9 Temmuz 2014 Çarşamba

KÖLE İSYANLARINDAN İŞÇİ SINIFI BAŞKALDIRILARINA (1)



BATI DÜNYASINDA İSYAN GELENEĞİNE DAİR KISA NOT(*)

FİKRET BAŞKAYA

Gezegenin tarihi bir kaç milyar yıl, gezegende canlı yaşamın varlığı milyonlarca yıl, bilen-yapan-eden insan anlamında (homo sapiens) insan soyunun tarihi de yaklaşık 50-60 bin yıl kadar gerilere gidiyor. Neolitik Devrim de denilen insanların yerleşik hayata geçip tarımı keşfetmelerinden bu yana da yaklaşık 11500 yıl geçtiği biliniyor. İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde toplum, bu günkü gibi sınıflara ayrılmış değildi. Devlet ortada yoktu. İnsan toplumları, uzunca bir dönem mülkiyet kavramından habersiz yaşadı. Oldukça uzun bir zaman diliminde temel yaşam ilkesini; paylaşma, bölüşme, dayanışma, yardımlaşma oluşturdu. Başka türlü ifade edersek, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplumsal düzen geçerliydi. Emek üretkenliğinin artması, alet-edevat ve beceri yeteneğinin gelişmesi, bir insanın kendi ihtiyacından daha fazlasını üretmesine imkân verdiği dönemden sonra, mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığı biliniyor. Çelişik olarak teknolojik ilerleme, yaşamı kolaylaştırmanın hizmetine sunulması gerekirken, insanları köleleştirmenin bir aracı da oldu. Dolayısıyla, her teknik gelişme insan refahını artırması gerekirken, insanları daha çok sömürmenin, baskı altına almanın, köleleştirmenin hizmetine sunuldu.

Toplumun ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve mazlum... olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve topluluklar arası çatışmalar da “olağanlaştı”, “sıradanlaştı”. Artık o aşamadan sonra insan toplumları farklı yoğunluklarda olsa da açık veya örtülü bir çatışma ortamında yaşayacaktı... Aslında ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin geçerli olduğu yerde, saldırı-karşı saldırı diyalektiği de kaçınılmazdır. Netice itibariyle baskının olduğu yerde baskıya, sömürünün olduğu yerde sömürüye (ki ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karşı mücadele eşyanın tabiatı gereğidir. Baskının yoğunluğu arttıkça baskıya maruz kalanların tepkisi de doğal olarak büyür. Bu yüzden boşuna “Bu güne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemiştir. “Özgür yurttaş ile köle, patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün kısası ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmiş, her seferinde ya toplumun devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olunmuştur.

Tarihin daha eski dönemlerinde hemen her yerde toplumun çeşitli zümreler hâlinde tamamıyla eklemlenişini, toplumsal konumların çok yönlü olarak derecelenişini görüyoruz: Eski Roma’da patrisienler, şövalyeler, plebler, köleler; Ortaçağda feodal beyler, vasallar, lonca ustaları, kalfalar, serfler ve bu sınıfların hemen hepsinde de özel derecelenmeler.

Feodal toplumun yıkıntıları arasında filizlenip yükselen modern burjuva toplumu sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırmamıştır. Modern burjuva toplumu eski sınıfların yerine yeni sınıflar, eski baskı koşullarının yerine yeni baskı koşulları, eski mücadele biçimlerinin yerine de yeni mücadele biçimleri getirmekten öteye gitmemiştir.”(1)

Eğer toplumda bölünmüşlük, sınıfsal karşıtlık kesin çizgilerle ayrılmış, sadece ezen-ezilen, sömüren-sömürülen iki sınıftan, iki cepheden ibaret olsaydı, durumun görünürlüğü çok daha kolay olur ve ezilen kesimlerin mücadelesi de daha etkin ve daha kolay sonuç alınır durumda olabilirdi. Oysa gerçek dünyada durum hiç de öyle değildir. Mesela burjuva toplumunu alalım. Teorik olarak kapitalist bir toplumda başlıca üç buçuk sınıf bulunması gerekirdi: 1. Sermaye sahipleri; 2. İşletme yöneticileri [müteşebbisler] ki şimdilerde bunlara daha çok CEO deniyor; 3. Proleterler (işçiler). Bir de bunlara üretilen malları ve hizmetleri tüketicilere ulaştıran, aracı tacir taifesini eklemek gerekir ki bu kesim de buçuğu oluşturur... Oysa gerçek durum çok büyük farklılık ve çeşitlilik arz eder. İşte büyük kapitalistler, hisse sahipleri (aksiyonerler), orta-boy kapitalistler, küçük işletme sahipleri vb. Aynı şekilde işçi sınıfı da bir dizi çeşitlilik arz eder: Düzenli bir işte çalışan iş güvencesine sahip kalifiye işçiler, sürekli bir belirsizlik ortamına itilmiş, düzenli bir iş ve gelirden yoksun olanlar, işsizler, iğreti işlerde çalışanlar vb.

Fakat ezen ve ezilen toplum sınıfları arasındaki fark, sadece sınıfsal nitelikte değildir. Farklılıkların bir dökümünü yapmak gerekse, herhâlde bir kaç kitap sayfasına sığmazdı. Farklı dinlere, inançlara, mezheplere mensup olanlar, farklı etkin kökenlere ait olanlar, derilerinin rengi farklı olanlar, farklı dilleri konuşanlar... Köylülüğün yaygın olduğu ülkelerde büyük toprak sahipleri, orta boy çiftçiler, küçük çiftçiler, topraksız köylüler, tarım işçileri... Tabii hepsi bu kadar değil, her bir ülkedeki sınıfsal-etnik- kültürel ayrışma bir ülkeden diğerine de farklılıklar gösterir.

Batı’da isyan (başkaldırı) geleneğini üç dönem ayrımı yaparak tahlil etmek, sorunun netleştirilmesini kolaylaştırabilir. Bunu köleci, feodal ve kapitalist çağların halk isyanları olarak ele alabiliriz. Fakat daha önce önemli saydığım bir hususu hatırlatmak uygun olur. Uygarlığın başlangıcından beri Batı’da (Avrupa’da) sınıf mücadelelerinin seyri, yoğunluğu ve etkileri, ortaya çıkardığı sonuçlar dünyanın geri kalan bölgelerinden farklıydı. Kabaca iki gelişme çizgisinden söz etmek mümkündür. Biri greko-romen çizgisi denilen, Avrupa’daki evrimi tanımlayan gelişme çizgisi ki bu genel evrim karşısında sadece küçük bir istisna idi. Dünya’nın geri kalanı bir istisna olan Avrupa’dan farklı bir rota izledi. Nitekim Batı’da köleci-feodal-kapitalist bir evrim çizgisi geçerliyken, dünyanın diğer bölgelerinde köleci üretim tarzı hiç bir zaman söz konusu olmadı. Asla temel bölünmüşlüğü ve çelişkiyi oluşturmadı. Söz konusu uygarlıklarda (üretim tarzlarında densin) köleci ilişkiler genel üretim tarzına eklemlenmiş olarak var oldu. İslâm coğrafyasında olsun, mesela Osmanlı imparatorluğunda köle-efendi ilişkisi istisna idi ve asla Antik Yunan ve/veya Roma imparatorluğundaki gibi değildi. Aynı şekilde bazı benzerlikler ve ortak noktalar olsa da Avrupa dışı dünyada Avrupa tipi bir feodalizmden de söz etmek mümkün değildir. İşte, Çin’de, Hindistan’da, İran’da, Orta Doğu’da, Kristof Kolomb’un macerası öncesinde Amerika kıtasında (Aztek, Maya-İnka uygarlıkları) geçerli üretim tarzlarını “feodal” olarak nitelemek abartılı bir basitleştirme olur.

Üzerinde durulması gereken bir önemli husus da Avrupa’da sınıfsal karşıtlıkların, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, dünyanın geri kalan bölgelerinden daha keskin oluşudur. Bunun nedeni Batı’da özel mülkiyetin istisna değil, kural olmasıdır. Oysa Doğu’nun büyük imparatorluklarında, krallıklarında, hanlıklarında, vb. toprak üzerinde özel mülkiyet kural değil istisna idi. Mesela Osmanlı İmparatorluğunda topraklar Beytülmâle aitti. Padişahların topraklar üzerindeki tasarrufu Tanrı adına yapılan bir tasarruftu...(2) Bu özellik, sömürü ve baskının (ezen-ezilen ilişkisini densin) Batı’dakine göre, görece daha “yumuşak” olmasını sağladı. Avrupa dışı toplumsal formasyonlarda “merkezî” bir devlet yapısı geçerliydi. Oysa Batı’da bir dizi iktidar bölünmüşlükleri (hiyerarşiler) söz konusuydu. Bu durum, sömürü ve baskıyı ve aynı zamanda bölünmüş unsurlar arasındaki çatışmaları ve tabii ittifakları da olanaklı hâle getiriyordu. Batı’da çok sayıda köle isyanı olduğu hâlde Avrupa dışı sosyal formasyonlarda veya uygarlıklarda köle isyanlarının pek vâki olmayışı doğrudan bu durumla ilgilidir.

Aslında insanlık tarihinin son bir kaç bin yılı isyanların, başkaldırıların tarihidir ama tarih, ezenler tarafından yazıldığı için ezilenlerin çığlığı pek duyulmadı. G. R. Elton bu konuda söyle diyordu: “Tarih, imtiyaz sahibi olmayanların duygu ve özlemlerini sıklıkla kaydetmez.” (Elton, 1964: 87) (3)

Zira yaşanmış bir olayın kimin tarafından hikâye edildiği önemsiz değildir.
İsyan edenle isyanı bastıranın anlattığı hikâye doğası gereği farklı olmak zorundadır. Bu konuda çok bilinen köle isyanı, Spartakus’un liderliğinde, Roma Cumhuriyet döneminin sonlarında patlak veren isyandır ama aslında bu isyan “köle savaşları” olarak bilinen üç isyanın sonuncusuydu. Önceki iki isyan milattan önce 1040-1039’da Suriye kökenli Eunus liderliğinde başlatılan ve 1032 yılanda bastırılan isyandı. Bu üç isyanın sebebi veya ortak paydasında o dönemde giderek büyüyen tarım plantasyonlarında ve madenlerde köle emeği sömürüsünün derinleşmesiydi. Ve köleler Sicilya’nın bir bölümünde “Sicilya Kırallığı” adını verdikleri Helenistik temelli bir kırallık kurmayı başarmışlardı. İsa’dan önce ikinci yüzyılın sonlarında birçok köle ayaklanması olduğu biliniyor.

İkinci köle isyanı MÖ 104 ve 100 yılları arasında patlak vermişti. Fakat bu ikinci önemli ayaklanma sadece kölelerin isyanı değildi, Salvius–Tryphon ve Athénion önderliğinde, çobanları da kapsayan bir isyandı. Aynı şekilde Sicilya’da Helenistik modele uygun bir krallık kurmayı başarmışlardı ama konsül Manius Aquilius Nepos tarafından ezildi.

Üçünçü büyük köle isyanı, MÖ 73 yılında patlak veren Spartakus liderliğindeki isyan, büyük köle isyanlarının sonuncusuydu. Roma İmparatorluğunun yürüttüğü genişleme ve yayılma savaşlarında çok sayıda esir alınıyordu ve bu esirler köle statüsüne indirgenerek, pazar için üretim yapan büyük çiftliklerde (latifundiyalar) ve madenlerde çok büyük baskı altında çalıştırılıyordu. Trakyalı bir çoban olan Spartakus ücretli asker olarak Roma ordusuna alınmış, ordudan firar etmiş, yakalanmış ve köle olarak satılmıştı. İtalya’nın güneyinde bir gladyatör okulu sahibi tarafından satın alındığı, okuldan bir grup arkadaşıyla kaçtığı ve önce haydutluk yaptıkları ama zamanla “sosyal eşkıya” niteliği kazandığı ve köleleri özgürleştirmek, ayaklandırmak üzere harekete geçtiği biliniyor. Bir zaman sonra Spartakus’un ünü yayılıyor, kölelerin umudu hâline geliyor ve İtalya’nın her yerinden köleler Vezüv yanardağının yamaçlarında toplanıyorlar. Kendi emekleriyle geçinir hâle geliyorlar, dayanışmayı-yardımlaşmayı esas alan bir yaşam tarzı oluşturmayı ve özgürce yaşamayı başarıyorlar. Oysa bütünüyle köle emeği sömürüsüne dayalı Roma’nın böyle bir duruma razı olması, böyle bir durumu tolere etmesi mümkün değildi. Zira böyle bir şey, Roma için var olma-yok olma meselesiydi... Spartakus, Alp dağlarını aşarak kölelerin ülkelerine dönmesi yönünde bir düşünceye sahipti ama bu düşünce, arkadaşları tarafından benimsenmiyor. O zaman, Sicilya’ya geçmek ve/veya Kuzey Afrika’da eşitlik temeli üzerinde bir yaşam tarzı oluşturma fikrini benimsiyor. Roma ordularının ilk iki saldırısı püskürtülüyor. Roma ordusu M. L. Crassus komutasında üçüncü bir taarruza geçiyor. Spartakus liderliğinde köleler, onu da yenilgiye uğratıyor ama savaşçı köleler itaatsizlik edip düzeni bozuyorlar, erkenden yağmaya girişiyorlar. Crassus, bu durumu lehe çevirip köle ayaklanmasını ezmeyi başarıyor... Ve Spartakus vuruşa vuruşa ölüyor. Bir kısmı köle kaçmayı başarıyor ama yaklaşık 6 bin kadarı yakalanıp Roma’ya götürülüyor. “Kentin girişindeki Apium yolunun iki yanına dikilen direklere bağlanarak (devlet terörü estirmek amacıyla) bir bir haça geriliyorlar. “Keşke bu yol Roma’ya çıkmasaydı!” Köle ayaklanmalarının bastırılması, Roma’nın Cumhuriyet’ten bütün yolların Roma’ya bağlanacağı imparatorluğa geçişini hızlandıran etmenlerden birini oluşturdu.”(4)

Alâeddin Şenel, “Kemirgenlerden Sömürgenlere-İnsanlık Tarihi” adlı ünlü eserinde, Spartakus ayaklanmasıyla ilgili şöyle diyor: “Spartakus köle ayaklanmasının insanlık tarihi bakımından iki önemli uzantısından söz edilebilir. Birincisi, Roma emperyalizminin sömürdüğü köleler ile boyunduruk altında tuttuğu halkların önderlerini (Spartakus ve İsa’yı) cezalandırmada haçı kullanmasıdır. Böylece haçın imparatorluğa, sömürüye ve baskıya karşı başkaldırmanın simgesi olması beklenirken tersinin olmasıdır. İlk kovuşturmalardan sonra, imparatorluğa uygun bir ideoloji olabileceğini kavrayan Roma yöneticileri, İsacılığı devlet dini yapma başarısını göstermişlerdir. Roma İmparatorluğunun dağılmasıyla kurulan düzenler ise (haksızlığın ve acımasızlığın simgesi olabilecek) haç’ı İsacılık ile birlikte eşitsizlikçi toplum düzenlerine (gönüllü) boyun eğdirmenin bir aracı olarak kullanabilmişlerdir.

Bunun tam tersi (ikinci) bir etkiyle, Roma İmparatorluğu’ndaki köle ayaklanması ve ayaklanmanın önderinin adı (Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasında “Spartakistler” ayaklanmasında görüldüğü gibi) eşitsizlikçi düzenlere başkaldıranların esin kaynaklarından birini oluşturabilmiştir.”(5)

Batı tarihinde Orta Çağ olarak bilinen çağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle (476), Kristof Kolomb’un macerasının başlangıcı olan 1492 arasındaki dönemi kapsıyor. Elbette bir çağ için bu tür kesin tarihler vermek o kadar da isabetli değildir. Yine de Orta Çağ uygarlığının dört ayırt edici niteliğinden veya özgünlüğünden söz etmek mümkündür:
1. Politik otoritenin bölünmüşlüğü/parçalanmışlığı, dolayısıyla devlet kavramının silikleşmesi.
2. Tarım ağırlıklı bir ekonomik işleyiş.
3. Toprağın sahibi olan ve militer soyluluk ve serflerden (köylülük) oluşan bir sosyal bölünmüşlük ve nihayet.
4. Hristiyan inancına dayalı, kilise tarafından biçimlendirilen bir düşünce sistemi.

Söz konusu toplumsal yapı XIII. yüz yıldan başlayarak dönüşüme uğradı ve esas itibariyle de yüzyılın sonundan itibaren tarımda belirgin değişimler ve dönüşümler ortaya çıktı. XIII. yüzyılın sonunda ortaya çıkan kuraklık tarımda tam bir yıkıma neden oldu; uzunca bir zaman süren kıtlık yaşandı. Bazı tahminlere göre 1347 ile 1353 arasında, yedi yılda Batı Avrupa’da 25 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan veba salgını da tarımı olumsuz etkiledi. Bu iki faktör tarım sektöründe bir yıkım tablosu ortaya çıkardı. İşgücü yetersizliği yüzünden ücretler yükselince dışarıdan, Baltık ve Slav ülkelerinden daha ucuza tahıl ithal etme yoluna gidildi. Bu yeni durum büyük toprak sahipleri ve senyörler lehine, küçük köylüler ve küçük soyluların aleyhine sonuçlar ortaya çıkardı. Zira küçük köylülerin ucuz ithal tahılla rekabet etmeleri mümkün değildi. Bu durumun sonucunda köylüler arasında işsizlik artmış, proleterleşme derinleşmişti. O tarihten sonra tarım daha çok kentin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliyor, tahıl üretiminin yerini sanayi ve ticaret bitkileri (keten kenevir, üzüm vb.) alıyor, köylüler işsiz kalmadıkları (proleterleşmedikleri) durumlarda ortakçı ve yarıcı statüsüne indirgeniyorlardı...

Tarımsal alanda bir önemli gelişme de kentlerin artan et tüketimini karşılamak üzere, büyük çaplı koyun besiciliğinin başlatılmasıydı. Ünlü “çitleme hareketinin (enclosure) başlamasıyla büyük toprak sahipleri konumlarını daha da pekiştirdi ve sürecin belirleyici unsuru hâline geldiler. Artık ortak mallar (common goods) kavramı önemini kaybediyordu ve toplumun, köylü kitlesinin ortak kullanımına sunulmuş tarım toprakları ve meralar büyük toprak sahiplerinin eline geçiyor, mülksüzleşme ve tabii proleterleşme derinleşerek devam ediyordu. Köylü topluluğu parçalandı. Bütün bunlara ekseri dayanılmaz vergiler ve angarya da ekleniyordu. Ve sonuç derinden derine yürüyen itirazların ve isyanların açık isyanlara dönüşmesi olacaktı... Köylü isyanlarıyla ilgili yazılı kaynaklar son derece sınırlı olsa da bu durum ezilen, sömürülen ve isyan etmekten, başkaldırmaktan başka seçenekleri kalmayan kırların emekçi çoğunluğunun çığlığını tam olarak unutturması da mümkün olmadı. Mesela daha XII. yüzyılda Normandiya köylüleri “bizde insanız” diye sızlanırken, XIV. yüzyılda İngiliz köylüleri: “Âdem toprağı beller, Havva yün eğirirken beyefendiler neredeydi?” diye hesap sorar hâle gelmişlerdi. Çitleme (enclosure) saldırısına karşı mücadele yürüten İngiliz köylülerinin şu beyti, durum hakkında bir fikir veriyor: [They hang the man, and flog the woman, That steals the goose from off the common; But let the greater villain loose, That steals the common from the goose].

Çaldı diye herkesin olan kazı
Adamı asıp kırbaçladılar kadını 
Saldılar lakin zalimin büyüğünü,
Herkesin olanı kaz kafalıdan çalanı.”

İnsafsız, yok edici, öğütücü bir saldırıyla yüz yüze gelen köylüler, çok çeşitli tepki ve mücadele yöntemlerine başvuruyorlardı: Angaryaya karşı pasif direniş, senyörler hesabına vergi toplayan senyörlük mübaşirleriyle çatışma, işi sabote etme, ot ambarlarını ateşe verme, senyörlere ait “özel ormanlarda” avlanma... söz konusu tepki ve mücadele yöntemlerinden bazılarıydı... Tabii buna zaman zaman başvurulan çapulculuk ve eşkıyalık yöntemini de dâhil etmek gerekir...

Batı Avrupa’da emekçi halk kitlelerinin yaşam koşullarını olumsuz etkileyen, itirazları ve isyanları tetikleyen sadece ortak mallara, “herkese ait olması gerekene” [commons] soyluların ve yeni yetme burjuvaların el koyması değildi. Mesela Fransa’da ardı-arkası kesilmeyen savaşlar, yenilgiler, her seferinde vergilerin daha da ağırlaşmasıyla sonuçlanıyordu ve bu dayanılmaz bir durumdu. Nitekim Flandre’lıların isyanı tam da bu ağır vergilere bir cevaptı. İsyancılar, Brugge ve İeper kenlerini ele geçirmişlerdi ama 1323 yılında patlak veren isyan 1328 de Cassel’de Fransa kralının ordusu karşısında yenik düşmüştü... Fransa’da “Jacques Hareketi” olarak bilinen ve önemli izler bırakan isyan da 1358 yılında bastırılmıştı. Avrupa köylü isyanları geleneğinden önemli izler bırakan bir isyan da İngiltere’de Wat Tyler önderliğindeki köylü ayaklanmasıdır. Bu isyanın bir özelliği de isyana zanaatkârların da dâhil olmasıydı. Bu vesileyle hatırlanması gereken bir şey de isyanların sadece toplumun “en yoksullarının” isyanı olmamasıdır. Nitekim tarım kesiminde durumları sarsılan kırların küçük toprak sahipleri ve aynı şekilde “küçük soylu” tabaka, isyanların önemli bileşenleriydi...


Hiç yorum yok: