31 Ocak 2014 Cuma

28 Kânunsani’yi elbette unutmadık...


Yalçın Yusufoğlu

    28 Ocak 2013 Türkiye Komünist Fırkası kurucuları Mustafa Suphi - Ethem Nejad ve arkadaşlarının Ankara’dan Kemal Paşa’nın emriyle, Erzurum’dan Kâzım Paşa’nın da dahliyle, Pontos’lu Rumların, Ermenilerin (sonra da Koçgiri’li Alevi Kürtlerin) katili MAH’çı eşkıya Giresunlu Osman Ağa’nın organizasyonuyla, infazcı katil diğer bir MAH’çı Yahya Kâhya ile adamları tarafından öldürülmelerinin 83. Yıldönümüdür.

   Bu toplu suikasti 2007’de Ocak ayında Hrant Dink’in öldürülmesine benzetebiliriz. 
Nasıl ki, Hrant Dink suikasti devletin (merkezi ve mahalli) kolektif bir cürümüyse, bu suça devletin gizli açık idari ve adli kurumları iştirak etmişlerse, Suphi-Nejad ve arkadaşlarının katlinde de Ankara Hükümetinin, --o yıllarda adı TSK olmayan-- askeriyenin, gizli teşkilat MAH’ın ve şehir eşrafının-- dükkânları kapattırıp gösteri yaptıran hacı-hoca takımının işbirliği vardır.

   Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği raporda cinayeti Osman’ın işlettiğini yazmıştır.

   Bugünkü terimlerle konuşursak, Kemalistler, Özel Harp’çiler ve dinciler ortak düşmanları komünizme karşı el birliği ve suç birliği etmişlerdir.

   BMM henüz 1 yaşına bile basmamışken işlenen cinayetin ortakları arasında sonradan siyasi nedenlerle ayrışma çıktığında, Kemal Paşa’nın fedaisi Osman Ağa, Meclis’teki 2. Grubun başı ve Kemal’in muarızı Ali Şükrü Bey’i evine kahve ve nargile içmeye davet edecek, boğdurarak öldürtecekti.

   Osman kimdi? Kemal Paşa’nın Mayıs 1919’da Samsun’a geldiğinde Havza’da ilk görüştüğü kişilerden birisiydi, Osman’ın çetesiyle birlikte Rumları, Ermenileri kitle halinde öldürdüğünü öğrenmiş ve onun çetesinden faydalanmak istemiş olan Paşa “bundan sonra seninle birlikte çalışacağız, sana itimadım tam” demişti.

   Bu çok güvenilir şahıs 1. Dünya Harbinde mazbatayla ordudan aldığı buğdayları 100.000 Liraya Giresun Nokta Kumandanlığına satmış, Rumların ve Türklerin arazilerine el koyarak yakınlarının veya kendisinin mülkiyetine geçirmiş, kendisini zorla Giresun Şehir Emini (Belediye Başkanı) ilan etmiş birisiydi. Yöre halkı ondan yaka silkmekte, “ aman bizi bu adamdan kurtarın” demekteydi.

   Dahası da, aynı kişi Ermeni tehciri sırasında işlediği insanlık dışı suçlar yüzünden gıyabında verilmiş idam kararı ile aranmaktaydı. Saklandığı Şebinkarahisar’dan getirtilip taltif edilen eli kanlı haydudun çetesi Nisan 1920’de BMM kurulduktan altı ay sonra Çankaya’ya muhafız birliği yapılmış, hiçbir tahsili olmayan, haydutluktan ve insan öldürmekten başka bir işlevi bulunmayan Osman da Muhafız Birliği’nin başına geçirilmişti.

   Yeni devletin temelleri Osmanlı’nın Ermeni katliamından mahkûm ettiği kişiyi Reis’in yanı başına getirerek atılıyorsa, sonraki kanlı tarihe bugün şaşmamak gerekecektir.
   1921’de ise Koçgiri İsyanını bastırmaya giden Sakallı Nurettin Paşa’nın yanına Osman destek olarak gönderilmişti. Eşkıya başı, Koçgiri’de 60.000 koyun ve sığıra el koyarak Giresun’a getirmiş, kente et girmesini yasaklayarak halka fahiş fiyatla et satmış, ayrıca tefecilik yaptığı için banka şubesi açılmasını silah zoruyla engellemişti.

   Mart 1923’te Kemal Paşa artık muzaffer kumandandır. Ama Meclis’de aynı derecede güçlü değildir. 2. Grup ve onun reisi Ali Şükrü Bey sert muhalefet yapmaktadır. Bir oturumda Gazi kürsüde konuşurken Ali Şükrü bağırarak kürsüye doğru hamle yapar, silahına davranır, Gazi de elini silahına atar. Oturumu yöneten Ali Fuat (Cebesoy) Paşa anılarında “Baktım ki birbirlerine silah çekecekler, elimdeki çıngırağı aralarına fırlattım” diye yazar.

   İşte bu olaydan çok kısa süre sonra Osman evinde Ali Şükrü’yü adamlarına boğdurtur ve bir çukura atar.

    Muhalefet büyük tepki gösterince kolluk kuvvetleri Osman Ağa’yı yakalamak üzere harekete geçer, o da adamlarıyla birlikte Çankaya’yı basar, ama Paşa kadın çarşafı giyerek Köşk’ten kaçar. Osman kendisine Gazi tarafından hediye edilen köşkte kıstırılır, yaralı ele geçirilir, tedavi edilmediği için ölür, böylece yargılanması ve konuşması önlenir. Başı kesilmiş cesedi Meclis’in önünde ayaklarında asılı olarak teşhir edilir.

   Aradan 90 yılı aşkın zaman geçti, ama Suphi – Nijad ve arkadaşlarının devlet tarafından öldürülmeleri unutulmadı. Tıpkı Sabahattin Ali’nin de, Musa Anter’in de devlet tarafından öldürüldüğünün unutulmadığı gibi. Tıpkı daha sonraki toplu ve tekil öldürmelerin de merkez tarafından yapıldığının unutulmadığı gibi.

   Yukarıda anlatılanların gösterdiği bazı olguları sıralayalım:

Türkiye Komünist Partisi’nin kurucularının öldürülmeleri “Kurucu İrade”nin tarihinin aynı zamanda siyasi cinayetler ve komplolar tarihi olduğunu gösterir. Bu suikastler Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın, Rıdvan Özden gibi rütbeli subayları da hedef almıştır. Suikastler siyasi iktidarın paylaşıldığı hükümeti düşürecek olaylar sürecini başlatmak için Yüksek Mahkemeyi basıp Yargıç Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürme tertibine kadar varmıştır.
    Bu komplocu, hilekâr yapı Malatya’nın keskin anti-komünist Belediye Başkanı’nı bubi tuzaklı bir posta paketiyle öldürüp, suçu Alevilerin ve solcuların üstüne yıkarak Alevi-Sünni çatışması başlatacak kadar aşağılıktır.

   Kendi adamlarını bile öldürecek bir yapı ve onun komplocu - katil zihniyeti elbette Komünistleri, devrimcileri hedeften uzak tutacak değildi. Hele hele Ankara C. Savcısı Doğan Öz’e, Adana Em. Md. Cevat Yurdakul’a hiç tahammül edemeyecekti.
   Onbeşler Suikastini de, sonrakileri de hiçbir resmi yetkili ya da devlet tapıcısı gazeteci, yazar ya da benzeri kişi ikrar etmiş değildir. Bu suçlar üstlenilmediği ve toplumun bilincine kazınmadığı müddetçe başkalarının işlenmemesi için sebep yoktur.

   Sayılarını bilemediğimiz kadar çok “fail-i meçhul” cinayetler gerçekte faili meçhul değil, faili malûm suçlardır.

   Yukarıda andığımız Onbeşler Cinayetini ve diğerlerini unutmadığımızı söylüyoruz, fakat söylediğimiz olgu sadece demokrasi ve adalet bilinci taşıyanlar içindir Yoksa umumun bunlardan haberi yoktur, olsa bile ilgilendiği yoktur. Hatta bilgisi ve ilgisi olanların çoğunluğu için devlet yapmışsa, elbet bir bildiği vardır.

   Onbeşler Suikasti konusunda söylememiz gereken bir başka husus toplu cinayeti kabul eden aydınlarının önemli bir bölümünün olaydan Atatürk’ü tenzih etmeleridir. Onlar katliamın Ankara’nın bilgisi dışında işlendiğini öne sürmeye çalışırlar. Çünkü Önder o denli Uludur ki böyle şeyler ona asla yakıştırılamaz.   

   Nitekim aynı tipler Ali Şükrü Bey cinayetinden de Köşk’ün haberinin olmadığını iddia ederler, hatta daha da ileri gidip, “Osman Ağa’nın Ali Şükrü Bey’e husumeti vardı, çünkü Onbeşleri öldürttü diye M.Kemal’e rapor yazmış olan oydu” derler.

   Oysa Osman baş fedaiydi, baş tetikçi’ydi, Suphi- Nejad ve arkadaşlarını emirle öldüren de oydu, Ali Şükrü Bey’i boğdurtan da. Hatta onlar Osman Çankaya’yı bastığında Kemal Paşa’nın kadın kılığında kaçtığını söyleyenlere de çok kızarlar, Önderlerini kadın kılığına girmesini maçoluk zihniyetlerine yakıştırmazlar, olayı anlatanlara (örneğin “Latife” kitabını yazan İpek Çalışlar’a) ateş püskürürlerdi.

   Kemak Paşa 1925 yılında Giresun Kalesinde Osman Ağa için anıt mezar yaptırarak bu haydudu, infazcıyı öldükten sonra dahi taltif etmiştir. Günümüzün Veli Küçük Paşası ise Atası’nın izinden giderek Osman’ın heykelini yaptırmıştır.

   Atatürk tapıncının olayımızla ne ilgisi mi var?

   Hrant Dink’in de öldürülmesinin nedenlerinden bir, belki birincisi aynıdır. Çünkü Dink Atatürk’ün evlatlığının, köken olarak bir Ermeni olduğunu açıklamış, sonra da iki MİT görevlisi tarafından İstanbul Vilayet’inde Vali Muavinin huzurunda “haberini yalanla” diye tehdit edilmiştir.

   17 Aralık 2013 sonrasında “devlet ne hâle geldi?” diye ah-vah edenler, devleti gözlerinde büyütenlerdir, oysa devlet şimdi çürümemiştir. Zira çürüme sadece rüşvet ve yolsuzluk değildir. Çürüme aynı zamanda tertiplerdir, suikastlerdir, pogromlardır, işkencelerdir, insan haklarını ve evrensel demokrasiyi çiğnemektir.

    Siz Osman Ağa gibi aşağılık yaratıklarla devlet kuruyorsanız, ona anıt mezar yaptırıyorsanız çürümeyi bugünlerde aramak beyhudedir.

   Yüzleşmek, yüzleşmek diyoruz, bırakalım Komünistlerin katlini, acaba 60 milyon kadarı Türk olan nüfusun içinde 24 Nisan 1915 soykırımıyla, 1937 Dersim katliamıyla, 6-7 Eylül 1955 Rum, 19-26 Aralık 1978 K. Maraş Alevi pogromuyla, 2 Temmuz 1993 Madımak katliamıyla yüzleşmiş ne kadar Türk vardır?

   Yani toplum kendi tarihiyle yüzleşme noktasından çok uzaktadır. 24 Nisan’ın 100. Yıldönümünü anma sürecine girildiği önümüzdeki aylarda bu sorunun yanıtını daha açık ve sancılı bir biçimde göreceğiz.  

Hiç yorum yok: