19 Ağustos 2014 Salı

Ortadoğu’nun Ufalanma Süreci-3







Cemil Gündoğan

Küresel Cemaatleşmenin Politik Etkileri

Geçen yazıda, ulus-üstü düzeyde entegrasyon, ulus-altı düzeyde ayrışma diye tanımlanabilecek bir tarihsel-sosyolojik eğilimin dünyada etkisini her geçen gün daha fazla hissettirdiğini ve Ortadoğu’daki ufalanmanın bu eğilimlerden bağımsız düşünülemeyeceğini belirtmiştim. Ne var ki sözü edilen eğilim ağır işleyen bir dip akıntısı; buna karşılık Ortadoğu’daki ufalanma çok hızlı gelişen, keskin, kanlı, ve çırpınmalarla dolu bir süreç olduğu için bu ikisi arasında bir ilişki olabileceğini düşünmek her zaman kolay olmamaktadır.
Kural olarak, somut, güncel ve hemen etkide bulunan doğrudan faktörler, derinden ve görece sessiz biçimde işleyen dip akıntılarına oranla radarlarımıza daha kolay takılırlar. Örneğin yarım asırdan fazla bir süredir Anadolu’da TÜSİAD dışında bir burjuvazinin gelişiyor olması, bu gelişme günlük veya saatlik ölçeklerde fark edilecek bir şey olmadığı için dikkatimizi çekmeyebilir. Ama bu tür milimlik gelişmelerin sonucunda oluşan sosyal zeminlere dayanarak iktidara uzanan bir siyasal figürün demagojik bir lafı veya seyirlik bir politik manevrası, pekâlâ değişimin esas nedeniymiş gibi görünebilir. Türk ordusunun politik hayat üzerindeki eski pozisyonunun geriletilmesini, Türkiye’de yeni toplumsal zeminlerin oluşmasıyla ilişkilendirmek yerine, Özal’ın bir askeri birliği şortla teftiş etmesiyle ilişkilendirmek, bu nedenle daha kolaydır. Oysa kural olarak, gerekli sosyal zeminler oluşmadan Özal’ın o olayda gösterdiği türden bir “cüret” kolay kolay ortaya çıkmayacağı gibi, bireysel bir karakter ürünü olarak çıksa bile kalıcı siyasal sonuçlar doğurmaz. Bu nedenle politik aktörlerin güncel manevraları kadar, bunların altındaki sosyal, kültürel ve tarihsel zeminlerin de izlenmesi, gelişmeleri anlamak bakımından asgari bir koşuldur.
Ortadoğu’daki gelişmeler düşünüldüğünde, ulus-üstü düzeyde entegrasyon, ulus-altı düzeyde ayrışma eğilimi de bu niteliktedir. Bu eğilimin güncel gelişmelere olan etkisi bire bir hissedilmez, ancak onu hesaba katmadan gelişmeleri doğru yorumlama imkânı da yoktur. Ne var ki geri planda işleyen bir faktör olduğu için, bu eğilimin güncel olaylar üzerindeki etkisi ya hiç görülmemekte ya da önemli ölçüde göz ardı edilmektedir. Yaşanan olayları yalnızca bölgesel veya küresel güçlerin politik ve askeri manevralarıyla ilişkilendirerek izah etmek bunun bir ifadesidir. Komplo teorilerinin bu kadar revaçta olması da aynı kavrayış ve davranış biçiminin bir ifadesi ve sonucudur. Oysa tarihsel ve sosyolojik eğilimler, ihmale gelecek faktörler değildir. Bu tür eğilimlerin politik projeler üzerinde ne tür etkiler bırakabileceğini anlamak için aşağıdaki örneklere bakmak yararlı olabilir.
***
Yugoslavya örneğine geçerken değinmiştim. Bu sefer Ortadoğu’dan bir ülke seçelim ve tarihsel ve sosyolojik eğilimlerin, bugünkü bölünme tartışmalarının göbeğine oturmuş olan Irak’ta politik gelişmeleri ne yönde etkilediklerini izlemeye çalışalım.
Irak denilen toprak parçası, tarihsel olarak, değişik etnik ve dini gruplara ilaveten her bir grubun da kendi içinde tarikatlara ve aşiretlere bölündüğü çok parçalı bir kültür havzasıydı. İngilizler, 1918’de bu bölgeyi işgal ettiklerinde söz konusu bölünmelerin çok iyi farkındaydılar, ama yeni rejimi kurarken bu bölünmeleri bire bir izlemediler. Bölünmenin yarattığı bazı imkânları da kullanarak kendi entegrist projelerini yürürlüğe soktular: Bağdat’a bir kral tayin ettiler ve bütün geleneksel kimliklerin ve kesimlerin buna biat ederek bütünleşmiş bir Irak ulusu halinde örgütlenmelerini dayattılar.
Eklemek gerekir ki, o sıralar entegrizm, 1700’lerden itibaren yükselen uluslar çağının arkasındaki tarihsel-sosyolojik eğilimi oluşturuyordu: Belli bir toprak parçası üzerindeki değişik kültürel ve sosyal yapıları gerileterek, o toprakların üzerinde yaşayan insanları tek tek bireyler halinde bir ulus tahayyülü içinde entegre etme eğilimi.
Elbette İngilizler bu entegrist projelerinde yalnız değildi. İçeride, Osmanlı bürokrasisinin artıkları ve Jön Türklerin Arap muadilleri gibi bazı yerli güçler de aynı projeyi destekliyordu. Fakat halkın çoğunluğu projeye karşı ya ilgisizdi ya da muhalif. Nitekim kısa süre içinde direnişler başladı. Daha sonraları Arap tarih yazıcılığında “emperyalizme karşı kahraman bir ulusal direniş” olarak resmedilen ve İngiliz karşıtlığından ötürü o zamanlar Lenin’i de heyecanlandırmış olan güneydeki Şii ayaklanması (1920), bir yanıyla da İngilizlerin projesinin entegrist niteliğine karşı bir direnişti. Aynı dönemde Şeyh Mehmudê Berzenci’nin Kürtler adına Bağdat’a karşı yükselttiği direniş de dayatılan entegrizm programına Kürtler cephesinden gösterilen tepkilerden biriydi. Fakat bu direnişler etkili olamadı, entegrist proje, aksayarak da olsa yürümeye devam etti.
Irak örneğini konumuzun terimleriyle ifade edersek durumu şöyle özetleyebiliriz: 1700’lerden beri yükselmekte olan tarihsel-sosyolojik entegrizm eğilimine yaslanan veya doğrudan onu temsil eden bazı dış ve iç güçler, 1900’lerin başlarında geleneksel bölünmüşlük etkenlerinin bir hayli güçlü olduğu bir bölgede, bu etkenleri sınırlamak isteyen bir projeyle sahaya iniyorlar. Kaçınılmaz sonuç çatışma oluyor ve bu çatışma, karşıtlarının baskın karakterine rağmen entegrist güçlerin zaferiyle sonuçlanıyor.
Öykünün devamı daha da ilginç: Zafer kazanan entegrist projenin içerdeki savunucuları, pozisyonlarını düzelttikten sonra, BAAS adı altında bu kez bütün Arapların entegrasyonunu hedefleyen yeni bir projeye el atıyor. Bir diğer deyişle, entegrizm yanlıları, başlangıçtaki güçsüz hallerine rağmen içeride zafer kazanmakla kalmıyor, yaklaşık yarım asırlık bir tahkimattan sonra dışarıya da benzer bir program dayatmaya çalışıyor.
Elbette ki Irak’taki entegrist projenin başarısının tek nedeni bu projenin tarihsel planda yükselmekte olan bir eğilimle uyumlu olması değildi. İçerideki ve dışarıdaki birçok sosyal, siyasal, kültürel, ideolojik vb. etken bu sonuç üzerinde etkide bulundu. Ancak bu etkenlerin bir kısmı daha aşağı düzeylerde çeşitli biçimlerde sözü edilen eğilimle ilişkilendikleri için Irak’taki projenin başarısında tarihsel eğilimle uyumlu olmanın rolünü yadsımak, imkânsız hale gelir.
Peki, bugünkü durum nedir?
Bugün tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Dün entegre olan Irak bu kez çözülmektedir. İlginç olan şudur ki, Irak’taki dünkü entegrasyon projesi, nasıl o gün küresel planda yükselmekte olan entegrizm eğilimiyle uyum halinde idiyse; bugünkü çözülme eylemi de, yine küresel ölçekte hissedilen ulus-altı düzeydeki ayrışma eğilimiyle uyum halindedir. Kanımca, bu paralellikler bir tesadüf değildir ve bir kez daha küresel ölçekli tarihsel-sosyolojik eğilimlerin içerdeki politik gelişmeler üzerindeki ilişkisini göstermektedir.
Fakat Irak’la ilgili analizlerde meselenin bu boyutu yok pek görülmemektedir. Analizcilerin çoğunluğu, Irak’taki bölünmeleri, açık veya örtük biçimde, Irak’taki merkezin ABD’nin saldırısı sonucunda yıkılmış olmasına bağlamaktadır. Ne var ki bu izahat, gerçeğin tamamını vermekten uzaktır. Evet, Irak’ın çözülüşünde, bir dış saldırıyla merkezi yapının çökertilmiş olmasının etkisi göz ardı edilemez; fakat her şeyi bu dış saldırıyla açıklamak mümkün değildir. Böyle olduğunu anlamak için şu soruyu sormak yeterlidir:
Arap aydınlarının önemli bir bölümünün, yükselen şehirli modernist orta tabakaların, bir kısım Arap burjuvasının ve bazı Arap bürokratlarının, Arap âlemini birleştirme ateşiyle tutuştuğu 1960’larda veya 70’lerde, bir dış güç Bağdat’a ağır bir askeri yenilgi yaşatsaydı, toplumdaki mezhepsel ve tarikatsal bölünmeler, siyasetin taşıyıcısı konumundaki orta sınıf elitleri üzerinde bugünkü kadar etkili olabilir miydi?
Bu soruya olumlu cevap vermek çok zordur. O dönemin rüya lideri, bütün Arapları tek bir devlet içinde birleştirmeyi slogan edinmiş olan Cemal Abdül Nasır’dı. Tek tek ülkelerdeki bütün siyasal süreçler bu (modern) eğilimden etkilenirdi. Entegrist eğilimlerin böylesine güçlü olduğu bir entelektüel atmosferde, halkı mezheplere ve tarikatlara bölerek kendine iktidar zemini yaratmaya çalışan Tikritli veya Necefli lokal bir lider, söz konusu elitler üzerinde bugün olacağı kadar etkili olamazdı.
Nitekim Irak’taki merkezi yapı, 1950’lerin ortalarından 1980’lere kadar, dış müdahaleler ve askeri darbeler sonucu birkaç defa çöktü veya sarsıntıya uğradı. Ama bu sarsıntıların hiçbirinin ardından geleneksel kimliklere dayalı siyaset ilkesi ve çözülme Irak’ta baskın hale gel(e)medi. Her seferinde entegrist bir program durumu kontrol etmeyi başardı. BAAS, bu programın son ve cisimleşmiş haliydi ve örgütün kilit noktalarında Tikritlileri istihdam etmekle birlikte program ve strateji itibarıyla bölgeci (Tikritçi) değil, entegrist bir çizgi izliyordu. Irak’taki mevcut çözülüşü esasta dış müdahaleyle açıklama eğilimindeki baskın görüş, bu tarihsel tecrübeyle uyuşmamaktadır.
Irak merkezindeki son çöküşün öncekilerden iki önemli farkı vardır. Yabancı işgal ve çöküşün, küresel ölçekte hissedilen ulus-altı düzeydeki ayrışma eğilimiyle çakışmış olması. Dolayısıyla tutarlı bir analiz, bugün yaşanan olayları bu etkenlerden sadece biriyle değil ikisiyle de ilişkilendirmek durumundadır.
Öte yandan Irak’taki son işgalin fazla uzun sürmediğini de biliyoruz. ABD ile müttefikleri iyi-kötü işleyen merkezi bir devlet aygıtı kurduktan sonra askerlerini Irak’tan çektiler. Böylece, bir bakıma merkezdeki eski çöküşlerden sonra şahit olduklarımıza benzer bir durum oluşmuş, entegrist bir program kontrolü ele almış oldu. Ama ne hikmetse, entegrist program bu kez işlemedi. ABD ve İran gibi devletlerin Irak’ın bütünlüğünü korumak için verdiği ciddi dış desteklere rağmen entegrizm değil çözülme öne çıktı. Nitekim çözülme hâlâ devam ediyor.
Bütün bunlar, Irak’taki ufalanmayı sadece eski merkezin çökmüş olmasına bağlamanın doğru bir değerlendirme olmadığını ortaya koyuyor. İkinci farklığı, yani merkezdeki çöküşün, global ölçekte yaşanan ulus altı düzeydeki çözülme eğilimiyle çakışmış olması faktörünü de hesaba katan bir değerlendirme, gerçeğe daha yakın olacaktır.
İngilizler tarafından işgal edilmesinden günümüze kadar yüz yıllık Irak tarihi, küresel ölçekte hissedilen tarihi-sosyolojik eğilimlerin içerideki toplumsal ve siyasal gelişmeler üzerinde ne tür etkiler yaratabileceğini çarpıcı biçimde anlatıyor.

Elbette Ortadoğu’daki tek örnek Irak değildir. Geçmişteki yükselen entegrizm eğiliminin içerideki gelişmeleri nasıl etkilediğinin bir diğer örneği İran’dır. İran tarihiyle ilgilenmiş olanlar, Rıza Şah’ın 1920’lerde başlayan yükselişinin sözü edilen entegrizm eğilimiyle ilişkisini kurmakta zorlanmazlar. Yazıyı fazla uzatmamak için şu kadarını belirtmek isterim ki, Rıza Şah, kendisine iktidar yolunu açacak olan Kazak Garnizonunun başına geçtiğinde, İran’da onun emrindeki kadar askere hükmeden başka aktörler de vardı. Ama bunların birçoğundan farklı olarak Şah, bütün İran’ı entegre etmeyi amaçlayan bir programla sahnedeydi. Nitekim yaklaşık 10-15 yıllık bir süre içinde, değişik yönlerde işleyen bu güçleri büyük oranda entegre etmeyi başardı. İran’ın 2500 yıllık bir devlet olduğu söylemi, akılda genellikle bu devletin her zaman merkezi ve entegre bir yapı olduğu yolunda bir imaj yaratır. Ama bu, gerçek hayatta karşılığı olmayan bir imajdır. Gerçek manada entegre olmuş merkezi bir İran devleti, ilk kez Rıza Şah’a nasip olmuştur. Rıza Şah’ın bu tecrübesi de tarihsel-sosyolojik eğilimlerin, içerideki gelişmeler üzerinde fark edilmesi zor olsa bile inkârı mümkün olmayan etkiler yarattığını gösterir.
Ortadoğu’da tarihini bilmediğim devletlerin sayısı, tarihini iyi-kötü bildikleriminkinden daha fazladır. Fakat bütün uluslaşma süreçlerinin, büyük oranda asimilasyonla el ele giden entegrasyon süreçlerinden oluştuğu gerçeğinden yola çıkarak Ortadoğu’daki bütün devletlerin arakasında dünkü yükselen entegrizm eğilimiyle uyumlu bir projenin olduğunu tahmin edebilirim. Dünün entegrizm ilkesi, bugün, yerini ulus-altı düzeyde çözülme ilkesine bırakmaktadır. Dün küresel ölçekli entegrizm ilkesi içerideki entegrist projeleri nasıl güçlendirdiyse, bugünün küresel ölçekli çözülme ilkesi de tek tek ülkelerdeki çözülme süreçlerini güçlendirici etkiler icra etmektedir ve edecektir.
Dolayısıyla Ortadoğu’daki çözülme sürecini anlayabilmenin ön koşulu, yazının birinci bölümünde belirttiğim gibi, komplocu mantığı terk etmek ise kritik koşullarından biri de, bu sürecin küresel planda aktif olan tarihsel-sosyolojik çözülme eğilimiyle olan ilişkisini kurabilmektir. Mevcut durumu analiz ederken kendimizi sadece radarlarımıza daha rahat takılan güncel politika düzlemindeki hareketler ve gizli komplolarla sınırlayamayız. Bu hareketler ve komplolar bir boşlukta değil, belli bir toplumsal ve tarihsel zemin üzerinde işledikleri için, bu zemini hesaba katmadan yapılacak her analiz eksik kalacaktır. Günümüzde bu zeminin ana taşıyıcılarından biri ulus-üstü düzeylerde entegrasyon ise diğeri ulus-altı düzeylerde ayrışma eğilimidir. Dolayısıyla Ortadoğu’daki ufalanma süreçlerine bir de bu noktadan bakmak gerekmektedir.

Gelecek yazıda, cemaatleşme eğilimini bu kez de sosyalleşme ilkesi çerçevesinde ele almaya çalışacağım.
2014-08-19



Hiç yorum yok: