9 Eylül 2014 Salı

Ortadoğu’nun Ufalanma Süreci-6




Cemil Gündoğan


Yeni Tarihsel Eğilimin Türkiye’deki Çatışmaya Etkileri

Ulus-üstü ölçekte entegrasyon ve merkezileşme, ulus-altı ölçekte cemaatlere bölünerek ayrılma eğiliminin dönemin tarihsel-sosyolojik eğilimi olarak tanımlanabileceğini belirtmiştim. Acaba bu eğilimin Türk devletiyle Kürt ulusal hareketi arasındaki çatışmaya etkileri nasıl olacaktır?
Genel bir tespit olarak, bu eğilimin Kürt hareketiyle Türk devletine olan etkilerinin aynı yönlerde ve aynı biçimlerde olmayacağını söyleyerek başlayabiliriz. Kürt hareketi bazı noktalarda, Türk devleti ise daha başka noktalarda bu eğilimden daha fazla etkilenecektir. Ayrıca bunlardan her birinin maruz kalacağı etkilerin tümü de aynı yönde işlemeyecektir. Örneğin, aynı eğilimin aynı aktöre olan bazı etkileri geliştirici yönde olurken, diğerleri köstekleyici bir nitelik taşıyacaktır. Dahası bunlar, içinde hareket ettikleri bağlama göre değişikliklere uğrayacak olan hareketli etkilerdir. Bu durum, karmaşayı iyice arttırıyor ve söz konusu eğilimin taraflara muhtemel etkilerini ortaya koyacak sabit bir matris yapmayı anlamsız kılıyor. Bunun yerine, söz konusu eğilimin taraflara nasıl yansıyabileceğine ışık tutabilecek bazı örnekler vermek daha anlamlı olacaktır.
Mesela Kürtler, uluslaşma sürecine görece geç girmiş bir toplumdur. Böyle bir toplum, son bir yüzyıldır uluslaşmanın bütün aşırılıklarını tek tek yaşayıp tüketmiş bir toplum olan Türklere oranla ulus-altı çözülme eğiliminin etkisine muhtemelen daha az açık olacaktır. Zira Türklerde ulus, deyim yerindeyse, kemale ermiş, artık pörsümeye başlamıştır, Kürtlerde ise henüz birçok yönden yükselme dönemini yaşamaktadır. Kısaca açayım.
Kürtlerin, Kürt olarak yaşadıklarından üretip ulusal ortaklığın harcına dönüştürerek tükettikleri tecrübeler henüz sınırlıdır. Mesela Cumhuriyetin ilk yirmi yılında yaşanan ve bir ortaklık alanı yaratmak bakımından olağanüstü güçlü zeminler sunan katliamlar bile bütün topluluğun tükettiği bir ortaklık alanına dönüştürülemedi. Çünkü ortada bunu yapabilecek bir ulusal hareket yoktu. Dolayısıyla toplumun ezici çoğunluğu, bütün o cehennem yıllarını kısmi, kopuk ve yerel reaksiyonlarla, yani kendi özel mecraları içinde izleyip tüketti.
Oysa aynı tarihlerde Türkler, “Milli Mücadele” adıyla kodladıkları tecrübelerden yeni bir ortaklık alanı çıkarmış ve bunu Osmanlıdan kalma kırık-dökük, parçalı ve benzemez toplulukları homojen tek bir toplum içinde kaynaştıracak bir eritme kazanına dönüştürdüler. 1970’lere vardığımızda, Türkler bu kazanın içine atabilecek malzemeyi büyük ölçüde tüketmiş, elde edebileceklerinin azamisini de elde etmişlerdi. Artık yavaş yavaş, o kazanın o zamana kadar eriterek benzeştirdiklerinin çözülmeye başladığı bir döneme giriyorlardı. Kürtler ise, ancak o dönemde mevcut ilişki sistemini tersyüz edebilen bir bakış açısı oluşturabildiler (bunda sosyalizmden aldıkları radikalizmin etkisi büyüktü) ve kendi adlarına bir karşı toplumsallık alanı yaratmaya koyuldular.
Kürtlerin başlattığı bu yöneliş, ancak 1990’ların başı itibarıyla mantıki sonuçlarına ulaşabildi. Artık bir Türk ile bir Kürt, gözlerinin önünde yaşanan bir ve aynı olaya birbirinden çok farklı anlamlar yüklüyordu. Örneğin sıradan bir Türk’e göre Saddam benzeri bir diktatörden öte bir şey olmayan Abdullah Öcalan, sayıları artık milyonlarla ölçülen bazı Kürtlere göre dünyadaki en değerli liderdi. Buradaki yarılma, Kürtlerin, yeni toplumsal tecrübeleri Kürtlük adına işleyen bir ortaklık alanının parçasına dönüştürebilecekleri mekanizmayı kurduklarını gösteriyordu ve Kürt tarihinde yeni bir aşamaya işaret ediyordu. Fakat o dönemde devlet de 70’lerden kalma Kürt aydın kuşağı da (başta İsveç’teki aydınlar olmak üzere) bu gelişmeyi tam olarak anlayamadılar. Değişimi anlayabilen veya sezebilen Vedat Aydın gibi aydınların bir bölümü, devletin kırım makinasından geçirildi. Canlarını kurtarabilenlerin büyük çoğunluğunun, birer aydın olarak daha sonraki sergüzeştleri ise oldukça acıklıydı. Ama işin bu tarafı bu ayrı bir tartışmanın konusudur.
Oysa aynı dönemde, Kürt hareketindeki yükselişin gaz verdiği, köpürtülmüş mafyatik milliyetçiliğin yarattığı toplumsal kasılmalar hariç tutulursa Türklerde ulus pörsüyor, Türklerin tümünü kucaklayan ortaklık alanları daralmaya başlıyordu. Avrupai Türklerle Asyatik Türklerin kapışıp devletin el değiştirdiği son on yılda ise bu daralma iyice belirgin bir hal almıştır.  İşte, ulus-altı ayrışma eğiliminin kendi etkilerini daha fazla hissettirmeye başladığı yeni süreci Türkler ve Kürtler bu koşullar altında karşılıyorlar. Bu durumda iki toplumun bu eğilimden etkilenme biçimleri kaçınılmaz biçimde farklı olacaktır.
Biraz daha somutlaştırırsak, içinde bulunduğumuz dönem itibarıyla, Kürtlerdeki ulusal birlik ve entegrasyon dinamiklerinin Türklerdekilerden daha diri olduğunu söyleyebiliriz. Bunu tek tek olaylarda gözlemek gayet kolaydır. Mesela Suriye Kürdistan’ında ilk hareketlenmelerin başladığı dönemi hatırlayınız. Apocusuyla, Barzanicisiyle Kürtlerin büyük çoğunluğu aynı heyecan dalgasına kapıldı. Ortak bir silkinme havası her tarafı sardı. Ve bütün bunlar Türklerinkiyle kıyaslandığında çok daha küçük ve çok daha amatör bir medya ağının varlığına rağmen oldu.
IŞİD’in Şengal’e yönelik saldırısı bir diğer örnektir. Sincar katliamı Kürdistan’ın dört bir tarafında ortak bir infial yaratmakla kalmadı, birbirleriyle çatışmanın eşiğine gelmiş olan DKP ile PKK’nin bazı yerlerde ortak mevzilere girmelerine de sebep oldu.
Bütün bunlar, ulusal bütünleşme eğilimlerinin Kürdistan’da hâlâ canlı bir dinamik olarak işlediğini gösteriyor. Bu yazı dizisinde sözü edilen tarihsel-sosyolojik eğilim, Ortadoğu’daki sınırların silikleşmesine katkıda bulunarak bu dinamiğe özel bir güç katıyor. Bu, geç uluslaşmanın sebep olduğu bir durumdur ve yeni dönemde Kürt siyaseti için bir fırsat yapısı anlamına geliyor.

Buna karşılık Türklerde, her yeni olay, yeni bir bölünme veya kapışma vesilesine dönüşmekte, bunun sonucu olarak bütün Türkleri ortaklaştıran alanlar kan kaybetmektedir. Rahat karşılaştırma imkânı veren bir örnek seçelim ve IŞİD’in Telafer ve Tuzhurmatu gibi yerleşim birimlerinde yaşayan Türkmenleri katletmesine karşı Türkiye’de gösterilen tepkiye bakalım. Sizin de dikkatinizi çekmiş olmalıdır, bu olay karşısında Türkiye’de ortaya çıkan Türk tepkisi, İslamcıların kendi özel ajandalarının bir parçası olarak harladıkları Gazze’deki katliamlara karşı gösterilen İslami tepkinin yanında devede kulak seviyesindeydi. Bu tepkiyi, IŞİD’in, yine aynı bölgedeki Yezidilere yönelik katliamına karşı Kürtlerin gösterdiği küresel tepkiyle karşılaştırırsanız aradaki farkı görürsünüz. Bunun manası şudur: Türkiye’deki her bir cemaatin kendi ortak alanlarını besleyen dinamikler, Türkiye’de, Türk ulusu denilen ortaklığı besleyen dinamiklere göre giderek daha fazla öne çıkmaktadır.
Elbette, bunu söylemekle, Türklerin milliyetçilikle işlerinin bittiğini, Türkler arasında ulusa denk gelen bir ortaklık alanın kalmadığını ileri sürmüş olmuyorum. Tersine, Türklerde ulus hâlâ insanı soluk almakta zorlayacak kadar güçlü bir çerçevedir. Fakat gelişmenin doğrultusu yukarıda özetlediğim yöndedir ve bu durum, bu yazı dizisinde sözü edilen ulus-altı düzeyde ayrışma eğiliminin bir ifadesidir. Belirtmeye gerek yok ki bu gelişme, yeni dönemde Kürt hareketinin lehine bir faktör olarak işleyecektir.

Ne var ki ulus-altı ölçekte ayrışma eğiliminin tam tersi yönde etkilerde bulunacağı alanlar da var. İç entegrasyon sürecini canlı biçimde yaşadıkları için, ulus-altı ölçekte ayrışma eğiliminin genel etkisine görece daha az açık olan Kürtlerin, bazı alt kalemlerde bu eğilimden Türklere oranla daha fazla etkilenmeleri pekâlâ mümkün. İşte bir örnek:
Türklerde aşiret on dokuzuncu yüzyıl sonu itibarıyla çözüldü. Bu durumda, ulus-altı ölçekte çözülme eğiliminin Türklerde bir yeniden-aşiretleşme süreci başlatma imkânı yoktur. Buna karşılık Kürtlerde aşiret hâlâ önemli bir toplumsal organizasyondur, dolayısıyla sözü edilen eğilimin Kürdistan’da bir yeniden-aşiretleşme yaratma potansiyeli yüksektir. Dün bir aşirete mensup olduğunu söylemekten utanan devrimcilerin, bugün Milanlı, Brukili, Haydaranlı, Cibranlı, Zırkili veya Kureyşanlı olduklarını söylemekte hiçbir sakınca görmemeleri, hatta bazı örneklerde bunu bir iftihar vesilesine dönüştürmeleri, bunun bir ifadesidir.(*)
Yeniden-aşiretleşme meselesini küçümsememek gerekiyor. Sebebini Irak veya Suriye’de yaşanan olaylara bakarak daha rahat anlayabiliriz. Haberlerde sık sık okur veya duyarsınız: “Filan aşiret IŞİD’e karşı ayaklandı” ya da “filan aşiret IŞİD’e katıldı”. Bu tür haberlerin arkasındaki gerçek, genellikle haberin kendisindeki sadelikten uzaktır. Örneğin, IŞİD’e katıldığı söylenen bir aşirete mensup bazı kişiler o sırada gerçekte IŞİD karşıtı saflarda savaşıyor olabilirler. Fakat bu tür haberlerde önemli olan bu değildir. Önemli olan, dün kendilerini aşiret üzerinden tanımlamayan bazı insanların veya toplumsal kesimlerin bugün aşiret üzerinden tanımlanmaya başlamalarıdır. Mesela şehirli orta tabakalar. Eskiden olsa, aşiretle birlikte anılmamaya özel bir özen gösterirlerdi. Fakat bugün giderek artan oranda aşiret çerçevesinde tanımlanıyorlar ve bu durum giderek “normal”leşiyor. Aşiret-üstü eski ortak kimlik değişik nedenlerle çözülünce, bir tür yeniden aşiretleşme süreci başlıyor. Bu durum, küresel ölçekli ulus-altı düzeyde ayrışma eğilimiyle gayet uyumludur. İşte bu nedenle söz konusu eğilimin Kürdistan’daki yeniden-aşiretleşme yönünde etkiler yaratması ihtimalini ciddiye almak gerekiyor.
Hiç kuşku yok ki, Kürtlerin olumsuz etkilere açık olduğu tek alan aşiret değildir. Kürtler, örneğin, devletler arasında bölünmüştür. Bu durum parçalar arasında farklı kültürel şekillenme demektir ve cemaatleşme için harika zeminler sunar.
Kürtler farklı lehçeler konuşurlar ve bu lehçeler, cemaat oluşumları için uygun kültürel koşullar yaratır. Güney’deki Barzan-Süleymaniye ayrışmasının aynı zamanda lehçeler arası bir farka denk gelmesi, sadece bir tesadüf değildir.  
Kürtler farklı dinlere ve mezheplere sahiptir. Bunlar, tarihsel geçmişe sahip cemaatleşmeler demektir ve önümüzdeki dönemde ulus-altı ayrışma eğiliminden güç alabilecek potansiyellere sahiptirler.
Listeyi uzatmak mümkün.  

***

Yukarıdaki örnekler gösteriyor ki, ulus-altı düzeyde ayrışma eğiliminin, çatışan güçler olarak Kürt hareketine ve Türk devletine yansımaları değişik olacaktır. Dolayısıyla taraflar açısından temel sorun, bu yansımaları önceden görmek ve muhtemel negatif etkilerini giderici, buna karşılık muhtemel pozitif etkilerini güçlendirici stratejiler geliştirmektir. Bunu daha başarılı yapan taraf, daha kazançlı çıkacak veya daha az kayıp verecektir.
Görebildiğim kadarıyla, Türk devleti yeni durumu karşılayacağını umduğu bir strateji geliştirmiş durumdadır. Zaman zaman “bölünmemek için büyümek” olarak tanımlanan bu stratejiye göre, Makedonya’dan Batum’a, Lefkoşe’den Süleymaniye’ye kadar Misak-ı Milli diye tanımlanan topraklarda yaşayan değişik gruplar, mümkünse devlet sınırlarının içine katılarak, değilse devlet-aşan sosyal ve kültürel ilişkiler çerçevesinde İslamcı bir iplikle devlete bağlanarak yarı-kıtasal nitelikte YENİ BİR DEVLET inşa edilecektir. Merkezine Asyatik Türklerin yerleştirildiği YENİ BİR ULUS da bu devletin sosyal temelini oluşturacaktır. Bir hahamın çocuğunu bile İmam Hatip Lisesine kaydedebilen yeni milli eğitim sistemi, yeni medya sistemi, yeni sermaye sistemi, Kürtlere sunulan Hamidiyeci “çözüm” önerisi…. bütün bunlar, sözü edilen yeni ulusun inşa edilmesiyle ilgili adımlardır. Şu sıralar daha sıkça duyar olduğumuz “Yeni Türkiye” lafı, bu yeni ulus’u simgeleyen bir slogandır.
Bazı okurlar, tarif edilen devletin sınırlarındaki belirsizlikten ötürü bunun gerçek bir devlet olamayacağını, dolayısıyla böyle bir devlet projesi de olamayacağını düşünebilirler. Eski dünyanın verileriyle bakıldığında doğru görünen bu itiraz, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yarışı için resmi seçim kampanyasını Almanya’da başlatabildiği bir dünyanın koşullarında yerinde bir itiraz olamaz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde daha şimdiden Erzurum ile Hamburg arasındaki fark ortadan kalkmışsa, yarın devlet-aşan sosyal ve kültürel ilişkilerin belirlediği sınırlar ile devletin resmi sınırları arasındaki ilişki de bugünkü gibi kalmayacaktır. Rusya ile Kırım veya Donetsk arasındaki ilişkiler konuyla ilgili bir fikir verebilir. Bugün Rusya ile Donetsk arasında resmi sınır hem vardır hem yoktur. Donetsk resmen Rus toprağı değildir, ama devlet aşan kültürel ve sosyal ilişkilere dayanarak Rusya tarafından Rus toprağı muamelesine tabi tutulmaktadır. Devletin yeni projesinde Silopi ile Zaho veya Nusaybin’le Kamışlı arasındaki sınırlar da böyle düşünülmektedir. 
Buradan yola çıkarak devletin yeni projesinin hem ulus-üstü düzeydeki entegrasyon eğilimine (yarı-kıtasal ölçekte bir devlet) hem de ulus-altı düzeydeki cemaatleşme eğilimine (İslam ipiyle birbirine tutturulmuş cemaatler) karşılık gelen bir proje olduğu söylenebilir.
Bu stratejinin, mevcut koşullarda ne kadar gerçekçi olduğu, söz konusu küresel eğilimlere ne kadar karşılık yaratabileceği türünden sorular ayrıca tartışılması gereken konulardır. Mevcut güçler dengesi ve Türkiye’nin mevcut kapasiteleri göz önüne alındığında, başarı şansı bulunmayan bir strateji olduğunu söyleyebiliriz.
Kürt tarafına gelince, henüz konuyu algılama safhasında oldukları söylenebilir. Bu aşamayı hangi tartışmalarla ve nasıl tüketecekleri ve buradan yeni eğilimlere ilişkin hangi stratejileri çıkaracakları ise henüz belli değildir. Şimdilik belli olan tek şey, Kürt hareketinin liderinin, Kürt hareketini Türk stratejisine eklemlemenin karşılığında kendini Türk siyaseti içinde işlevsel hale getirmeyi, sürecin en kritik adımı olarak takdim ettiğidir. Lider, “hele bunu alalım, gerisine sonra bakarız” havasında konuşmaktadır. Öcalan’a göre, lider bir şey olmuşsa, halk da bir şey olmuş demektir. Çünkü halk demek örgüt demek, örgüt demek de lider demektir. Bu adımın arkasından neler geleceğini bilemeyen Kürt hareketi ise bu belirsizliğin de katkısıyla bir gün mezarlıkta heykel dikerken, diğer gün Mecliste hırsız alkışlamak arasında gelip gitmektedir.
2014-09-09

-------------------------------------

(*) Burada sözü edilen değişimle ilgili daha geniş okumak isteyenler, “Geleneğin Değersizleşmesi: Kürt Hareketinin 1970’lerde Gelenekselle İlişkisi Üzerine” başlıklı makaleme bakabilirler. Büşra Ersanlı-Günay Göksu Özdoğan-Nesrin Uçarlar (derl); Türkiye Siyasetinde Kürtler –Direniş, Hak Arayışı, Katılım; İletişim Yayınları, 2012 içinde s. 93-150. 

Hiç yorum yok: