18 Kasım 2013 Pazartesi

Neden zenginlerin yoksullara ihtiyacı vardır?


      
     
Fikret Başkaya

“ Yoksullara yiyecek verdiğimde bana

ermiş diyorlar. Yoksullar neden yoksul

diye sorduğumda da, komünist

olduğumu  söylüyolar”.

Dom Helder Camara

Her 6 saniyede 1, her dakikada 10, her saatte 600, her gün 14 400  ve her yıl 5 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Neden? Dünya nüfusunun %2’si dünya zenginliğinin %55’ine el koyduğu için. Başka türlü ifade edersek, dünya nüfusunun %98’i dünya zenginliğinin  45’ni alıyor da ondan... Dünya nüfusunun binde beşini oluşturan en zengin 24 milyon, 545 bin 900 zengin, dünya zenginliğinin %36’sına al koyuyor. Ve süper zengin 1000 yetişkin kişi, dünya nüfusunun %92’sinden 10 bin kat daha zengin... Tabii bunca zenginliğe el koymakla iş bitmiyor, bir de onun genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi gerekiyor. Kapitalizmin mantığının bir gereği olarak. Mârifet üretmek değil yeniden üretmekle, sahip olmak değil, daha çoğuna sahip olmakla ilgili. En zengin 100 kişinin servetlerini son bir yılda 200 milyar dolar arttırdıkları söyleniyor. 2016 yılına kadar milyonerlerin ve milyarderlerin sayısının %37 artacağı da tahmin ediliyor! Fakat iyi haberler de var: söylendiğine göre 2015 yılında günde 1.25 dolardan az gelirle “yaşayan“ aşırı yoksulların sayısı 1 milyara inecekmiş... Asıl iyi haber de, Allah’ın izniyle, 2030 yılında “aşırı yoksulluğun” kökü kazınacakmış...

Bir kısım aklı evvel çıkıp bir yoksulluk sınırı çiziyor. Hızını alamayıp bir de aşırı yoksulluk [extreme poverty] sınırı çiziyor. İşte günde 1.25 doların altında geliri olanlar aşırı yoksulluk sınırının altında olanlar. Gerçi o sınırın üstünde olanlar, mesela günde 2,  2,5 dolarla yaşayanlar da yoksul sayılıyor ama onların durumu o kadar da kötü sayılmıyor ... Öncelik aşırı yoksullara veriliyor. Aceleye gerek yok, sıra öteki yoksullara da gelecektir elbette... “Sabrın sonu selâmettir” denmiştir.  Bir kere böyle sınırlar çizildiğinde ve yoksulluk şu kadar dolara indirgendiğinde, artık rakamlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak mümkündür... Daha doğrusu yoksullarla alay etmek mümkün hale geliyor. Tabii yoksukluk tanımı ve sınırı herkes için aynı anlama gelmiyor. Söz konusu tanım ve sınır, yeryüzünün lânetlileri” cephesi için geçerli sadece... Zira hiç bir emperyalist ülkede [Batı dünyasında densin], yoksulluk söz konusu olduğunda kimsenin aklına 1, 25 veya 2,50 dolar sınırı gelmiyor. Oralarda günde 10 dolar gelir bile “aşırı yoksulluk” sınırının altında sayılıyor...

Söylem ve gerçek veya ikiyüzlülük

Bir zamanlar kalkınmadan söz edilirdi. Ne oldu da onun yerini önce yoksullukla mücadele, şimdilerde de “aşırı yoksullukla mücadele” aldı? Gerçek anlamda kalkınma, kollektif bir toplumsal projedir ve yaşamı bir bütün olarak, tüm veçheleri itibariyle kavrar/kapsar. Sorunu sadece karın doyurmaya indirgemez. İnsanı bir besi hayvanı olarak görmez. Kalkınmadan söz edildiğinde, her bir insan için beslenme, barınma [konut], eğitim, sağlık, kültür, sosyal güvenlik, sağlıklı bir doğal çevrede yaşama, politik sürece katılma, kamusal alanda etkin olma... bir hak sayılır ve karşılanması toplumun/kamunun/devletin görevidir. 1980’li yılların başından itibaren, neoliberal ekonomik ve sosyal politikaların dayatılmasıyla, kalkınmacılığın yerini istikrar programları aldı. Emekçi sınıflara, toplumun mütevâzı kesimlerine savaş ilan edildi. Tam da emekçi sınıflara savaş ilan edildiği bir dönemde, Birleşmiş Milletler Örgütü Genel Kurulu 4 Aralık 1986 tarihli oturumunda “ Kalkınmanın herkes için bir hak” olduğunu ilan etti. Neoliberal küreselleşmenin pupa-yelken yol aldığı bir dönemde, kalkınmanın bir insan hakkı sayılması ne demeye geliyordu? İnsanların kaderinin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Dünya Ticaret Örgütü’nün insafına terkedildiği koşullarda bu bir çelişki değil miydi? Aslında sadece çelişki değildi, tam bir ikiyüzlülüktü de. Hem insanların kaderini piyasaya ihale edeceksiniz ve hem de kalkınmadan, haktan, hukuktan, adaletten söz edeceksiniz, bu mümkün değildir. Şimdilerde “piyasa ekonomisi” denilen kapitalizm, eşitsizlik üretmeden, eşitsizliği derinleştirmeden yol alamaz ve aşırı eşitsizlik öldürüyor. Toplumsal eşitsizliklerin insan hafsalasına sığmaz bir şekilde derinleşmeye devam ettiği bir dünyada, BM’nin son 13 yıldır ülkelerin “insânî gelişmişliğine” dair gösterge tabloları yayınlaması ne anlama geliyor? Neyin hizmetinde? Bu ikiyüzlülük burjuva uygarlığının kendini ele vermesi değil mi? Fakat bunu hep yapıyorlar. II. Emperyalistler arası savaşın hemen sonunda savaşı lânetleyen bir barış hakkı antlaşması imzalanmıştı[1945]. Daha iki ay geçmeden ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları yağdırmıştı... Kapitalizmin, emperyalizmin geçerli olduğu bir dünya’da barış bir haktır demenin savaşı lânetleminin bir kıymet-i harbiyesi olur muydu?

Aynı şekilde “İnsan Hakları Everensel Beyannamesi’nin ilânından [1948] bu yana tam 65 yıl geçti. O beyannamede mesela “sosyal güvenlik hakkından” söz ediliyordu [madde 21], “çalışma hakkından” söz ediliyordu [madde 22], eğitim hakkından söz ediliyordu [madde 26]. Bu gün bu üç alandaki manzara nedir? Her şeyin metalaştığı, paralılaştığı, özelleştirildiği bir dünyada hâlâ sosyal güvenlikten söz etmek ikiyüzlülük değil midir? Eğer gerçekten eğitim bir hak olsaydı, özelleştirilir, bir kâr ve kazanç unsuru, bir sömürü konusu yapılır mıydı? Çalışma gerçekten bir hak olsaydı, bunca işsiz, işsizlik ve yoksul olur muydu? Bunlar özel mülkiyetin ve rekabetin kutsandığı bir dünyada sadece bir söylem olarak varolabiliyor. Aslında balık baştan kokmuştu. Fransız Devrimi’nin “İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”nde sözü edilen özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri, rejim burjuvalaşıp, iktidar burjuvazi tarafından gasbedilince, taşların yerli yerine oturmasıyla, eşitliğin ve kardeşliğin yerini “ mülkiyet ve güvenlik” aldı ve bildirgenin içi boşaldı. Artık “yurttaş hakkı” mevzubahis bile değildi, ancak soyut insan hakkından söz edilebilirdi ve öyle oldu.  Marx,  Yahudi Sorunu adlı ünlü eserinde bu duruma açıklık getirmiş ve şöyle demişti: “ Her şeyden önce kaydedelim ki, yurttaş hakkından ayrı insan hakları, ancak burjuva topluluğunun üyelerinin hakları olabilir. Başka türlü söylersek, insandan ve toplumdan soyutlanmış egoist insanın hakkı olabalir”.

Yoksul zenginin velînîmeti...

O halde sadede gelebiliriz: Yer yüzünün efendileri hep yoksullukla mücadeleden söz ediyor ve yoksulluk sürekli artıyor? Dünyanın neresinde olursa olsun, politikacıların ağzından hiç düşmeyen söz, işşizlikle, yoksullukla mücadele. Zaman zaman “acaba bu adamlar söylediklerine gerçekten inanıyorlar mı?” dediğim oluyor. Elbette inansalardı, samimi olsalardı da değişen  bir şey olmazdı. Eğer geçerli sistem kapitalizm ise ve kapitalizm de eşitsizlikleri büyütmeden var olamıyorsa, üstelik her ileri aşamada toplumsal eşitsizlikler derinleşmek zorundaysa, kaşarlanmış politikacıların, onların hizmetindeki “uzmanların” ve sözde “bilim insanlarının” kuruntularının bir kıymet-i harbiyesi olur muydu? Kapitalizm ücretli emek sömürüsüne dayanır, ve ücret de en önemli  maliyet unsurudur. İkincisi, kapitalizm rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir ve rekabet, her kapitalisti maliyetleri sürekli olarak düşürmeye zorlar. Kapitalist için artı - değer oranını ve kütlesini [kârı] büyütmenin en kesirme yolu ücretleri düşürmekten geçer. Üçüncüsü, her ileri aşamada mülksüzleşme büyür ve dördüncüsü kapitalizm teknikçi bir sistemdir, her teknik gelişme çalışan sayısını azaltır. Bütün bunların sonucunda işssizlik ve yoksulluk artar ve artmak zorundadır. Eğer durum böyleyse, demek ki, işssizlikle, yoksullukla mücadele söylemi, işssizleri, yoksulları aldatmaya yarıyor... Gerçek dünyada reel bir karşılığı yok. Hem o hem öteki olmaz. Ya kapitalizm varolur işssizlik ve yoksulluk derinleşmeye devam eder, ya da kapitalizmin yerini insanı esas alan, doğaya saygılı bir başka sistem [ sosyalizm, komünizm] alır o zaman işşsizlik ve yoksulluk gibi kavramlar da sözlüklerden düşer. Ve bu ikisi arasında bir “orta yol” mümkün değildir. Zira kapitalizm reforme edilebilir, ameliyatla “iyileştirilebilir’ bir sistem değildir. İşşiz sayısının artması demek çalışanlar üzerindeki baskının artması demektir, dolayısıyla çalışanların düşük ücretlerle çalışmaya razı olmaları, gelir dağılımının kapitalist sınıf lehine bozulması, mutlak ve göreli yoksulluğun artması demektir.
“Yoksulluk sosyolojisi”nin babası sayılan Georg Simmel, bu alandaki kafa karışıklığına şöyle bir açıklama geteriyor: Ona göre yoksullukla mücadelenin birincil veya asıl amacı yoksullara yardım etmek değildir. Başka türlü söylersek, yoksullukla mücadele asla yoksullara yardım amacıyla örgütlenmiyor, başka hedefleri var. Toplumun periferisindeki yoksullar için yardım gerekli görülüyor, zira yoksulluğun belirli bir çizginin altına inmesi toplum için risklidir. Tam dışlanmışlık, üstesinden gelinmesi kolay olmayan sorunlar yaratma riski taşıyor. Sosyal ayrışmanın kimi sonuçlarının “yumuşatılması” için yoksullara yardım ediliyor. Ve buna yoksullakla mücadele deniyor... [Tabii kimin malını kime veriyorsunuz sorusu ister istemez akla gelir. Biri çaldığının bir kısmını ihtiyaç sahibine verdiğinde sonuçta  kendine ait olmayan ama gasbettiğinin bir kısmını vermiş olur. Zengin yoksula yardım ettiğinde de aslında başkalarından çaldığının çok küçük bir kısmandan vazgeçiyor ama bu sanki matah bir şeymiş gibi sunulabiliyor]. Yoksulları bir şekilde toplum dahilinde tutmanın yolu, onlara yardım etmekten geçiyor. Yoksullar sömürü düzeni için işlevsel: Birincisi,  zenginler yoksullara yardım ederek, sosyal olarak gerekli olduklarını, vazgeçilmez olduklarını, meşruluklarını kanıtlama imkânına kavuşuyorlar. Böylece prestijleri artıyor. Aslında söz konusu olan vicdanı rahatlatma operasyonu gibi görünüyor ama işin aslı pek öyle değil. Hayır için verilen ekseri vergiden düşüldüğü için, aslında zenginin cebinden bir şey çıkmıyor. Aslında verilmeyen bir şey verilmiş gibi gösteriliyor... Orada söz konusu olan eni-sonu bir muhasebe operasyonu, daha fazlası değil. Eğer öyleyse sorun “vicdanları rahatlatmakla değil, sahtekârlık ve ikiyüzlülükle ilgili demektir. Bu durumun üzerine gidilmemesi, sorun edilmemesi, yok sayılması mânidar değil mi?  İkincisi, yoksulların varlığı demek, ellerininin altına her zaman çok ucuza kullanabilecekleri bir iş gücü rezervinin varlığı demektir. Uzun lâfın kısası zenginlerin yoksullara ve yoksulluğa ihtiyacı var... O halde yoksullukla gerçek anlamda mücadele veya yoksulluğun yok edilmesi, eşitlikçi ilişkilerin hâkim kılındığı durumda mümkündür...

Dünyanın şu andaki manzarasına bakın ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Bir taraftan fanatik bir şekilde, tam bir fütursuzluk ve küstahlıkla yoksullaştırıcı, dışlayıcı neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar dayatılıyor; öte yandan da yoksullukla, işsizlikle mücadeleden söz ediliyor! Çalışma yaşamında işçiler, çalışanlar lehine ne kadar düzenleme varsa ortadan kaldırılıyor, çalışma yaşamına “iğretilik” dayatılıyor, her türlü korumaya son veriliyor, sosyal güvenlik sistemi tırpanlanıyor, [Dünya Bankası, sosyal güvenliğe karşı değil ama herkes kendi sosyal güvenliğinden sorumlu olmak kaydıyla] eğitim, sağlık, sosyal güvenlik özelleştiriliyor, kamu hizmetleri budanıyor, velhasıl her ileri aşamada toplumsal eşitsizliği ve yoksulluğu azdırıcı şeyler yapılıyor, bu arada bir de yoksullukla mücadeleden söz ediliyor. Oysa, yoksulluk son tahlilde bir sonuçtur, toplumum eşitsizlik temeli üzerinde yol alıyor olmasının bir sonucudur. Sadece yoksullukla mücedele perspektifine kilitlenmek, bir şeyi olmadığı yerde aramak, asıl sorunu yok saymak demektir.
Velhasıl, toplumsal eşitsizlik, o eşitsizliği yaratan ve derinleştiren kapitalizm, onun şimdilerdeki versiyonu olan neoliberalizm sorun edilmediği sürece, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır. O halde  bireysel sivil haklar söyleminin ötesine geçilmediği, ekonomik, sosyal, velhasıl kollektif haklar sorun edilmediği sürece, yoksulluk ve sefalet de derinleşmeye devam edecektir... Tabii her seferinde “yardımsever” ihtiyacı da artacaktır. Milyonlarca, milyarlarca insanın kaderi hayırsever [ philantrope] zenginlere ve yegane amaçları ve varlık nedenleri toplumu adlatmak, oyalamak, depolitize etmek  olan şu ünlü STK’lara [NGO’s] ihale edilmeye devam edilecektir... Tabii bu arada “demokratikleşmeden”  ve insan haklarından, “insânî kalkınmadan” da çok söz edilecektir... İnsan hakları mı dediniz: Ücret artışı ve fizikî-sosyal güvence talep eden işçilere, daha iyi bir eğitim isteyen öğrencilere, canlı doğanın yağmalanmasına, yok edilmesine itiraz eden aktivistlere, insana yakışır, yaşanabilir bir dünya için mücadele eden muhaliflere polisin, jandarmanın, savcı ve hakimlerin neyi reva gördügüne bak anlarsın denecektir... Artık içinde bulunduğumuz dönem, tartışma zeminini değiştirmeyi ve radikal olmayı gerektiriyor.  Marx,“ radikal olmak demek, sorunları kökeninde ele almaktır ve insan için o köken bizzat insanın kendisidir” demişti...



Hiç yorum yok: