, Metris ve Diyarbakır’dı.

İstanbul’da bulunan Metris’in niceliksel yoğunluğunu Devrimci Sol oluştururken, Ankara Mamak’ı Dev-Yol, Kurtuluş ve Halkın Kurtuluşu, Diyarbakır cezaevindeki yoğunluğu ise PKK’li tutsaklar oluşturmuştu. Bu üç cezaevinde de 12 Eylülcülerin uygulamaları ve bu uygulamalara karşı tutsakların duruşları da farklı olmuştur. Kitlesel yoğunluğu olan örgütlerin tavırları cezaevlerindeki uygulamaların niteliğinde de belirleyici bir rol almıştır.

Metris’te Türkiye devrimci örgütlerin büyük çoğunluğundan temsilciler olması ve bunların direnmiş olmasına rağmen, Dev-Sol’un kitlesel yoğunluğunu ve merkezi kadrolarının orada oluşu, Metris direnişi ile ilgili olarak Dev – Sol’u bir adım öne çıkartmıştır.

Diyarbakır cezaevi ise insanlığın bittiği yerdir. Hitler’in meşhur Yahudi kamplarında ki uygulamalarını çağrıştıran yaptırımları ile Diyarbakır, yeni bir Auschwitz olmuştur. İnsanım diyen herkesin adını anmaktan utandığı yaptırımlar, Mazlum Doğan’la başlayıp dörtlerle devam eden kendini yakmalar ve Temmuz 1982’de başlatılan ölüm orucu sayesinde geriletilmiştir. 1980’den hemen sonra teslim alınan Diyarbakır, daha sonra ödenen ağır bedeller karşılığında direnişin de sembol cezaevlerinden biri haline gelmiştir. Diyarbakır’da teslimiyete son veren direnişler, aynı zamanda Kürt özgürlük hareketinin de ilk nüvelerini oluşturmuştur.

Mamak Türkiye devrimci hareketinin en kitlesel üç hareketinin hem merkezi, hem de niceliksel olarak yoğun olduğu bir cezaevi konumundadır. Dev- Yol, Kurtuluş ve Halkın Kurtuluşu’nun karar ve tavırları bu cezaevine de damga vurmuştur. Çoğunluğunu THKP-C Acilciler davası tutsaklarının oluşturduğu ve dört beş örgütünde içinde bulunduğu, 12 Eylül’e karşı başlatılan uzun soluklu ilk kitlesel açlık grevi 7 Temmuz 1981 tarihinde Mamak’ta başlamasına rağmen, kitlesel yoğunluklu hareketlerin bu direnişin dışında kalmaları, Mamaklaşmaya karşı başlatılan başkaldırının başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. İşkence ve baskıların yoğunluğu ve bu işkenceler karşısında bir direnişin örgütlenememesi Mamak’ı / Mamaklaşmayı teslimiyete evirmiştir.

Metris ve Diyarbakır cezaevleri 12 Eylül’ün yaptırımlarına karşı direnişin sembolü olurken, Mamak ise  direnememiş olmanın sorumluluğu ile tarihteki yerini almıştır.

Mamak Askeri Cezaevine 12 Eylül tüm Türkiye’den önce gelmiştir. İdam hükümlüsü iki faşistin Mamak’tan kaçırılmasının ardından başlayan baskılar, Mamak’a adım adım 12 Eylül’ü getirmiştir. THKP-C Acilciler davasından tutuklu bulunan Mustafa Yalçın, askerlerin devrimci tutsaklara saldırısının ardından katledilmiştir. Böylece Mamak ilk şehidini vermiştir. Mustafa Yalçın’la başlayan devrimci tutsakların katli İlhan Erdost’la devam etmiş ve Necdet Adalı, Erdal Eren ve Levon Ekmekciyan’ın idam edilmeleri ile sürmüştür.

Mamak Güvenlik Komutanı Albay Raci Tetik, yaptığı uygulamalarla Mamak’ı tutsaklar için ezaevine dönüştürmüştür. Sonradan birçok cezaevinde de denenecek olan yaptırımların öncülleri Mamak’ta denenmiştir. Mamak’ta başarılı uygulamalar, diğer cezaevlerinde uygulamaya sokulmuş ve bazılarında uygulanmış bazılarında uygulanamadan son bulmuştur.

İnsanın insanlıktan çıkartıldığı, her türlü gayri insani uygulamaların denendiği Mamak’ta, niceliksel olarak yoğun örgütlerin de içinde bulunduğu bir direnişin örgütlenememesi, Mamak’ın kötü sonunun hazırlanmasında etkili olmuştur.

Öyle zaman olur ki orada vereceğin karar, koyacağın tavır tüm tarihi etkiler.

Mamak cezaevinde doğru şeyler kararlar alınıp doğru şeyler yapılamadı. Bu yüzden ‘Mamaklaşma’ denilen süreç yaşandı. Metris ve Diyarbakır direnişin sembolü olurken Mamak teslimiyetin sembolü oldu.

Tarih, yaşanılanların belleklerden damıtılmasıdır. Tarihin kayıtlarına geçen her bilgi bir gün ortaya çıkar. Bu bilgi yalın ve abartısızdır.

12 Eylül geçeli tam 34 yıl oldu. Bir insan yaşamı için 34 yıl çok uzun, ama insanlık tarihi için ise kısacık bir süredir. Bu yüzden tarihteki olayların ve kişilerin yerli yerine oturtulması da bu zaman diliminde er geç gündeme gelecektir.

Yakın tarih üzerine kalem oynatmak hem kolay hem de çok zordur. Kolaydır, çünkü yeni yaşanmıştır. Zordur, Çünkü yaşayanlar yaşamaktadır. Bu yüzden yakın tarihe ilişkin subjektifizmden uzak nesnel olmakta insanlar genel olarak zorlanır. Objektizimle yola çıktığını söyleseler de genel olarak subjektifizme kayarlar.

Objektif olabilmek aynı zamanda kendini eleştirebilmekten geçiyor. Tarihe bakışta nesnellik bunun için çok önemlidir.

Son dönemlerde yakın tarihe ilişkin bir biri ardı sıra kitaplar yayınlanmaya başlandı. Ağırlıklı olarak 12 Eylül’ün en karanlık dönemlerini içeren bu eserlerin yazarları kendi pencerelerinden dönemi okuyucuya aktarmaya çalışıyorlar. İyide yapıyorlar. Çünkü yakın tarihin karanlık olaylarının gün yüzüne çıkartılması ve günümüze taşınması için bu aktarımlar şart.

Yakın tarihimize ilişkin yeni çıkan kitaplardan biri de Fikri Günay’ın ‘’Mamak’’ adlı anı kitabı.
Fikri Günay, 24 Aralık 1979 tarihinde girdiği Mamak Askeri Cezaevinden 8 Eylül 1982 tarihinde  ayrılışına kadar geçen sürede yaşadıkları ve gözlemlediklerini tarihe not olarak düşmüş.

Anı yazmak zordur. Zor olduğu kadar da büyük bir cesaret gerektirir. Sonuç itibariyle anı bir insanın belleğinde kalanlardan oluşuyor. Bu bellek bazı zamanlar yanıltıcı olabiliyor. Anılar, tek kişinin belleklerine dayalı olarak kalem alındığında birçok eksik ve hataları da barındırabilir. Yaşanılanları, birlikte yaşayanlarla doğrulamasının sağlanması, o anıları da bireysel bellekten çıkartıp ortak bellek haline dönüştürür.

Bildiğim kadarıyla Fikri Günay’da Mamak anılarını uzun bir sürede kaleme aldı. Bu uzunluk, kitabın yazılmasından daha ziyade, bireysel belleğin yerine ortak belleği arama çabasıydı. Dönemi birlikte yaşadığı birçok arkadaşına yazdıklarını gönderip eleştirilerini alarak düzeltmeler yaptı.

Fikri Günay, Mamak’ta geçirdiği yaklaşık üç yıllık sürede yaşadıklarını anlatırken oldukça objektif davranıyor. Mamak’ın 12 Eylül’e karşı direnememesini sorguluyor. Mamak’ın Mamaklaşmasında belirleyici rol üstlenen örgütleri eleştirdiği gibi kendisini de bu süreçte doğru tavır koyup koymadığı konusunu sorguluyor. Genelde yazılanlarda yazar kendini pek sorgulamaz. Bu anlamıyla Fikri hoca anıları subjektifizmden uzak gözüküyor.

Fikri Günay ve bazı arkadaşların yayınlamaya başladıkları eserlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tarih bilincinin gelecek kuşaklara aktarımının sağlanabilmesi için bu tür kitaplara ihtiyaç var. Dönemi yaşayan birçok arkadaştan da benzer eserler beklemek biz okuyucuların hakkı. Fikri hocama kitabı için hayırlı olsun derken, diğer arkadaşlara da ‘ne zaman?’ diye sormadan edemiyorum.

Hiç yorum yok: