9 Temmuz 2014 Çarşamba

KÖLE İSYANLARINDAN İŞÇİ SINIFI BAŞKALDIRILARINA (2)





FİKRET BAŞKAYA

Kapsamı, yoğunluğu ve etkileri farklı olmakla birlikte, XVI. yüzyıl ve sonrasında Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, İtalya ve Macaristan’da çok sayıda köylü ayaklanması oldu. Bu isyanlardan en kapsamlılarından biri de Almanya’da Thomas Münzer’in önderlik ettiği ünlü “Köylüler Savaşı”dır. Köylüler Savaşı’nın diğer köylü isyanlarından farkı, onun ortaklaşmacı bir perspektife sahip olmasıdır. Hareketin sloganlarından biri omnia sunt communia (her şey ortaktır) idi. Ve çağına göre son derecede ileri bir perspektife sahipti. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Thomas Münzer, çok erken yaşta babasını kaybediyor. Slav kökenli bir zanaatkâr olan babası, bir kont tarafından idam ediliyor. Leibzig’de teoloji eğitimi görüyor ve rahip yardımcılığı görevine atanıyor. Sosyal bir devrimin gerekliliğine inanıyor ve bu yüzden kurulu düzenin efendileriyle (Sivil iktidar, Roma Kilisesi ve Martin Luter’le) arası açılıyor. 1523’ter itibaren Luter’e yönelik itirazının dozu artıyor. Fikirlerini köylüler arasında yaymak için isyanı bir avantaja dönüştürmek istiyor. İsyancı köylülerin taleplerini 12 maddelik bir manifestoda ortaya koyuyor. Ve isyan, Almanya’nın Fransa sınırlarından Avusturya içlerine kadar geniş bir bölgeye yayılıyor... Komutasındaki 7-8 bin kadar savaşçı köylüyle 1525 yılında Mühlhasen ve Thuringe kentlerini ele geçiriyor. Ve fakat Frankenhausen’deki savaşta isyan yenilgiye uğratılıyor. Thomas Münzer yakalanıyor, başı kesilerek idam ediliyor. (İbreti âlem için densin) Başı ve gövdesi ayrı ayrı sergileniyor... Münzer’den yüz yıl kadar önce benzer bir isyan da bizim topraklarımızda Şeyh Bedrettin liderliğinde gerçekleşmişti, onun âkibeti de Münzer’inki gibi olmuştu...
Tarih boyunca halklar isyan etmeye devam ettiler, çoğu kez de yenildiler, liderleri, önderleri, ön saflarda savaşanları her durumda hunharca katledildi ve Garp cephesinde yeni bir şey yok... Aslında özgürlük mücadelesinde yenilmek diye bir şey yoktur. Zira adımını attın mı özgürleşmeye başlarsın ve bu öylece sürüp gider... Her ne kadar isyanlar kısa vadede yenilmiş gibi görünseler de her zaman bir şeyleri değiştirmeyi -az ya da çok- başarmışlardır. Mücadele deneyimleri nesilden nesile aktarılmış, ilham, cesaret ve umut kaynağı olmuştur.

Köle ve köylü isyanlarından, ekonomik ve politik devrimlere: Modern zamanlar.
Avrupa’nın batısında XIII. yüzyılda başlayan ekonomik ve sosyal değişim, 1492 sonrasında “Yeni Dünya”nın “keşfi”yle (fethi demek daha uygun) hızlandı. XVIII. yüzyılın son iki on yılında da yeni bir rotaya girdi. XVIII. yüzyılın sonunda ortaya çıkan iki önemli olay (devrim): İngiliz sanayi devrimi ve Fransız politik devrimi sadece Avrupa’nın değil, bir bütün olarak insanlığın manzarasını baştan aşağı değiştirecekti. Bunlardan birincisi olan sanayi devrimi, o tarihten sonra ekonominin üzerinde yol alacağı teknik temeli oluşturdu; ikincisi de politikanın (yönetimin) nasıl yapılacağını, devlet yönetiminin nasıl bir temel üzerinde yol alacağını belirledi. Elbette insanlık tarihinde müstesna öneme sahip bir yeri olan Büyük Fransız Devrimi’nin gerisinde de “aydınlanma” (Lumières) ve modernite devrimi vardı. Sanayi devrimine kesin bir tarih atfetmek pek uygun olamasa da James Watt’ın buharlı makinanın telif hakkını aldığı 1784 yılı başlangıç tarihi sayılabilir... Ondan beş yıl sonra da (1789) Fransız Devrimi patlak verecekti.
O tarihten sonra kapitalizm, hızlı bir gelişme kaydedecek, eski üretim, tüketim ve yaşam biçimlerini alt-üst edecek, bir tsunami gibi her şeyi kapsayacak, kendi mantığını dayatacak, velhasıl geleneksel yapıları hızla dönüştürecek ve kendi suretinde bir dünya yaratacaktı. Bu, artık her şeyin metalaştığı, paralılaştığı, bir alım-satım ve ticaret konusu olduğu dönemdi. Fakat kapitalizm esas itibariyle mülksüzleştirerek sermaye biriktirmek, her seferinde daha çok biriktirmektir. Zira sermaye biriktirmenin öteki yüzü, mülksüzleştirme, proleterleştirmedir. Başka türlü ifade edersek kapitalizm, kutuplaştırıcı bir temel eğilime ve dinamiğe sahiptir. Yoksulluk üretmeden zenginlik üretemez, kutuplaştırmadan yol alamaz. Dolayısıyla kapitalist gelişmenin ileri her aşaması, geniş toplum kesimlerinin yaşam koşullarının göreli ve mutlak kötüleşmesiyle sonuçlanabilirdi ancak. Kapitalizmde mündemiç bir temel çelişki demeye gelen ‘üretim için üretim’ sapması, bu gün insanlığın yüz yüze geldiği sayısız insanî ve toplumsal kötülüklerin ve ekolojik bozulmanın yegane nedenidir...
Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan teknik gelişmeler, doğal ve mantıkî olarak insanların daha kolay, daha az zahmetle, daha az zamanda üretip daha iyi yaşamalarına imkân vermesi gerekirken, çelişik olarak her teknik ilerlemeyle birlikte emekçi halk sınıflarının durumu kötüleşmeye devam etti. Üstelik söz konusu süreç, sadece insanî ve sosyal mahiyetteki sorunları azdırmakla da kalmadı, doğanın dengesini ve toplum-doğa metabolizmasını da çatlattı... Velhasıl şimdilerde kapitalizm, gezegende yaşamı tehlikeye atmış bulunuyor.
Sanayi devrimiyle birlikte başlayan süreç, bir taraftan mülksüzleşmeyi derinleştirirken diğer yandan da onunla birlikte işçi sınıfının yaşam koşullarını dayanılmaz hâle getirdi. Sanayi devriminden sonraki ilk on yıllarda günlük çalışma süreleri 14-16 saate kadar çıkıyordu. Kadın ve çocuk emeği sömürüsü de istisna değil, kuraldı. Fabrikalarda çalıştırılan çocukların yaşı 5’e, 4’e kadar iniyordu... Genel bir çerçevede işçiler, ikili saldırıyla karşı karşıyaydılar: 1. İşverenin baskısı; 2. Devletin baskısı. Oysa Fransız Devrimi “eşitlik ve özgürlük ilkeleriyle insan ve yurttaş haklarını tüm insanlar için vazgeçilmez ilân etmişti. Ama daha devrimin ikinci yılında (1791) işçilerin bir araya gelip dernek kurmaları yasaklanmıştı. Fakat tüm baskılara ve yasaklara rağmen çatışmalar yayılıyor, mücadele devam ediyordu... 1831 yılında Lyon’da patlak veren ünlü Canuts isyanı, hunharca ezilmişti. Aynı şekilde Paris’te işçiler, orduya karşı sokaklarda barikatlar kurmuşlardı.
Bu dönemde işçi sınıfının içine sürüklendiği sefalet ortamı ve dayanılmaz yaşam şartlarıyla ilgili olarak, Fransa’da Emile Zola’nın, İngiltere’de Oliver Twiste’in romanları son derecede öğreticidir... Elbette sayıları hızla artan ve yaşam koşulları da hızla kötüleşen işçi sınıfının (proleteryanın) bu saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildi. Daha önce söylediğimiz, saldırı-karşı saldırı diyalektiği hükmünü icra etmek durumundaydı. Mücadele içinde işçiler, kendi konumlarının bilincine vardılar ve bir işçi sınıfı bilinci de ortaya çıktı. Kapitalizmin saldırısına karşı ortaya çıkan ilk tepki İngiltere’deki Luddites isyanıydı ve bu hareket, 1811’den itibaren yaygınlaşacaktı. Aslında Luddites isyanı, bir tür içgüdüsel tepkiydi: İşçiler yaşamlarını çekilmez hâle getirenin fabrikalar olduğu düşüncesiyle makineleri kırıyor, fabrikaları ateşe veriyor, patronların (efendilerin densin) evlerini talan ediyordu... Rivayete göre hareket adını, Ned Ludd adında bir işçiden alıyor. “Kaptan Ludd”, “General Ludd”, “Kral Ludd” olarak da anılan Ludd’un bir tür efsaneleştiği anlaşılıyor... İleriki dönemde Luddism ve/veya Luddist, terimleri teknolojiye karşı olanlar için de kullanılmıştır. Her seferinde ordu, bu isyanları eziyor ve kontrol altına alıyordu. Makineleri asıl düşman olarak gören (algılayan) bu mücadele tarzı, 1820’li yıllardan itibaren etkisizleşiyor: Köksüzleşen kalifiye olmayan yeni proleterler arasında gruplaşmalar ortaya çıkıyor, bir dizi mezhep oluşuyor ve daha sonra politik eylem girişimleri başlatılıyordu... 1836’da Chartiste hareket, genel oy hakkı ve maaşlı milletvekilliği için mücadele yürütüyor ve bu mücadele 1848’de başarısızlığa uğruyordu... 1834’te Robert Owen ilk işçi sendikasını kuruyor ve artık işçi sınıfı için örgütlü mücadele dönemi başlıyordu. Nihayet 1884’de ‘Sendika ve Grev Hakkı’ kabul ediliyor, o tarihten sonra sendika, grev ve toplu sözleşme pratiği yerleşiyordu...
Tüm Avrupa’yı saran ‘1848 Devrimleri’nden sonra mücadele, yeni bir sürece girdi. Aynı yılda Sosyalist teorinin kurucuları ve mücadelenin liderleri olan Marx ve Engels’in ortak kaleme aldıkları Komünist Manifesto [1848] yayınlandı. Artık sınıfsız-sömürüsüz, sınırların olmadığı bir insanlık toplumunun imkân dâhilinde olduğu düşüncesi zihinlere yerleşmekteydi. 1864 yılında “Komünist Enternasyonali” olarak da bilinen “Uluslararası İşçi Derneği”nin (L’Asociation İnternational des Travailleur) toplanması, işçi hareketi ve sosyalist mücadele bakımından sembolik ve reel bir öneme sahipti. Batı’da (Fransa’da) kapitalizmden çıkma ve sosyalist bir toplum kurma yolundaki ilk kalkışma 1871’de ortaya çıkan “Paris Komünü”ydü. Gerçi Komün, ezildi ve ömrü çok kısa oldu ama sosyalist bir toplumun mümkün ve gerekli olduğuna dair bilincin canlı kalmasını sağladı.
O dönemden sonra sosyalist bir toplumsal düzen için verilen mücadele, biri Marksizm, diğeri de Bakunin ve Jeseph Proudhon’un öncülük ettiği anarşizm olmak üzere iki rotada yol alacaktı. Anarşizm başlarda özellikle Rusya, Fransa, İspanya ve İtalya’da etkili olsa da 1900’lerin başından itibaren politika alanındaki etkisi ve görünürlüğü zayıfladı.
Batı Avrupa’da işçi sınıfının örgütlü mücadelesi önemli kazanımlar elde etti: İş istikrarı sağlandı, iş kazaları önemsenir oldu, 1850-1860’lı yıllardan başlayarak ücretlerde sürekli bir artış sağlandı, sosyal konut planı gündeme getirildi ve genel bir çerçevede işçilerin yaşam standardı görece iyileşti...
İzleyen dönemde büyük sendikalar ve sosyalist/işçi partileri kuruldu. Lakin burjuva parlamentosuna dâhil olmak, zamanla mücadelenin etkinliğini zaafa uğrattı. Kapitalizmi aşma hedefi savsaklandı. Reformist/revizyonist bir rotaya girildi.
Aslında işçi sınıfı mücadelesinin genel bir çerçevede iki rotada ilerlediğini söylemek mümkündür: Fransız sendikacılığı devrimci bir karaktere sahipti. Kapitalizmi aşmayı hedefliyordu. CGT (Confédération Générale du Travail) 1895’te kuruldu. İngiltere’deki sendikacılık pratiği, kapitalizmi aşmak gibi bir perspektife sahip değildi. Sistem içi mücadeleyle durumunu iyileştirme tercihi yapılmıştı. ABD’de zaten oldum olası konsensüs kültürü geçerlidir. Baştan itibaren devletin ve sermeyenin kontrolünde bir mücadele pratiği geçerli oldu. Almanya’daysa, sendikacılık alanında ikili yönetim (cogestion) modeli geçerli oldu. İşçiler işletmenin ve ekonominin yönetimine katılmakla yetindiler. Sistemi dönüştürme, kapitalizmi aşma perspektifine daha baştan yabancılaştılar. Aslında genel bir çerçevede İngiliz, Alman ve Amerikan sendikacılık hareketi konsensüs sendikacılığı olmanın ötesine hiç bir zaman geçemediler… (6)
Elbette XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’da işçi sınıfının durumunda göreli ve mutlak bir iyileşme oldu ama bu durumu kolonyalist ve emperyalist yayılmadan, dünyanın geri kalanının yağma ve talanından bağımsız düşünmek doğru olmaz. Batı’da, kapitalist/emperyalist ülkelerde işçi sınıfının durumunun iyileşmesi, yeryüzünün lanetlilerinin durumunun kötüleşmesinden bağımsız değildi... Aynı şekilde Emperyalistler arası II. savaş (1939-1945) sonrasında Batı’da yaşam standardının hızlı yükselişinin asıl nedeni de başta enerji (petrol) olmak üzere, Üçüncü Dünya denilen ülkelerin doğal kaynaklarının nerdeyse bedavaya kullanılmasıydı...
Kapitalizmi aşmaya dönük, itirazlar, isyanlar, başkaldırılar, ödenen onca bedele rağmen bu güne kadar başarılı olamadı. Kapitalist sömürü, yağma ve talan, kaldığı yerden devam etti. Ve fakat insana, doğaya, canlı yaşama düşman kapitalist sistem, artık tam bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkarmış bulunuyor. Doğanın dengesi hızla bozuluyor, sosyal kötülükler çığ gibi büyüyor, yaşam anlamsızlaşıyor, tehlikeye giriyor ve hâlâ insanlara, sabrederlerse işlerin ilerde “düzeleceği”, daha iyi olacağı söyleniyor... Velhasıl ilerleme ve kalkınma adına insanlığın ve uygarlığın geleceği tehlikeye atılmış bulunuyor. O hâlde iki şey: Ya vakitlice kapitalizm belası defedilecek, insana saygılı, doğayla uyumlu yeni bir uygarlık tercihi yapılacak ya da insanlığın bir geleceği olmayacak. Zira insan toplumlarının eylemi, artık jeolojik dönüşümler (anthropocène) yaratacak düzeye ulaşmış bulunuyor.


  1. Karl Marx- Friedriche Engels, Komünist Manifesto, Almancadan çeviren. Nail Satlıgan, Yordam Kitap, ss: 40, 41.
  2. 2. Fikret Başkaya, Yediyüz- Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata, Bir devlet geleneğinin anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı.
  3. Elton, G.R (1964), Reformation Europe 1517-1559, London and Glascow, Collins. 3rd. Edition.
  4. Alaêddin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere- İNSANLIK TARİHİ, İmge Kitabevi, Ankara, 2006, s. 739
  5. A. Şenel, age s. 741
  6. Bu konuda bkz: Samir Amin, “Sosyalizme Doğru Halk Hareketlerinin Birliği ve Çeşitliliği”, Çev: Fikret Başkaya, www.ozguruniversite.org
* Hece dergisinin Batı Medeniyeti özel sayısında - Haziran-Temmuz-Agustos- 2014 No: 210/211/212- yayınlanmıştır.  

Hiç yorum yok: